Bugün benim doğum günüm, hem sarhoşum hem yastayım...diye diye avaz avaz şarkı söyledim. Henüz babacığımın öldüğü yaşta değilim. Benim babam bence çok erken gitti... Çoook! O yaşta olmak istemiyorum asla! Ben babamdan daha uzun yaşamak istiyorum. Hatta hiç ölmek istemiyorum. Beni öbür dünya hayalleri değil, şu yaşadığım dünya ve bu an ilgilendiriyor. Benim için tüm iyilikler ve tüm kötülükler; tüm sevaplar ve tüm günahlar burada, bu dünyada biz nefes alırken yaşanıyor. Öbür dünyaya hiiiç bir şey kalmıyor. O yüzden ne varsa yapabildiğim şimdi yapıyorum, yapmayı deniyorum. Sonrası Allah kerim. Ne yapalım... Bu da benim ben olma ve yaşam şeklim. Ben doğaya tapıyorum; ağaçlara, kuşlara, böceklere, hatta kurumuş otlara bile bakarken Tanrı’nın varlığını hissediyorum. Kocamı çok seviyorum. Bana aşkı yaşattığı için ona minnettarım. Duydun mu beni eyyy “hayatımın ince detayı”, seni çoook seviyorum! Çocuklarım benim cennetlerim. Bir kızım bir oğlum var benim. Onları bu dünyaya sancılarımı çeke çeke, doğum sancısını içimde doya doya hissederek getirdim. Çocuklarımla beraber, aslında hayatıma taptaze birer ömür daha ekledim. Onlar benim en büyük yol gösterenlerim. Bu hayatı bana, benim unuttuğum şekliyle yeniden yaşamayı hatırlatan sihirli meleklerim. Kendi kendimize kurduğumuz bu minik ama dev cennetimden dışarı hiç çıkmak istemiyorum. Benim bu hayatı yaşarken yaşadığım güzelliklerin, şu hayattan aldığım zevkin, bana yaşatılan her güzel duygunun kat be katını hepinize can-ı gönülden diliyorum. Her kim ki gözü bu satırlara değen... Bilsin ki, tanıdığım tanımadığım herkes ve her şeyi -şaka gibi ama- gerçekten çok seviyorum. Yonca “sevgi-li”
Çalışan annenin tatilde paçasına yapışan ve asla dibinden ayrılmayan çocuk sendromu
Olay şöyle efenim... Sabah gözünü “Anneeeeee anneeee annnnnneeeee... eeee eee!” sesleriyle açıyorsun. Ve gece “Anneeeee anneee neee” diye sayıklayan çocuklarla gözünü yumuyorsun. Kalan zamanda da zaten kulakların çınlıyor, gaipten anne diye seslenen çocuk sesleri duymaya başlıyorsun. Boyu dizine kadar gelen, sıcaklığı 40 dereceye yaklaşan -ayıp değildir söylemesi çünkü gerçek budur- çişli bir suda; bir bacağında biri, öbür bacağında biri, üzerine maymun gibi tırmanmaya çalışan, senden ayrı nefes almayan, yüzmeyen, dalmayan, çıkmayan iki çocukla, kulaç atmadan yüzmek nasıl olurmuş konusunda doktora tezi yapabilir hale geliyorsun. Garip ama gerçek, bu durumdan haz aldığın gibi aslında için için feci fenalık da geçiriyorsun. İkilem şu: İçinden bir ses “Yahu bu da benim koca sene beklediğim üç kuruşluk tatilim. Sanki tatil tatil değil de azap! Ben çalışan bir anne olarak bu yaz resmen bittim. İşe dönüp acilen kafamı dinlemeliyim” derken; içindeki öteki ses “Hiii sakın öyle deme ama Yonca, bak çok şükür ne güzel çocuklarınlasın, doya doya zaman geçirsene onlarla” diyor. İnsan anne olunca, ben size söyleyeyim, ne öyle ne böyle anasını satayım bir türlü tam anlamıyla huzur bulamıyor. Ve fakat ama lakin... Çalışmamız lazım hem de hiiiç kusur bulmadan. Çalışan anneyiz diye olayı vicdan azabına çevirmenin hiç manası yokmuş, bu yaz bunu keşfettim (ya da yine kendimi kandırıyorum, ki ben artık bunu çok yapıyorum). Hakikaten az, öz, kaliteli zaman çocuklara çok iyi geliyor ve esas bana iyi geliyor kardeşim bana! Vıcık vıcık bir ilişki, sizi bilmem ama bana yıpratıcı ve sağlıksız geliyor. Offf çok yoruldum yaaa! Yonca “harbi”