Yener Süsoy

Hoca’yı askeri ihtilalin geldiğine inandıramadım

21 Mart 2006
Turgut Özal’ın sağ kolu, ANAP’ın kurucularınan ünlü siyaset adamı Mehmet Keçeciler, Yener Süsoy’a 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hemen öncesinde Konya’da yapılan "Kudüs’ü Kurtarma Mitingi"nin bilinmeyen yönlerini anlattı. O dönemde Konya Belediye Başkanı olan Keçeciler, Milli Selamet Partisi’nin (MSP) düzenlediği mitingi engellemeyi başaramadığını itiraf etti. Gelelim şu ünlü 6 Eylül 1980 günü Konya’da yapılan "Kudüs’ü Kurtarma Mitingi"nin içyüzünü öğrenmeye...

- İsrail, Kudüs’ü başkent yaptığını ilan edince, Erbakan hoca "Konya’da Kudüs’ü kurtarma" mitingi yapalım dedi. Gün olarak da 6 Eylül 1980 günü tespit edilmişti. "Böyle manalı bir miting, çadırın orta direği olan Konya’ya yakışır" demişti hoca. İlk başta beni tertip komitesi başkanı yapmak istediler, "Ben bu mitinge karşıyım" deyip kabul etmedim. Çünkü 1979’da Konya’da yapılan bir mitingde 2 kişi ölmüştü. Konya’daki mitinglerde kanunsuz yürüyüşler yaptıklarını bildiğim için bu mitingin yapılmasına karşıydım. Hocanın bayram törenlerine katılmadığı dönemde, ben hiçbir bayramı kaçırmazdım. 30 Ağustos 1980 günü, vali ve 2. Ordu Komutanı’yla birlikte sabah erkenden Atatürk anıtına çelenkleri koyduk. Vali Lütfü Tuncel, 2. Ordu Komutanı ise görevi yeni devralan Orgeneral Bedrettin Demirel’di.

BEDRETTİN PAŞA NE DEDİ

Geçit törenine bir saat vardı; paşa "Orduevinde birer kahve içelim" dedi. Kahvelerimizi içerken "Paşam dün Ankara’daydım, Emniyet Genel Müdür Muavini Abdülkadir Aksu benim sınıf arkadaşım. Yanında otururken telsizle polis amiri yalvarıyordu; ’Etrafımızı anarşistler sardı, çok acele ilave kuvvet gönderin’ diye. Abdülkadir Bey orayı aradı, burayı aradı, askerden kimseyi bulamadı. Niye yardım etmiyorsunuz anarşinin önlenmesine paşam?" dedim. Gözlerime baktı; "Yakında önleyeceğiz, bundan sonra anarşistleri vurup öldüreceğiz, mahkemeye çıkarmak yok" dedi. "Aman paşam, hukuk devletinde böyle bir şey nasıl olur?" diye sordum. "Kanunları da biz koyacağız" dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. İhtilal kararının Yüksek Askeri Şûra’da verildiğini anladım. Hemen hocayı arayıp randevu istedim. 2 Eylül saat 11.00 için randevu verdi.

DEMİREL’İN UYARISI

Bu arada Şaban Karataş da, tarihi Alaeddin Camii’nin feci durumunu anlatmam için Demirel’den aynı gün 09.00 için randevu almıştı. Başbakana Alaeddin Camii’nin çökmek üzere olduğunu, onarımı için devlet yardımının şart olduğunu anlattım. Çok ilgilendi, ilgili yerlere emir vererek meseleyi halletti. Tam ayrılırken "Reis bey, siz vatanperver bir insansınız, ben sizi takip ediyorum. Benim de sizden bir ricam var" dedi. "Emriniz olur sayın başbakanım" dedim. "Hocaya benden selam söyle, askeri tutamıyorum. Erken seçim kanununu acele geçirsin, yoksa ihtilal olacak" dedi.

