Zeynep Bilgehan

Anadolu rock’ın delikanlısı

2 Ocak 2022
Yeni yılın ilk söyleşisi için ‘Anadolu rock’ın öncüsü Moğollar’ın kurucularından Cahit Berkay ile buluştuk. Önce eski albümleri karıştırdık; İngiliz dedesinin, Moğollar’ın kuruluşunun, koyun postlu sahne tecrübelerinin hikayesini dinledik. Sonra yarınlarla ilgili ümitlerini konuştuk. Berkay diyor ki: “Sevgiyi daha çok paylaşmalıyız.”

Onu ayağının tozuyla Avrupa turnesinin dönüşünde karlı bir İstanbul gününde yakalıyorum… Kendisi 75. yaşını, grubu Moğollar 54. yılını kutluyor. İkisi de hiç göstermiyor!

Cahit Berkay, 3 Ağustos 1946 günü Isparta’da, şehrin tanınmış terzilerinden Rıfat Bey ile Hacer Hanım’ın ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Senirkentli. Anne tarafıysa yarı Ispartalı yarı İngiliz! Annesinin büyük büyük dedesi memur olarak gittiği Mısır’da bir İngiliz ile evleniyor. Cahit Bey, “Bunu dayımın ‘İngiliz damarımı kabartmayın!’ demesiyle öğrenince mavi göz ve kırmızı tenimin sırrı ortaya çıktı” diye gülüyor... Mutlu bir çocukluk geçiriyor. Annesinin ilgisine sonsuz yaramazlıkla karşılık veriyor! Onu yerinde tutan tek obje; evdeki radyo… Pazarları, Muzaffer Sarısözen’in ‘Yurttan Sesler’ programının müdavimi. Dinlediği türküler kulağının aşinası oluyor.

‘Bi Şey Yapmalı’ şarkısından yola çıkarak; 2022’de ‘Ne yapmalı?!’ Yanıtı: “Ne olursa olsun sevgiyi daha çok paylaşmalı.”

DÜĞÜNLERDE KULAĞIMI DAVULLARA DAYARDIM’

İlkokul birinci sınıfta, müziğe olan ilgisini öğretmen akrabaları ‘Hasan Bey Amca’ fark edince Berkay’a bir mandolin hediye ediliyor. Cahit Bey, “Düğünlerde cümbüş, klarnet, davul olurdu. Kulağımı dayayıp dikkatle enstrümanlardan çıkan sesleri dinlerdim” diye anlatıyor: “Müzikte kulak çok önemli; duyduğunu tekrar edebilme... Evdeki ‘Sahibinin Sesi’ gramofonunda klasik Türk müziği ve tangolar dinlerdim. Mandolini de, söylemesi ayıp bayağı iyi çalıyordum!” Bu arada bir sinema salonu hayatına giriyor. Berkay, iki yıl babasının işlettiği sinema salonunda kapıda bilet kesiyor, gişede satış yapıyor, yer yer ‘Makinist Süleyman Abi’ye çıraklık yapıyor!

SENE 1951: Baba Rıfat Bey, Abla Güner Aytaç, Cahit Berkay ve Anne Hacer Hanım

ISPARTALI İSMİM DEĞİŞİNCE… 

Yazının Devamını Oku

Gazeteci, yazar, sosyolog ve siyaset bilimci Prof. Dr. Artun Ünsal: Artık ‘Ne yediğime bak, kim olduğumu anla!’ çağındayız

26 Aralık 2021
Diplomasında ‘siyaset bilimci’ yazıyor ama biz onu daha çok mutfak ve yemek kültürü üzerine yaptığı televizyon programlarından, yazılarından ve arka arkaya yayınladığı kitaplarından tanıyoruz. Prof. Dr. Artun Ünsal ile merkez üssü Çengelköy’de buluştuk; hem eski albümlerini karıştırdık hem de sosyolog gözüyle günümüzün sofralarını konuştuk.

