Paylaş
Başrolde Brad Bitt ve Cate Blanchett vardı hani.
Hayata dair en sevdiğim, en etkileyici anlatımı olan hikâyelerden biridir.
Hayatın ta kendisidir Benjamin Button’un hikâyesi.
Çirkin ve hastalıklı bebek sevmeyip onu sokağa atabilenlerle, çirkin ve hasta bir bebeği bile bağrına basabilenlerin aynı anda, aynı dünyada yaşayabildiklerini anlatır.
Yüzümüze çirkinliklerimizi de güzelliklerimizi de çok güzel vuran bir hikâyedir.
Hikâye boyunca tokat yedikçe gül biter yüzümüzde...
Doğumdan ürker, ölümü kucaklarken buluruz kendimizi. Ters köşelerden ters köşelere savruluruz.
Gençle yaşlı aşkından tut, yaşlıyla genç aşkına kadar tüm kavramlar kabul edilebilir olur bir anda.
Hayatın çirkinliklerinin de güzelliklerinin de aslında tamamen insanların kendi çirkinlikleri veya güzelliklerinden kaynaklandığını anlatır Benjamin Button.
Kurban olmayı seçenlerle, hayatını kurtarmayı seçenlerin hikâyesidir...
Hayallerini felaketlere rağmen gerçekleştirenlerle, felaketlerini kendi yaratanları anlatır aynı karede.
Bedeni ve ruhu yaşlı doğup büyüdükçe giderek gençleşen ve gençleşip büyüdükçe bebekliğine dönüp ölen bir insanın hikâyesidir...
Bütün sonların bir başlangıç olduğu, bütün başlangıçların da bir son olabildiği hikâyeler bütünüdür...
Çok sevdiğim bir hikâyedir dedim ya, beni hep çok etkilemiştir.
Şu anda koskocaman bir “Benjamin” ağacının altında yapayalnız oturuyorum.
Mutsuzluklarımızın, umutsuzluklarımızın nedenlerini düşünüyorum kendi başıma.
Nasıl çocuklar olduğumuzu, nasıl çocuklar yetiştirdiğimizi düşünüyorum...
Nasıl ana-babalar olduğumuzu anlamaya çalışıyorum.
Nesiller arası farkların neleri nasıl etkilediğini anlamaya çalışıyorum.
Bebek doğuyoruz ama aslında çok bilgeyiz çocukken. Aklımıza ilk geleni söylerken bin bir tane şeyi düşünmüyoruz.
Sonra bir dönem geliyor, ne desen olmuyor. Herkese göre yanlışsın.
Ergensin...
Gençsin...
Asisin...
Olmuyor yani o dönem, bir yerlere uygunsuz kaçıyorsun sürekli.
Sonra büyüyorsun... Öyle diyorlar yani.
İdare etmeyi, kendini geri plana atmayı, başkasına göre yaşamayı öğreniyorsun.
Susuyorsun... İçine atıyorsun... Ya da her şeyi erteleye erteleye yaşıyorsun.
Yaşlanıyorsun birden.
Ağzına geleni söyler haline geri dönüyorsun bir bakıma. Kaprislerin oluyor. Bencilleşiyorsun...
Çocuklaşıyorsun.
Bebekleşiyorsun.
Benjamin Button hastalığıyla doğuyoruz hepimiz.
Bebek gelip bebek gidiyoruz yani...
Kızgınlıklarımız, kırgınlıklarımız en çok kendimize... Yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımız üstüne.
Mutluluk ve mutsuzluklarımız da...
Şu koca Benjamin ağacının altında, rüzgardan sürekli dayak yerken...
Tek duam ve dileğim var...
Kimselere yük olmadığım, kimselere külfet olmadığım bir hayatım olsun.
İlk nefesimde ne kadar rahat ağlamışsam, o kadar rahat ağlayabildiğim,
İlk güldüğüm anki kadar içten gülebildiğim bir hayatım olsun.
Aldığım nefese şükredeyim...
Hiç kimsenin mutsuzluğunun nedeni olmayayım asla...
Ve tanıdık tanımadık birilerinin mutluluğuyla mutlu olmayı bileyim...
Bu bana yeter de artar.
Bebekler gibi uyurum sonra.
Yonca
“kısmet”
Paylaş