HOCAM MİTİNGTEN VAZGEÇ

Hocayla Meclis’teki randevuma gittiğimde, Başkanlık Divanı toplantısı vardı. Grup odasındaki toplantı masasında Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Süleyman Arif Emre, Recai Kutan ilk gözüme çarpanlardı. "Hocam dedim, 6 eylülde Konya’da yapacağımız mitingin hiç faydası yok. Miting yapmakla Kudüs kurtulmaz. Kudüs’ü kurtarmak için asker yazacaksanız, beni 1 numaraya yazın. Öğrendiğim kadarıyla Askeri Şûra’da ihtilal kararı verilmiş vaziyette. Bu miting, ihtilalin sebeplerinden birisi haline getirilir, hepimizin, bütün partililerin başı derde girer."

ASİLTÜRK’ÜN İTİRAZI

İlk itiraz Oğuzhan beyden geldi; "Olmaz efendim, artık çok geç, mitingi herkese duyurduk" dedi ve devam etti: "Bizim de istihbaratımız var, bizim ordu ihtilal yapamaz. Çünkü sağ ve sol olarak bölünmüş durumda. Biri yapsa, öteki izin vermez" Demirel’in söylediklerini de iletince, hoca çok kızdı. "O bizi hep askerle korkutur zaten" dedi. Fevkalade sinirlendim; "O halde ben de sizin belediye başkanınız değilim" dedim. Kalktım, kapıyı hızla çarpıp çıktım. Konya’ya döner dönmez vali beyle görüştüm. Dedim ki "Hocayı ikna edemedim, istifamı orada şifahi olarak söyledim, ben gidiyorum." Vali bey dedi ki "Reis bey Konyalı seni seçti, onlara en lazım olacağın zamanda terk edip gidiyorsun. Bu yiğitlik mi?" Bu lafa cevap bulamadım.

KONYA’NIN DELİLERİ

Neyse, mitingi yapıyoruz, Erbakan mikrofonu alıp, İstiklal Marşı için bizzat ses verdi. Hep bir ağızdan söylenirken baktım, en önde bazı adamlar ayağa kalkmıyor. Kimin veya kimlerin yaptığını hálá bilmiyorum, oturanların hepsi Konya’nın meşhur delileriydi. Mustafa’dan İsmail’e, Selahattin’e kadar ne kadar delimiz varsa, hepsini salıvermişler sokağa. Üzerlerine yeşil kaftanlar, başlarında yeşil sarıklar, boyunlarında koca Mevlana tespihleri. Dışarıdan gelen gazeteciler haklı olarak onları normal adam zannetti. Ertesi gün hoca MSP, ben de belediye adına dilekçe verdik savcılığa ve valiliğe. İstiklal Marşı söylenirken oturanlardan şikayetçiyiz diye. Bu arada bir de hocayı idare ettim.
Yazının Devamını Oku