Çeyrek yüzyıldan uzun zamandır İstanbul Çengelköy’de… Gazeteci, yazar ve siyaset bilimci Prof. Dr. Artun Ünsal’ın evindeyiz. Kemerlerinizi bağlayın; çünkü son 25 yıldır aynı yerde oturan Ünsal’ın hayatı muazzam bir hareketle başlıyor! 1942 yılında askeri doktor, psikiyatrist Gıyas Ünsal ile ev hanımı Güzin Hanım’ın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı İstanbullu. Anne tarafı Giritli… Çocukluğu babasının görevleri sebebiyle şehir, şehir gezerek geçiyor; İstanbul, Ankara, İstanbul, Bursa… Ünsal altı yaşındayken, babası Ankara Tıp Fakültesi’ne geçiyor. Bu arada dönemin zorlu hastalığı tüberküloza yakalanan annesi sanatoryuma kaldırılıyor. Ailenin tek çocuğu, İstanbul’da, Giritli anneanne Fatma Hanım’a emanet ediliyor… 

‘ASKER BAVULU GİBİ ORADAN ORAYA BİR HAYAT…’

Ünsal, “Asker bavulu gibi oradan oraya bir hayat! Anneannem benim hayatımdı” diye anlatıyor: “Aile şefkatini onda buldum. Çok güzel yemekler yapardı. Rumca ‘fato, fato…’ yani ‘ye’ derdi. ‘Ada Türkü’ydüler ve modern yaşarlardı. Anneannem, ‘Oğlum, biz Evropalıyız’ derdi…” Göztepe’de Pansiyonlu İlkokulu’na giden Ünsal, ikinci sınıfta ‘leyli’ oluyor. Üçüncü sınıfa geçtiğinde nihayet aile Ankara’da kavuşuyor. Bu beraberlik beşinci sınıfa kadar sürüyor… Baba Fransa’ya gidiyor. Ünsal annesiyle yeniden İstanbul’a geliyor ve yatılı okula dönüyor. Bir yıl sonra baba da geliyor; yine hep beraber Ankara’da buluşuyorlar. Ünsal, TED Ankara Koleji’nde yatılı hazırlık sınıfına başlıyor. Tam okula alışacakken ufukta yine bir seyahat görünüyor; Afganistan! Babası, Kabil Üniversitesi’nde doçent olarak bir pozisyon kabul ediyor…

“Prof. Dr. Artun Ünsal, çeyrek yüzyıldan uzun zamandır Çengelköy’de yaşıyor. Muhteşem Boğaz manzarasını görünce, geçen yıl yayınlanan son kitabı ‘Boğaz’ın İnsanları’nı yazmak için ona neyin ilham verdiğini hemen anlıyorsunuz!”

‘BABAMIN HASTASI OLMAMAYA ÇALIŞTIM!’

Aile 1954’te Afganistan’a gidiyor. 12 yaşındaki Artun Ünsal, bir yılını Kabil’de geçiriyor. Afgan Farsçası öğreniyor, her yerde olduğu gibi kendine arkadaş buluyor… Nitekim, bu ‘gel-git’lerin psikolojisini nasıl etkilediğini gülerek şöyle anlatıyor: “Fazla değil! Psikiyatr çocuğu olduğumdan evdeki kitapları, Freud’u genç yaşta öğrenmiştim. Babamın hastası olmamaya çalıştım! Babamın öğretilerinden biri; adaptasyondu… Nereye gidersen oraya uygun koşullara uyum sağlayacaksın! Gittiğim yerlerde ilk günler zorlanırdım. Sevilen öğrenci olduğumdan sonrası sorun olmazdı. Yaramaz ama çalışkandım. Sevilir ve genelde sınıf mümessili yapılırdım. Yabancı dillere, başka medeniyetlere, başka tür insanlara da öteden beri kendimi yakın hissettim.”

Sene 1950 Göztepe’de oyun zamanı!

Yazının Devamını Oku

İzzet Bey'in sevgili Leica'sı

19 Aralık 2021
Sene 1950’ler… İstanbul’dayız. İki erkek kardeş Ayasofya, Sultanahmet, Aya İrini’de geziyor, altını üstüne getiriyorlar! Ağabey fotoğraf çekerken, küçük kardeş hayranlıkla onu seyrediyor. Aradan yıllar geçiyor… Küçük kardeş hayatın şartlarına uygun iş hayatına atılıyor. Ancak büyülü fotoğraf yürüyüşlerini hiç unutmuyor. Kendi çocuğuna aynı merakı aşılamak için İstanbul’da gezerken fotoğrafa yeniden aşık oluyor. 30 yıl aradan sonra bu işi asıl mesleği haline getiriyor ve uluslararası çapta tanınan, Türkiye’nin en meşhur fotoğraf sanatçılarından biri oluyor; İzzet Keribar!

