Paylaş
Onunki aynı zamanda bir İstanbul hikayesi… Albümlerinde gezerken sanki zaman makinesiyle ışınlanmışız gibi detaylar anlatıyor. Zaten daha başlarken, “Her şeyi çok iyi hatırlıyorum…” diyor. İzzet Keribar, 1936 yılında, Gümüşsuyu’nda, varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Rıfat Bey eski bir İstanbullu Musevi aileye mensup. Annesi Ema Hanım’ın ailesiyse aslen Dedeağaçlı … Balkan Savaşı’ndan sonra önce Edirne’ye, daha sonra 1920’li yıllarda İstanbul’a göç ediyorlar. Çift, İstanbul’da evleniyor. İki çocukları oluyor; Leon ve İzzet. Babaları Rıfat Bey, jenerasyonlardır Tahtakale’de züccaciye işi yapıyor. Leon ve İzzet de Levanten mürebbiyelerle, oyuncaklarla güzel bir evde, güzel bir çocukluk geçiriyor.
LODOSLA UÇAN NAZİ BAYRAĞI…
Ta ki 1940’larda İkinci Dünya Savaşı’nın kasveti ülkeyi sarana kadar… Yan komşuları Alman Konsolosluğu’nun bahçesinde Gamalı Haç bayrağı sallarken İstanbul’da da önce karartma günleri başlıyor. Ekmek karneye bağlanıyor. Sonra… Keribar anlatıyor: “1942’de çıkarılan Varlık Vergisi’yle babam bütün mülklerini satmak zorunda kaldı. Ev ve dükkanını kaybetmedi ama ailemizden Türkiye’yi terk edenler oldu. Varlık Vergisi 11 ay sonra tedavülden kaldırıldı ama giden gitmişti… Benim hatırladıklarım; siyah storlar, sirenler, fenerler ve elbette yokluk… Büyükada’da yaza, mürebbiyelere paydos! Savaşın en kara yıllarında, 1944’te, bir pazar günü çok şiddetli bir lodos vardı. Alman Konsolosluğu’ndaki gamalı haçlı bayrak bu rüzgâra dayanamadı, parçalanıp direkten uçuverdi! Annem, ‘Bak bu Tanrı’nın bir işareti Almanya savaşı kaybedecek, göreceksin…’ demişti. Bu anı hiç unutmuyorum.”
TARİHİ İSTANBUL’DA ABİYLE FOTO-SAFARİ
Savaş bittikten sonraki on yıl içinde aile yeniden kendini toparlıyor. Küçük İzzet Keribar, önce Yeni Kolej’e, daha sonra Saint- Michel Lisesi’ne yollanıyor. En sevdiği şey; ağabeyi Leon ile İstanbul’u gezmek… Birlikte Karaköy’den tarihi yarımadaya, Ayasofya’dan Sultanahmet Camisi’ne ve surlara, her yerin altını üstüne getirirlerdi. Ağabeyi fotoğraf çeker, İzzet’e de işin inceliklerini anlatırdı. Keribar devam ediyor: “Harçlıklarımla bir ‘Regula’ fotoğraf makinesi almıştım ama gözüm ağabeyimin Leica’sındaydı. Liseyi bitirince babam bana da bir Leica aldı. Öyle heyecanlandım ki! Çekmecede yeri hazırdı ama sırf uyandığımda onu göreyim diye hep yanımda tutardım. Bu makineyle İstanbul’u çekmeye başladım; Karaköy’deki, Eminönü’ndeki balıkçılar, Ayvansaray’daki tersaneler… Şimdi elimde o dönemlerden kalma, dia ve siyah beyaz fotoğraflardan oluşan bir portföy var ama keşke daha çok olsaymış diye kendime ‘Aşk olsun İzzet’ diyorum!”
