Paylaş
Çeyrek yüzyıldan uzun zamandır İstanbul Çengelköy’de… Gazeteci, yazar ve siyaset bilimci Prof. Dr. Artun Ünsal’ın evindeyiz. Kemerlerinizi bağlayın; çünkü son 25 yıldır aynı yerde oturan Ünsal’ın hayatı muazzam bir hareketle başlıyor! 1942 yılında askeri doktor, psikiyatrist Gıyas Ünsal ile ev hanımı Güzin Hanım’ın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı İstanbullu. Anne tarafı Giritli… Çocukluğu babasının görevleri sebebiyle şehir, şehir gezerek geçiyor; İstanbul, Ankara, İstanbul, Bursa… Ünsal altı yaşındayken, babası Ankara Tıp Fakültesi’ne geçiyor. Bu arada dönemin zorlu hastalığı tüberküloza yakalanan annesi sanatoryuma kaldırılıyor. Ailenin tek çocuğu, İstanbul’da, Giritli anneanne Fatma Hanım’a emanet ediliyor…
‘ASKER BAVULU GİBİ ORADAN ORAYA BİR HAYAT…’
Ünsal, “Asker bavulu gibi oradan oraya bir hayat! Anneannem benim hayatımdı” diye anlatıyor: “Aile şefkatini onda buldum. Çok güzel yemekler yapardı. Rumca ‘fato, fato…’ yani ‘ye’ derdi. ‘Ada Türkü’ydüler ve modern yaşarlardı. Anneannem, ‘Oğlum, biz Evropalıyız’ derdi…” Göztepe’de Pansiyonlu İlkokulu’na giden Ünsal, ikinci sınıfta ‘leyli’ oluyor. Üçüncü sınıfa geçtiğinde nihayet aile Ankara’da kavuşuyor. Bu beraberlik beşinci sınıfa kadar sürüyor… Baba Fransa’ya gidiyor. Ünsal annesiyle yeniden İstanbul’a geliyor ve yatılı okula dönüyor. Bir yıl sonra baba da geliyor; yine hep beraber Ankara’da buluşuyorlar. Ünsal, TED Ankara Koleji’nde yatılı hazırlık sınıfına başlıyor. Tam okula alışacakken ufukta yine bir seyahat görünüyor; Afganistan! Babası, Kabil Üniversitesi’nde doçent olarak bir pozisyon kabul ediyor…
“Prof. Dr. Artun Ünsal, çeyrek yüzyıldan uzun zamandır Çengelköy’de yaşıyor. Muhteşem Boğaz manzarasını görünce, geçen yıl yayınlanan son kitabı ‘Boğaz’ın İnsanları’nı yazmak için ona neyin ilham verdiğini hemen anlıyorsunuz!”
‘BABAMIN HASTASI OLMAMAYA ÇALIŞTIM!’
Aile 1954’te Afganistan’a gidiyor. 12 yaşındaki Artun Ünsal, bir yılını Kabil’de geçiriyor. Afgan Farsçası öğreniyor, her yerde olduğu gibi kendine arkadaş buluyor… Nitekim, bu ‘gel-git’lerin psikolojisini nasıl etkilediğini gülerek şöyle anlatıyor: “Fazla değil! Psikiyatr çocuğu olduğumdan evdeki kitapları, Freud’u genç yaşta öğrenmiştim. Babamın hastası olmamaya çalıştım! Babamın öğretilerinden biri; adaptasyondu… Nereye gidersen oraya uygun koşullara uyum sağlayacaksın! Gittiğim yerlerde ilk günler zorlanırdım. Sevilen öğrenci olduğumdan sonrası sorun olmazdı. Yaramaz ama çalışkandım. Sevilir ve genelde sınıf mümessili yapılırdım. Yabancı dillere, başka medeniyetlere, başka tür insanlara da öteden beri kendimi yakın hissettim.”
Sene 1950 Göztepe’de oyun zamanı!
KABİL’DEN ANKARA’YA, YATILI OKULDAN PARİS’E…
Kabil’deki bir senenin sonunda Ünsal, eğitimi için tek başına Türkiye’ye dönüyor. Yatılı Ankara Koleji’ne devam ediyor. Hem iyi öğrenci hem de iyi bir sporcu. Anlatıyor: “Basketbol, voleybol, atletizm takımlarındaydım. Edebiyat ve tarihle aram iyiydi. Atom mühendisi olmak istemediğim kesindi! Annem hariciyeci olmamı isterdi. Aklımda Paris Siyasal İncelemeler Enstitüsü (Science-Po) vardı. Annem evdeki birkaç halı ile kürklerini satarak beni yolladı. Önce Alliance Française’in lojmanında kaldım. Sonra iş buldum; lokantada kasiyerlik! Hem Fransızca’yı hem de hayatı öğrendim. Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Oradan Science-Po’ya geçtim. İki okuldan mezun oldum! Bir yandan çalışarak...”
Sene 1957 TED Ankara Koleji, münazara takımı
‘PROFESÖRLÜĞE DÖRT AY KALA İSTİFA ETTİM
Sene 1967’ydi; elinde iki diploması vardı... Artun Hoca devam ediyor: “Akademik kariyere yöneldim. Aklımızda hep Türkiye vardı. 1970’te döndüm, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi oldum. 1973’te askere gittim. Kıbrıs Harekatı’na katıldım, şeref beratım, gazi maaşım var. Dönüşte bir süre Anka Ajansı’nda çalıştım. Mülkiye’de asistanlığa geçtim. Doçent oldum. 1980’de askerler bir daha geldi! 1982’de Kenan Evren’in üniversitelere müdahalelerini protesto için istifa ettim. Profesörlüğüme dört ay kalmıştı.”