Onunki aynı zamanda bir İstanbul hikayesi… Albümlerinde gezerken sanki zaman makinesiyle ışınlanmışız gibi detaylar anlatıyor. Zaten daha başlarken, “Her şeyi çok iyi hatırlıyorum…” diyor. İzzet Keribar, 1936 yılında, Gümüşsuyu’nda, varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Rıfat Bey eski bir İstanbullu Musevi aileye mensup. Annesi Ema Hanım’ın ailesiyse aslen Dedeağaçlı … Balkan Savaşı’ndan sonra önce Edirne’ye, daha sonra 1920’li yıllarda İstanbul’a göç ediyorlar. Çift, İstanbul’da evleniyor. İki çocukları oluyor; Leon ve İzzet. Babaları Rıfat Bey, jenerasyonlardır Tahtakale’de züccaciye işi yapıyor. Leon ve İzzet de Levanten mürebbiyelerle, oyuncaklarla güzel bir evde, güzel bir çocukluk geçiriyor.

LODOSLA UÇAN NAZİ BAYRAĞI…

Ta ki 1940’larda İkinci Dünya Savaşı’nın kasveti ülkeyi sarana kadar… Yan komşuları Alman Konsolosluğu’nun bahçesinde Gamalı Haç bayrağı sallarken İstanbul’da da önce karartma günleri başlıyor. Ekmek karneye bağlanıyor. Sonra… Keribar anlatıyor: “1942’de çıkarılan Varlık Vergisi’yle babam bütün mülklerini satmak zorunda kaldı. Ev ve dükkanını kaybetmedi ama ailemizden Türkiye’yi terk edenler oldu. Varlık Vergisi 11 ay sonra tedavülden kaldırıldı ama giden gitmişti… Benim hatırladıklarım; siyah storlar, sirenler, fenerler ve elbette yokluk…  Büyükada’da yaza, mürebbiyelere paydos! Savaşın en kara yıllarında, 1944’te, bir pazar günü çok şiddetli bir lodos vardı. Alman Konsolosluğu’ndaki gamalı haçlı bayrak bu rüzgâra dayanamadı, parçalanıp direkten uçuverdi! Annem, ‘Bak bu Tanrı’nın bir işareti Almanya savaşı kaybedecek, göreceksin…’ demişti. Bu anı hiç unutmuyorum.”

TARİHİ İSTANBUL’DA ABİYLE FOTO-SAFARİ

Savaş bittikten sonraki on yıl içinde aile yeniden kendini toparlıyor. Küçük İzzet Keribar, önce Yeni Kolej’e, daha sonra Saint- Michel Lisesi’ne yollanıyor. En sevdiği şey; ağabeyi Leon ile İstanbul’u gezmek… Birlikte Karaköy’den tarihi yarımadaya, Ayasofya’dan Sultanahmet Camisi’ne ve surlara, her yerin altını üstüne getirirlerdi. Ağabeyi fotoğraf çeker, İzzet’e de işin inceliklerini anlatırdı. Keribar devam ediyor: “Harçlıklarımla bir ‘Regula’ fotoğraf makinesi almıştım ama gözüm ağabeyimin Leica’sındaydı. Liseyi bitirince babam bana da bir Leica aldı. Öyle heyecanlandım ki! Çekmecede yeri hazırdı ama sırf uyandığımda onu göreyim diye hep yanımda tutardım. Bu makineyle İstanbul’u çekmeye başladım; Karaköy’deki, Eminönü’ndeki balıkçılar, Ayvansaray’daki tersaneler… Şimdi elimde o dönemlerden kalma, dia ve siyah beyaz fotoğraflardan oluşan bir portföy var ama keşke daha çok olsaymış diye kendime ‘Aşk olsun İzzet’ diyorum!” 

SENE 1940: Bahçede, 4 yaşında

Yazının Devamını Oku

‘Tarih gibi kadınım!’

12 Aralık 2021
Usta oyuncu ve ses sanatçısı Işıl Yücesoy ile beraberiz… Buluşma vesilemiz; ilk kadın Türk şarkı sözü yazarı Fikret Şeneş’in şarkılarını seslendirdiği ‘Vefa’ isimli ‘maxi single’ı. Albüm yeni ama şarkılar klasik ve zamansız! Tıpkı Işıl Yücesoy’un kendi gibi… Gülerek, “Karşınızda tarih gibi bir kadın var!” diyor ve bizi kendi hikayesiyle birlikte sahne tarihinde bir yolculuğa çıkarıyor.

