Burnunu her işe sokmaya meraklı RTÜK’ün, "Var mısın Yok musun" isimli yarışma programında resmen kumar oynatılmasına sesini çıkarmamasını eleştirmiştim. RTÜK’ten yine ses seda çıkmadı ama bazı okurlar e.posta göndermişler. Yarışmayı beğenerek izlediklerini, kumar oynatılmadığını iddia etmişler.
"Kumarda insanlar ortaya para koyarlar ve kaybederlerse kendi paralarını kaybederler" diyorlar.
Önce programın yapımcısı ve sunucusu Acun Ilıcalı’yı başarılı bulduğumu belirteyim. "Var mısın yok musun" dahil hiçbir programın yasaklanmasından yana değilim. RTÜK’ün TV’lerin işlerine haddinden fazla müdahale ettiğini düşünüyorum. RTÜK’ün "Var mısın Yok musun"la ilgili tavrını eleştirmemin nedeni de icraatlarındaki tutarsızlığı.
Sen kalk zenne diye Huysuz Virjin’le uğraş, masum bir eğlence programı olan "Güzel ve Dahi"yi toplumun bilgi seviyesini gözler önüne seriyor diye oldu bittiye getirerek yayından kaldırt, sonra resmen kumar oynatılan bir yarışma programı karşısında sus pus otur.
Hem polis, hem savcı, hem hakim yetkileriyle donatılmış bir kamu kurumunun başkanının bu kadar tutarsız davranışlarda bulunmaya hakkı yok.
Kimse de kalkıp yarışmada yapılanın kumar olmadığını savunmaya kalkmasın. Program önce bir oyun gibi başlıyor. Yarışmacı bir kutu seçiyor ve içindeki para ödülünü kazanmış oluyor. Buraya kadar sorun yok. Yarışmacı bu ana kadar ortaya bir para koymadığı için kumardan bahsetmek de mümkün değil.
Ancak bankanın ilk teklifinden itibaren kumar da başlamış oluyor. O andan itibaren yarışmacı bankanın teklif etmiş olduğu paranın teknik olarak sahibi. Teklif edilen para onun. İsterse alıp gidebilir. Ancak yarışmacıdan bankanın teklif ettiği ve o anda sahip olduğu para ile kapalı olan kutudaki miktarı meçhul para arasında seçim yapması isteniyor.
Yarışmacının bu kararı vermek zorunda bırakılması, kumara zorlanmasından başka bir şey değil. Kendisinden istenilen kazanmış olduğu parayı, kutu içindeki miktarı meçhul bir paraya karşı riske etmesi. Bundan álá kumar ne olabilir?
Bir insanın kazandığı parayı riske atmasının anlamı her dilde kumardır. Olur olmaz konularda aslan kesilen RTÜK’ün kumar karşısında süt dökmüş kediye dönmesinin adı ise yine her dilde tutarsızlıktır...
Sosyete Masa’nın burnunu kaldırmış
Bayramda öğle yemeğine Masa’ya gittik. Yıldız şef Masa Takayama’nın New York’taki dünyaca ünlü Japon restoranı Masa’ya değil... Şu bizim İstinye Park’taki, özenti sosyetemizin rağbet ettiği Masa’ya...
Eşim Lale ve oğlumuz Tibet’le kapıdan girdiğimizde, dostlarımız Cem ve Sevgi Soysal’la bebekleri Can hálá trafikle boğuşuyorlardı. "Maitre d’hotel"e sigara içilmeyen bölümde altı kişilik bir masa istediğimizi söyledik. Sigara içilmeyen bölüm üst kattaymış. "Maitre d’hotel" bize dört kişilik bir masa gösterdi ve bir masa ile iki iskemle ilave ettireceğini söyledi.
Masaya yerleşip, mönüyü incelemeye başlamıştık ki masamıza gelen garson masa ekleyemeyeceklerini belirtip, loş bir köşedeki rahatsız sıralarda oturulan büyük masaya geçmemizi tavsiye etti. "Nasıl olur, altı kişi olacağımızı bilen "maitre d’hotel" bizi buraya oturttu ve masa ekleneceğini söyledi" dediysek de dinletemedik. Kararlı baskımız üzerine aşağıya gitti, birileriyle (büyük olasılık sahibiyle) konuştu ve gelip talebimizi bir kez daha geri çevirdi. Kaliteli ve klas bir restoranda patron "maitre d’hotel"dir. Müşteriyi onun gösterdiği bir masadan restoranın sahibi de işletmecisi de kaldıramaz. Maitre d’hotel hatalı davranmış olsa bile kaldıramaz, kaldırmaz. Kaldırması kendi maitre d’hotel’ine yapılmış bir hakarettir ve bunu yapan işletmecinin müşterisine hiç saygısı yok demektir. İyi bir restoran mutfağından önce "maitre d’hotel"inden başlar. Restoranda yemek yemek bir kültürdür. Parası bol olan dünyanın en iyi şefini kiralayıp, evinde de yemek yaptırtabilir. Restoran ise kapısından garsonuna, ambiyansından servisine, şefinden yamağına, malzeme kalitesinden sunum süslemesine, şarabından tuzuna kadar bir bütündür. Bu bütünlüğün şerefi ise "maitre d’hotel"e emanet edilmiştir. "Maitre d’hotel"ini ezen bir restoranın yüzüne medeni ülkelerde kimse dönüp bakmaz bile. Bizde ise amaç yemeğe değil piyasaya çıkmak olunca, gelecek vaat eden başarılı, genç restoran işletmecileri bile daha kariyerlerinin başında yoldan sapıyorlar. Yazık...
Fazıl Say ve Bedri Baykam
Birçoğumuz Fazıl Say’a "Gitme, mücadele et" dedik ama ne kadar doğru bir tavsiye bu, emin değilim.
Geçen hafta Bedri Baykam’ın 100. kişisel sergisi açıldı. 100. serginin Fenerbahçe’nin 100. yılına denk gelmesi ve "Efsanenin Yüzyılı" başlığını taşıması da ilginçti.
Fenerbahçeli değilim, bu nedenle eserler bana duygu açısından hitap etmedi, ama sergideki 3 boyutlu çalışmalar gerçekten çok ilginçti. Hani çocukluğumuzun, tek yüzü plastik kartlara basılı, üç boyutlu, kitsch kartpostalları vardı ya... Baykam’ın eserleri de bunlarda kullanılan tekniğin, daha fazla katman kullanılarak geliştirilmesiyle yapılmış. Sonuç çarpıcı ve kendine has...
Sergiyi gezerken, kalıp mücadele etmeyi seçtiği için Bedri Baykam’a yapılan haksızlıkları düşündüm. Entelektüelliği kendi tekelinde gören bir takım yazarların, sırf siyasi fikirleri örtüşmediği için Baykam’ı nasıl da küçümsemeye kalkıştıkları, nasıl da tutarsızca eleştirdikleri geldi aklıma. Bedri Baykam’ın sanatçılığını eleştirmek tabii ki herkesin hakkı ama siyasi mücadelesini küçümsemek ve bu küçümsemeyi sanatına çamur atmak için de kullanmak çok çirkin.
Fazıl Say’a da benzer bir saldırı başlatıldı bile...