Sene 1972 Urfa, Siverek… “Hacettepe Üniversitesi kan davası araştırması sırasında. Sosyolojik ve siyasal ilk gözlemimdi.”
‘BÜYÜKELÇİLER EŞİMİN YEMEKLERİNE EKMEK BANARDI’
Fransa ile uzun süre bağı kopmadı Artun Ünsal’ın. 1972’den itibaren Le Monde gazetesinin Türkiye temsilcisiydi. Mülkiye istifası sonrası Hürriyet’in önce diplomasi muhabiri, sonra Paris temsilcisi oldu. Ünsal, yemek kültürü külliyatının temelinin nasıl atıldığını şöyle anlatıyor:
“Ankara yıllarından itibaren evimizde hep çok yabancı misafir olurdu. Eşimin yaptığı Türk yemeklerini ikram ederdik. Birçok büyükelçinin, eşim Beyhan’ın bamyasına, barbunyasına ekmeklerini bandığını hatırlıyorum! İlk kitap, ‘Muhteşem İstanbul-Yemek Sohbetleri ve Tarifler’ 1989’da Fransızca yayınlandı. O günden beri yemek kültürü üzerinde de çalışıyorum.”
1992’de İstanbul’a dönen Ünsal, Hürriyet ve Posta gazetelerinde lokanta eleştirileri yazdı. Yemek kültürü üzerine televizyon programları hazırlayıp sundu, konferanslar verdi… İstifasından 12 yıl sonra akademiye döndü; profesörlüğünü aldığı Galatasaray Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümü’nden 2009’da emekli oldu…
Sene 1991 "Paris’te, ‘Muhteşem İstanbul’ kitabımın ortağı, eşim Beyhan ile evimizde..."
‘İYİ YEMEK YAPAN, İYİ ÜLKE YÖNETİR Mİ?’
Artun Hoca, geçen yıl iki ilgi alanı, yemek ve siyaseti birleştirdiği bir kitap yayınladı; ‘İktidarların Sofrası.’ Kitap, antik medeniyetlerden bugüne yemek ve sofra kültürünün siyasete etkilerini inceliyor. Hangi alan daha komplike; siyaset mi mutfak mı? Yanıtı: “Siyaset, çünkü mühendislik yapamazsın. Oysa kafanda planladığın yemeği yapabilirsin. Çinlinler devlet yönetimini yemek yapmaya benzetir, itina ister, fazla tutarsan yanar! Eski Çin’de iyi aşçılık iyi yöneticilik kriterlerinden biri.” İyi bir şefin iyi bir yönetici olacağına da güvenebilir miyiz yani? Artun Hoca, gülerek “Çin’de güvenirlermiş, Türkiye’de bilmem!” diyor…
Sene 1988 Artun Ünsal, babası Prof. Gıyas Ünsal, oğlu Can Ünsal
SOFRA BİR ANAHTAR OLDU
Peki, ‘sofralar’ dünden bugüne nasıl değişti? Artun Hoca cevaplıyor: “Çeşit arttı; spor yemeği, diyet yemeği, iş yemeği… Ayrıca yemek tüketimi bir ‘sosyal ayrışma’ aracına dönüştü. Fransız gastronom Brillat-Savarin’in çok ünlü sözü ‘Ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ gibi… Artık, ‘Ne yediğime bak, kim olduğumu anla!’ çağındayız. Karın her şekilde doyar ama ne ile doyurduğun seni fark ettiriyor. Yemek sosyolojik bir kimlik anahtarı ya da hevesi oldu.”
Sene 1961 “Atletizme merak sarmıştım; hatta uzun atlamada genç milli oldum! Hıncal Uluç, Öncü gazetesinde spor yazarıydı. İsmimi gazetede ilk defa onun sayesinde görmüştüm.”
MUTFAĞIMIZ İHMAL EDİLİYOR
Lokantalardaki değişimi de şöyle değerlendiriyor: “1980’lerden itibaren Çin ve Fransız mutfakları başladı. Son dönemde göçmenlerin açtığı lokantalarla İstanbul’un mutfak kültürü zenginleşti ama geleneksel Türk mutfağı ihmal ediliyor. Şık bir lokantada Türk yemekleri çok zor satılıyor. Esnaf lokantalarında malzeme pahalılaştığından maliyetleri karşılamıyor. Zeytinyağı çiçek yağına, tereyağı margarine dönüyor… Porsiyonlar ufalıyor, işini bilen aşçı sayısı azalıyor. Millet ayakta doymayı, fast food’u, dürümü, pilav üstünü tercih ediyor.”
GÜZEL MUTFAĞIN SIRRI NEDİR?
“Elindeki malzemeyle yaratıcılık. Havyardan ve ıstakozdan herkes yemek yapabilir ama bir buğdaydan 50 çeşit ürün; ekmek, çorba, börek, dolma, pide çıkarmak kolay değil. Yokluk mutfağı en yaratıcı mutfaktır.”
Sene 1950 Anne ve babasıyla...
BABADAN DERS: TESTERE GİBİ OL!
“Babam ‘Kendine güven ama hırsa kapılma’ der ve dedemin bir atasözünü söylerdi; ‘Olma keser gibi hep bana hep bana, olma çekiç gibi hep sana, hep sana, ol testere gibi bir bana bir sana!’ Ben de öğrencilerime ‘Birey olun ama topluma duyarlı birey olun’ diyorum.”
Paylaş