Sene 1940’lar… Kırklareli’nde, Kepirtepe Köy Enstitüleri’ndeyiz… İstanbullu öğretmen Rezzan Hanım, burada Amasyalı müzik öğretmeni Selahattin Yücesoy ile tanışıyor. Birbirlerini seviyor ve Kırklareli’nde bir yuva kurmaya karar veriyorlar. Işıl Yücesoy, işte bu mutlu çiftin iki kızından biri olarak 1945’te dünyaya geliyor. Çok mutlu bir çocukluk geçiriyor. Sanatla dolup taşan bir evin içinde büyüdüğü için, kendi deyimiyle; Hayata 3-0 önden başlıyor! Annesi, içine hayallerini de katarak hiç durmadan ona hikayeler okuyor. Babasını, “Piyano çalışı… Hayatımda enstrümanıyla bu kadar bütünleşen yakışıklı bir erkek görmemiştim. Çok güzel keman da çalardı” diye anlatıyor. Sürekli şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor… Ancak bu dönem genç Işıl Yücesoy’un aklı fikri yaramazlıkta! Kız kardeşi Alev ile etrafı öyle bir canlarından bezdiriyorlar ki akrabalar annesine, "Ne olurdu birine Munise, diğerine Sakine ismini koyaymışsınız ya!” diye serzenişte bulunuyor!

Evinde buluştuğumuz Işıl Hanım, “Hürriyet gazetesi okurlarına sevgilerimle…” diyor…

BEDRİ RAHMİ’NİN RESİM ATÖLYESİNDEN KOVULDUM

İlkokul sonrası eğitim için ailesi onu önce Ankara’ya yolluyor. Ancak tek başınalık zor geliyor. Bir yılın ardından bütün aile İstanbul’da buluşuyor. Moda’ya yerleşiyorlar. Yücesoy, Kadıköy Kız Lisesi’ni bitiriyor. Sonrasında ne yapacağı meçhul… Işıl Hanım, “Sanata dair halen bir kıpırtı yoktu!” diye anlatıyor: “Sporcu mu olsam, eczacı mı olsam derken… Üniversite sınavlarında puan tutturamadım. Senem boş geçmesin diye misafir öğrenci olarak Güzel Sanatlar Akademisi’ne gittim. Ailede ressamlar vardı. Bedri Rahmi’nin sınıfına düştüm. Adam daha birinci günden, ‘Sakın ha, çok kabiliyetsizsin!’ dedi, beni gönderdi! Bir de büyük bir aşk acısı çekiyordum.” Ona yardım eli uzatan, tiyatro sanatçısı halası Muazzez Kurdoğlu olmuş… Yücesoy devam ediyor: “Beni çağırdı ve bütün yeğenleri arasında sadece bende bir yetenek gördüğünü söyleyerek konservatuvar sınavına girmemi önerdi. Onu dinledim ve sınavı kazandım.”

SENE 1951: Işıl 6 yaşında

KONSERVATUVAR’DA ‘IŞIL’, MÜZİK SAHNESİNDE ‘ARDA’

Böylece Ankara günleri başladı… Yücesoy, beş yıl boyunca Türk tiyatrosunun en yıldız isimleriyle eğitim görüyor; Arsen-Can Gürzap, Yücel Erten, Zeliha Berksoy, Deniz Gökçer, Cihan Ünal… Konservatuvar’ın son senesinde yeni bir kulisin kapısı açılıyor. Işıl Hanım anlatıyor: “Bir arkadaşım ‘Süreyya Gazinosu’na gidiyorum. Şanar Yurdatapan’la müzik yapıyoruz. Sen de provaya gel’ dedi. Meğer beni önceden gözlerine kestirmişler! Gittiğim gibi gruba dahil oldum. Orkestrasıyla ilk defa şarkı söylemeye başladım. Okulda sorun olmasın diye ‘Arda’ takma ismini kullanıyordum. Süreyya Gazinosu’na o dönem kimler gelmezdi ki! Herkes tuvaletli ve takım elbiseli olurdu.” Tiyatro da devam ediyordu! 1970 senesinde ‘Haydutlar’ oyunuyla ilk defa profesyonel olarak sahneye çıktı. Bir süre sonra yerel tiyatroların kurulmasıyla İzmir’e atandı. Ancak altı yılın ardından radikal bir kararla Devlet Tiyatroları’ndan istifa etti.