SENE 1940: Bahçede, 4 yaşında
TAHTAKALE PİYASASINDA LADİNO DİLİ ÖĞRENDİM”
Dahasını çekmeye çok da fırsatı olamamış aslında; çünkü lise mezuniyeti sonrası babasının Tahtakale’deki dükkanında işe başlamış: “Babam beni önce satışa, sonra depoya koydu. O dönemde esnaf Musevilerle tanıştım ve Tahtakale piyasasında Ladino dilini öğrendim. Oradaki Musevilerin çoğu kuruluşundan sonra İsrail’e göç etti. Biz kendi işimize bakıyorduk. O zamanlar ithal ürün pek yoktu. Ben ithalata girmek isteyince babamla kavgalarımız başladı. Bana ‘Büyüyünce ne istersen yaparsın. Ben, ‘Kovboy işleri’ne girmem’ derdi. Bu sayede ayağımızı hep yorganımıza göre uzatmayı öğrendik...”
SENE 1950: İzzet Uludağ’da
‘LEICA ÇANTADA VER ELİNİ KORE!
Üç yıl babasının yanında ticareti öğrendikten sonra 1955 yılında onu yeni bir macera bekliyordu; Kore! Bir süredir çekmecesinde bekleyen Leica’sını çıkarma zamanıydı! Keribar anlatıyor: “Yedek subay olarak askere gittim. İngilizcem iyiydi, tercümanlık sınavını kazandım. Bir gün yüzbaşı ‘Kore’ye gitmeye gönüllü olmak isteyen var mı?” diye sordu. Hemen elimi kaldırdım; en çok istediğim şeylerden biri dünyayı görmekti ve Leica’m vardı… Uzun bir gemi yolculuğuyla Kore’ye ulaştık. 7. Tugay Değiştirme Birliği’nde Türk ordusunun bir asteğmeniydim. Ortam fakir ve perişandı. Her yer bombalanmıştı. Beni sonra yakın dost olduğumuz Selahattin Yüzbaşı keşfetti. Hep fotoğraf peşindeydim. İlk karanlık odamı tugayın muhabere bölüğünde kurdum.
SENE 1950: ABD - “Siyah Pelerin”
30 YIL SONRA UYANAN FOTOĞRAF TUTKUSU
Keribar, bir yıl Kore’de kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Leica’sı yeniden çekmeceye girdi. Önce bir süre babasıyla çalıştı. 1958’de Rozet Leyla Hanım ile evlendi. İki çocuğu oldu; Aksel ve Yasemin... Sonra kendi dükkanını açtı, ithalat işi yaptı. Bu arada sevgili Leica’sını da ara sıra ailesini çekmek için çıkarıyordu. Fotoğrafın hayatına yeniden girmesiyse oğlu sayesinde olmuş… İzzet Bey anlatıyor: “Aynı merakı aşılamak için oğluma bir fotoğraf makinesi aldım. Ondan çok ben yeni makineyi kurcalarken fotoğrafçılık tutkum alevlendi! Sene 1980’di. Tabii 25-30 senede çok şey değişmişti!” Değişimi yakalamak için İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’ne (İFSAK) üye oldu. Keribar devam ediyor: “45 yaşında fotoğrafa hızlı bir dönüş yaptım. 1985’ten sonra büyük ödüller gelmeye başladı; National Geographic ve Fuji Ödülleri birincilikleri... 1997’de tekstil işini tamamen bıraktım.” Ticarette 40 yıldan sonra artık tek iş fotoğrafçılık olacaktı. Keribar, aralarında ‘Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Sanat Ödülü ve Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü olmak üzere çok sayıda ödül aldı. Halen gazete ve dergilerde fotoğrafları yayımlanıyor, yarışmalarda jüri üyeliği yapıyor, sergiler açıyor…
SENE 1953: Balat - “Küfeci Mehmet”
ARA GÜLER YENİ TARZIMLA DALGA GEÇERDİ!