SENE 1955: Halası Muazzez Kurdoğlu ile

Yazının Devamını Oku

Futbol bu kardeşim, astronomi ilmi değil ki!

5 Aralık 2021
Spor basınının duayen ismi Şansal Büyüka, nam-ı diğer ‘Şansal Abi’ ile buluştuk... Hem eski albümleri karıştırdık hem Türk sporunun dününü, bugününü konuştuk. Üç yıl önce kendini ‘televizyondan emekli’ eden Büyüka, “İnsanlar zaten seyrediyor, futbolu da herkes biliyor. Astronomi ilmi değil ki kardeşim... Uzaya adam yollamıyoruz sonuçta, burada maç seyrediyoruz! İzleyici kim taraflı kim samimi hemen anlıyor. Fanatizm inanılmaz boyutlarda” diyor.

Beni, bir gazeteciye yakışır şekilde onlarca albümle karşılıyor. Yolculuğa aile kökenlerinden başlıyoruz. Büyüka, 1800’lerde Kafkasya’dan Düzce’ye göç etmiş bir ailenin dördüncü ve en küçük çocuğu olarak 1947 yılında Sivas’ta dünyaya geliyor. Neden Sivas? Çünkü baba Ömer Büyüka yüksek orman mühendisi ve memuriyet icabı memleketin her yanını dolaşıyorlar. Şansal Bey, “Hani ‘Edirne’den Van’a her yeri gezdim’ derler ya, bu bizim ailede gerçekleşmiş” diye gülüyor. Ortaokul son sınıfa kadar fidanlıklardan elma topladığı, sert geçen kışlarda okula atlı kızakla gittikleri, kendi deyimiyle ‘Doktor Jivago filmi gibi bir çocukluk’ geçiriyor.

Gazeteciliğe 1973’te Milliyet’te muhabir olarak başlıyor. 1990’lardan itibaren televizyonlarda spor yayıncılığının hem temelini atıyor hem de bugünlere getiriyor. Neredeyse 50 yıllık bir macera!

TEMBEL AMA KÜLTÜRLÜ BİR ÖĞRENCİ

Bir sonraki tayin yeri anne memleketi Sakarya oluyor. Küçük Şansal Büyüka, uzun süre buraya alışamıyor. Bazı günler özlem gidermek için Sakarya’dan Sivas’a giden otobüsleri takip ediyor. Sakarya Lisesi’nde tembel ama kültürlü bir öğrenci... Büyüka, “Her sene üç, beş dersten ikmale kalır, eylüldeki imtihanlarında geçerdim. Roman severdim” diye devam ediyor: “Hikâyeler yazardım. Türk dili ve edebiyatına düşkündüm. O niyetle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girdim ama Farsçalar, Arapçalar, gramerler benim gibi tembel bir talebeyi hiç açmadı. Yarım dönem İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne gittim. Orası da beni kesmedi. Sonra Gazetecilik Yüksekokulu’nu bitirdim. Üçüncü denemede aradığımı buldum!”


SENE 1966: “Amcamın 70’li yıllara damga vuran Kızıltoprak sahil lokantası önünde küçük amcam ile birlikte.”

ÖNCE LOKANTADA, SİNEMADA ÇALIŞTIM

Üniversitede zaman sadece derslerle geçirmemiş... Büyüka: “Amcamın Kadıköy’de işletmeleri vardı; sinema, lokanta. Her işi yaptım; gişede bilet kestim, film çuvallarını sırtıma yükleyip iki günde bir Beyoğlu’nda film değiştiriyorduk. Lokantada kasaya bakardım.”

Yazının Devamını Oku

‘Ben bir oyun çocuğuyum!’

28 Kasım 2021
İstanbul’un kültür sanat hayatının kalbi Beyoğlu’na komşu, tiyatro dekoru gibi bir mahallede doğuyor. Sahne tozunu hem izleyici hem oyuncu olarak daha çok küçük yaşta yutuyor. Şehir Tiyatrosu’nun sanatçı kadrosuna gir-diğinde henüz 16 yaşında! Bugün sahnede 45’inci yılını geride bırakmasına, 100’e yakın farklı oyunda rol almasına rağmen ‘tiyatro’ dendiğinde halen heyecanlanan Cem Davran ile eski albümleri karıştırdık…

Sahne hayatında 45’inci yılını geride bırakan Cem Davran, “Ben bir oyun çocuğuydum. Allah beni tiyatro geleneğinin ortasına atmış!” diye başlıyor… 3 Mart 1964 tarihinde Kasımpaşa’da Mehmet ve Naciye Davran çiftinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Işıltılı Beyoğlu’nun hemen komşu ilçesindeler. Kültür-sanat da bir aile işi… Babası Mehmet Bey, Şehir Tiyatroları’nın aksesuar şefi. Davran, “Babam çok küçük yaşta Yeşilçam’da çalışmaya başlamış. Lakabı ‘Altınkafa Mehmet… Kasımpaşa’da kendinden büyüklerin bile akıl danıştığı, öngörüsü, zekâsı dikkat çeken bir genç. Dönemin en büyük film şirketi sahibi, yönetmen Nevzat Pesen’in yanında başlıyor. İlk işi Türk sinemasının 1950’li yıllardaki efsane filmleri Samanyolu, Bulunmaz Uşak, Küçük Hanımefendi gibi filmlerin yapım amirliği… Sonra 1962’de Muhsin Ertuğrul ve Behzat Budak, babamı Darülbedayi’ye yani Şehir Tiyatrosu’na ‘aksesuar şefi’ olarak transfer ediyor. Dedem Emek Sineması’nın bekçisi. Amcam var, o da Yeni Melek Sineması’nın makinisti…” diye anlatıyor. 

6 YAŞINDA TECRÜBELİ BİR TİYATRO İZLEYİCİSİ

Davran da Kasımpaşa-Tepebaşı arasında, Şehir Tiyatrosu’nun önemli oyuncularının da komşuları olduğu, çok kültürlü Aynalıçeşme Mahallesi’nde büyüyor. Kendi anlatımıyla ‘adeta bir tiyatro setinin içinde’: “Cumbalı evlerin, Rumların, Ermenilerin, Türklerin, mükemmel komşuluk ilişkilerinin olduğu bir yerdi. Tam dibinde Darülbedayi’nin en önemli sahnesi Dram Tiyatrosu vardı. Çok beğenilen ‘Kulüp’ gibi bir ortam… Zaten o hikayenin sahibi benim çocukluk arkadaşım, menajerim Rana Denizer… Bu büyülü atmosferden etkilenmeme ihtimaliniz yoktu.” Aklı fikri tiyatroda… Gece gözlerini kapıyor; rüyasında dönemin ünlü oyuncuları Suna Pekuysal’ı, Agah Hün’ü, Feridun Karakaya’yı görüyor. Babasıyla İstiklal Caddesi’nde yürürken gözü hep afişlerde… ‘Yeni Komedi Tiyatrosu’nda oynanan ‘Hacıyatmaz’ı izlemek istiyor. Beşinci defa! Babası, ‘Matematikten pekiyi almak’ şartıyla onu tiyatronun arka kapısından sokup teknisyenlere emanet ediyor. Salondaki koltuklarda bir yandan oyunu seyrediyor bir yandan da kendini sahnede hayal ediyor. Henüz altı yaşında…

Ortaokul yılları... Takdirname belgesi alırken...

‘İLK KAZANCIM 75 KURUŞU ANNEME VERDİM’

İlk sahne tecrübesi ilkokul dördüncü sınıfta; ablasının mezuniyet müsameresinde, gelmeyen bir öğrencinin rolünü alıyor. Ondan sonra okul piyeslerinin aranılan ismi oluyor! 12 yaşında, Şehir Tiyatroları’nın Çocuk Eğitim Birimi’ne giriyor ve yevmiyeli oyuncu olarak çalışmaya başlıyor. Oyun başına kazancı; 75 kuruş. Davran, “Bu parayı anneme verirdim” diye ekliyor... Oyunculuğu öğrenirken, aksesuar şefi babası sayesinde bir yandan da sahne arkasında çalışıyor. Davran anlatıyor: “Kasımpaşa’da Şehir Tiyatroları’nın yüz binlerce aksesuarının durduğu bir deposu vardır. Yaz aylarında babamla oranın düzenlenmesine yardım ederdim. 30 küsur yıllık eşyaların envanter numaralarını metal üzerine kırmızı yağlı boyayla ben yazmıştım! Bu tecrübe sayesinde bugün herkes gitse, ben kendi dekorumu kurabilirim.” 13 yaşında turnelere gitmeye başlıyor. 1980’de 16 yaşındayken ‘stajyer sanatçı’ olarak devlet memuru kadrosuna alınıyor. Henüz reşit olmadığından, kendisi için ‘özel yetenek maddesi’ işletiliyor ve aylık maaşa bağlanıyor. 