“Fotoğrafçılar, sanatçılar gibi pek tarz değiştirmiyorlar. Çok güzel fotoğraflar çekiyorlar ama hep aynı yoldan gidiyorlar. 2010’larda ‘Acaba tarzımı değiştirebilir miyim?’ diye müzelerde bir seri başlattım ve çok tuttu. Gerçi, yakın dostum Ara Güler, ‘Bunlar fotoğraf mı?’ diye dalga geçerdi! Sonra kolajlar dönemi oldu. Sokak fotoğraflarına devam ediyorum, mimari fotoğrafta da iyi olduğumu sanıyorum. 1997’den itibaren en çok çektiğim profesyonel anlamda ticari fotoğraflar binalar, inşaatlar ve AVM’lerdi.”
SENE 1953: Haliç - “Sandalcılar”
ÇOCUK İZZET’İN GÖZÜNDEN BUGÜNKÜ İSTANBUL’A BAKINCA…
İzzet Keribar, çocukken fotoğrafladığı İstanbul’da bugünlerde neler görüyor, neler hissediyor? Şöyle yanıtlıyor: “İstanbul tabii çok betonlaştı ama şunu da kabul etmek lazım ki bizim gençliğimizde hiçbir şey restore değildi. Onun da belki nostaljik tarafı vardı. Hangi İstanbul daha gerçek? Ben, her şeye rağmen o günkü İstanbul’u çok özlüyorum. Cebimizde para olmadığı halde bir simit, bir sosisli sandviçle Beyoğlu’nda sinemaya gitmek, İnci’de profiterol yemek gibi küçük şeyler bizi mutlu ediyordu. İstanbul’da halen aynı yerleri seviyorum; Kapalıçarşı, Ayasofya, Beyoğlu’nda ara sokaklar… Çünkü hayat var, insan var!”
SENE 1957: Kore köyünde Leica ile
İZZET KERİBAR FOTOĞRAFLARI…
Bir fotoğrafı ne ‘sanat’ yapar? Keribar, “Fotoğrafın insanı etkilemesi için tadını vermesi lazımdır. Bana ağabeyim öğretmişti; ben de bugün derslerimde anlatıyorum” diye cevaplıyor: “İzleyici, tek karede o duyguyu bir öykü şeklinde izlemelidir; fotoğraf hayalde bir öykü yaratabilme yeteneğidir. Deklanşöre ancak ‘Bu bir fotoğraf olabilir’ diye hissettiğimde basarım. Nasıl ki sanatta Picasso tarzı, Van Gogh, Chagall tarzı varsa, kendi tarzınızı oluşturmalısınız. Bir fotoğrafa ‘Çok güzel’ denmesindense, ‘Bu bir İzzet Keribar karesi’ denmesini tercih ederim.”
SENE 1966: Eşi Leyla ve oğlu Aksel’le...
‘EVLİYİM AMA SEVGİLİM VAR’
Başarının sırrı, “Her şeyden önce yaptığın işi sevmek, heyecan duymak... Ben karımla evliyim ama bir sevgilim daha var; fotoğrafçılık! Maalesef çok vakit alıyor, evden uzaklaşıyorum. Başarımın bir bölümü için eşimin vaktini çalıyorum. Rüyalarımda bile ‘Niye makinem yok’ diye hayıflanırım.”
SENE 1980: Balat - “Çantacı”
‘FONDA BRAHMS DİNLEYİN...’
İzzet Keribar’ın bir diğer tutkusu da müzik… 11 yaşında Beethoven’in Altıncı Pastoral Senfonisi’ni ilk defa dinlediği günü anlatırken gözleri doluyor. 12 yaşından beri piyano çalıyor, klasik müzik plakları koleksiyonu yapıyor. Bu söyleşi için bir de fon müziği önerisinde bulunuyor: Brahms, İkinci Senfoni…
SENE 1998: Bursa Fotoğraf Yarışması jürisi Ara Güler, Şakir Eczacıbaşı ve İlhan Özer’le
Paylaş