Yazının Devamını Oku

Andican’dan Akşehir’e, fabrika işçiliğinden devlet bakanlığına... Bir azim hikâyesi

21 Kasım 2021
Doktor, akademisyen, yazar, siyasetçi… İYİ Parti İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ahat Andican ile buluştuk. Bizi, iki sezonluk bir diziye konu olabilecek kadar çok ve çeşitli maceralarla dolu hayatında bir yolculuğa çıkardı! Andican, “Zorluklarına karşın hayat, senaryosunu kendi çabalarımızla yazabileceğimiz bir mucizedir. Onu dolu dolu yaşayıp yaşamamaksa bizim seçeneğimiz…” diyor.

Sene 1910... Rus İmparatorluğu’nun, bugün Özbekistan sınırları içinde yer alan Andican şehrindeyiz. Bölgenin ileri gelenlerinden ‘Hacı Galip’ küçük oğlu Yoldaş’ı da alarak hacca gidecek. Mekke ve Medine’den önceki durak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ‘Halife şehri’ İstanbul… Bu ziyaret vesilesiyle 8-9 yaşlardaki oğlunun ismi ‘Hacı Yoldaş’ oluyor. Hacı Yoldaş, İstanbul’dan büyülenerek memleketine dönüyor. Andican’daki güzel hayatları 1917’deki Bolşevik Devrimi’ne kadar sürüyor. Rus İmparatorluğu, Sovyetler Birliği’ne dönüşürken bölgedeki çiftlik sahiplerinin malları ellerinden alınıyor. Hacı Galip hayatını kaybediyor. Oğlu Hacı Yoldaş ise 1928’de başlatılan kolhozlaştırma (kolektivizasyon) uygulaması sonucunda ‘kulak’ yani ‘halk düşmanı’ ilan ediliyor. Çalışma kampına gönderilmekten kıl payı kurtuluyor ama Emir Timur döneminden bu yana ailesinin yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalıyor. Yolda eşini kaybeden Hacı Yoldaş iki çocuğuyla komşu ülkeye, ‘Afgan Türkistan’ındaki Kunduz Bölgesi’ne yerleşiyor.

KUNDUZ’DAN TÜRKİYE’YE GEMİ GÜVERTESİNDE GÖÇ…

Burada kalmaya niyeti yok; aklı henüz küçük bir çocukken gördüğü İstanbul’da… Fakat İkinci Dünya Savaşı patlak veriyor ve sınırlar kapatılıyor. Dolayısıyla Türkiye hayali bir süre beklemek zorunda kalıyor… Şeker ve sabun imalatı işine giren Hacı Yoldaş burada iyi bir hayat kuruyor. Oğlu ve kızını evlendiriyor. Kendisi de yeniden evleniyor. 1951 yılında oğlu ‘Ahat’ dünyaya geliyor. Derken, Türkiye’de iktidar değişiyor ve Adnan Menderes hükümeti sınırları açıyor! Hacı Yoldaş, yeni eşi ve küçük çocuğuyla yeniden yollara düşüyor; bir yük gemisiyle Pakistan’dan Basra’ya, Bağdat’tan sonra da trenle Adana’ya ulaşıyorlar. Bir süre Seyhan Nehri’nin kenarında çadırlarda konakladıktan sonra ‘iskânlı göç’ politikasıyla Konya’nın Akşehir ilçesine yerleşiyorlar. Hacı Yoldaş burada kendine ikinci kez ‘yeni bir hayat’ kuruyor. Kunduz’dan getirdiği üç balya Türkmen halısını sermaye yapıyor. Kendilerine verilen arazilerle ailesine iyi bir hayat sunuyor.



Yazının Devamını Oku

‘Unkapanı’nda bir Batılı kemancı’

14 Kasım 2021
Sene 1980. İstanbul’da, AKM’deyiz. 12 yaşlarında konservatuvar öğrencisi iki arkadaş ellerinde notalar, gözlerinde dürbün balkondan aşağıdaki konseri izliyordu; solist hangi parmakları kullanıyor, tellere nasıl basıyor… Arkadaşlardan biri dört yıl sonra kendini bu sahnede ‘solist’ olarak bulacaktı. Bu genç, dünyaca ünlü keman virtüözümüz Cihat Aşkın’dan başkası değildi! Aşkın ile kendi müzik tarihinde bir yolculuğa çıktık, AKM’den Unkapanı’na pek çok durağa uğradık…

Türkiye’nin kültür-sanat gündeminin son iki haftadır en çok konuşulan olayı, 13 yıllık bir aranın ardından yeniden kapılarını açan Atatürk Kültür Merkezi oldu… Açılış haftasında ilk senfonik konserin solist sanatçısı da dünyaca ünlü keman virtüözümüz Cihat Aşkın’dı. En sonuncusu geçen ay İKSV’den aldığı ‘Onur Ödülü’ olmak üzere sayısız ödülü olan Aşkın, bugüne kadar dört kıtada verdiği üç binden fazla konserler, resitaller, seminerler, dersler ve yayınların yanı sıra İTÜ İleri Müzik Araştırmaları Merkezi (MİAM) ve Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda dersler veriyor; Türk bestecilerinin eserlerini tanıtarak ilk seslendirme, arşiv ve yayın faaliyetleri yürütüyor. Onu iki konser arası MİAM’daki ofisinde yakaladım. 

İLK DERS: DO, RE, Mİ; GERİSİNİ SEN ÇÖZ

Cihat Aşkın, hafız bir baba ile ev hanımı bir annenin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1968 yılında İstanbul’da dünyaya geliyor. İki katlı bir evin içinde, huzurlu bir aile ortamında büyüyor. Çok küçük yaştan itibaren merakı belli ve tek: müzik! Radyodan çıkan ahenkli sesleri dinlerken kendinden geçiyor. Sokakta top oynamayı ‘çocukluk’ olarak gördüğü için sevmiyor. Onun yerine televizyonda halk dansları izlemeyi tercih ediyor; ezgileri ve sonrasında atılan adımları takip edip çözdüğü koreografiyi Dikilitaş İlkokulu’ndaki arkadaşlarına öğretiyor. Besteler yapıyor, koro kurup yönetiyor. Henüz sekiz yaşında! Ailesi de bu muazzam ilginin farkında. Okuldan eve geldiği bir gün onu bir sürpriz karşılıyor; bir mandolin! Aşkın, “Sevinçten havalara uçtum!” diye anlatıyor: “Hemen telleriyle oynamaya, çalmaya başladım. İlkokul öğretmenim Gülnigar Gündem bana üç nota öğretti; ‘Do, re, mi… Gerisini sen çözersin’ dedi. Bu yolla keşfetmeyi öğrendim. Telleri kendime göre akort edip melodiler çıkarmaya çalıştım. Sesler zaten kulağımdaydı…”

SENE 1981: Babası Sami ve annesi Remziye Aşkın ile...

HAFIZ BABANIN VİRTÜÖZ OĞLU...

Ailesinde müzisyen yoktu. Ancak müziğe karşı özveri ve algı vardı. Aşkın, “Hafız olan babam Sadettin Kaynak gibi büyük ustalardan eğitim almıştı ve nota okumasa da makamların hepsini çok iyi bilirdi. Annemin de sesi güzeldi” diye devam ediyor: “Yetenekli olduğumu gören anne ve babam beni ilkokul dördüncü sınıfta TRT Çocuk Korosu imtihanlarına soktu. Sınavda benden çocuk şarkısı söylememi istediler ama ben daha olgun şeylerden hoşlanıyordum. Onlara televizyonda dinlediğim yabancı ezgilere bir kitapta gördüğüm şiiri uydurup yaptığım besteyi anlatınca bana ‘Sen koroya hiç girme, konservatuvar sınavına gel ve bizi bul’ dediler.” Konservatuvardan önce Aşkın’ın bir durağı daha olacaktı… Babası onu ‘Beşiktaş Turizm ve Güzelleştirme Derneği’nin korosuna yazdırdı.

SENE 1983: AKM izleyicisi, geleceğin müzisyenleri Cihat Aşkın ve Hakan Şensoy“Keman benim için bir aşk... Bir tutku. Bir şeyi sevdiğiniz zaman nasıl peşinden giderseniz ben de 10 yaşındayken o sesi duyup onun peşinden gittim. İnsanın hayattaki yolunda karşısına bir sürü güçlük çıkabiliyor. Bu güçlükleri yenebildikleri takdirde daha olgunlaşmış, daha üstün seviyelere taşınıyorlar. Ama her şey o ilk aşkla, elektrikle başlıyor. Sevgi olmadan yürümek imkansız.”

Yazının Devamını Oku