Türbanı siyasi simge haline Erbakan getirdi

20 Mart 2006
Mehmet Keçeciler’i yakın dostları "Gönül insanı, Konya sevdalısı, devlet adamı" olarak tanımlar. Sevgili Ertuğrul Özkök’ümüz ise şunları yazmıştır: "Mehmet Keçeciler gibi siyasetçilere Türkiye’nin ihtiyacı bulunduğuna inanıyorum. Bence her partide mutlaka bir Mehmet Keçeciler olması gerekir. " O halde düşelim yollara, varalım Keçeciler’in Ankara Angora Evleri’ndeki yeni tripleks villalarına. Nahide-Mehmet Keçeciler çifti bizi kapıda karşılasınlar, ayağımıza galoş isteyip girelim büyük salona. Duvarlarda çiçek resimleri de var, sureti olan insan resimleri de. Bilmeyenler için söyleyeyim; Keçeciler 1 Nisan 1944 Konya doğumlu. Yüksek İslam Enstitüsü ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Ardeşen, Çumra, Kargı ve Fındıklı’da kaymakamlık yapmış. Ardından İçişleri Bakanlığı bursuyla Paris’teki Sorbon II Üniversitesi’nde hukuk mastırı yapmış. Turgut Özal’ın sağ kolu, ANAP’ın kurucusu Mehmet Keçeciler, siyasetteki şöhretini Konya Belediye Başkanı’yken partisi MSP’nin düzenlediği "Kudüs’ü Kurtarma Mitingi"ne borçlu. O, kimine göre 12 Eylül öncesinin "Kutsal İttifak" kurmaylarından. Kimine göre "takunyacı", kimine göre "gerici". XVIII, XIX, XX. dönem Konya Milletvekili, Devlet, /images/100/0x0/55ea4c26f018fbb8f876b7dcBayındırlık ve İskan eski Bakanı, 35 yıllık evli, 4 çocuk ve 1 torun sahibi. Onu bugünkü ANAP’ın MKYK üyesi olarak değil, başından binbir olay geçen, nice tarihi olaylara tanıklık eden deneyimli bir siyaset ve devlet adamı olarak dinlemek istedim.

Mehmet Keçeciler, yıllar önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte Milli Selamet Partisi’nde saf tutuyordu.

- Tayyip Bey’e tavsiye ediyorum, cumhurbaşkanlığına heves etmesin. Çankaya’ya çıkma niyetiyle Türkiye’yi germesin. Bunca yıllık siyasi ve idari tecrübelerime dayanarak çıkış yolu gösteriyorum. Cumhurbaşkanlığını 1961 Anayasası’nda olduğu gibi sembolik bir hale getirsin, yetkileri başbakanlığa alsın. Tayyip Bey, anayasal müesseselerle çekişerek oy toplamaya çalışarak yanlış yapıyor. Çankaya ve yüksek yargıdan döneceği belli olan yasaları çıkarmaktan vazgeçmeliler. CHP de onun karşı çıktıklarına sahip çıkarak oy topluyor, tam bir kayıkçı kavgası. Tabanlarını tutmak için "Görüyorsunuz, elimiz kolumuz bağlı, ne yapsak Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Cumhurbaşkanı yolumuzu kesiyor" demesi yanlış. AKP’nin başarılı olmasını istedim. İçinde çok değerli dostlarım var, genel başkanları, beraber, aynı çizgide siyaset yaptığım insan. Ama, maalesef Tayyip Bey ve arkadaşları çok hazırlıksız geldiler. Keşke Anayasayı değiştirebilselerdi, bu yüzden sitem ediyorum. Anayasayı değiştirecek sivil çoğunluk, 1954’ten bu yana ilk defa bu hükümetin eline geçti. Ama maalesef, AB’nin istediği birkaç maddeden başka bir değişiklik yapamadılar.

Nahide hanımefendi, başını eskiden beri böyle mi örter?..

- Erbakan, ANAP’ı yıkıp Refah’ı birinci parti yapabilmek için türbanı siyasi simge olarak kullandı. MSP zamanında bu yoktu, çünkü başı örtülü olmayan MSP’li olamazdı. Başörtüsü elbette serbest olmalı ama, bunların yaptığı sıkma baş işi yanlış. Erbakan türban olayıyla İslama da hizmet etmedi. Milleti birleştirici bir unsur olan dini, milleti bölen bir unsur haline getirdi. Ben hayatımın hiçbir döneminde dini istismar etmedim. Bu maksatla değil sanık, tanık sıfatıyla bile adliyeden içeri girmedim. Seçmenin huzurunda masum derviş, Annkara’da ayyaş, berduş olmadım. Hiçbir zaman laikliği dinsizlik olarak anlamadım. Hanımımın başı ben kaymakamken de örtülüydü ama, devlet bize hiç karışmazdı. Ben hep devletime sadık kaldım, her zaman devletimin yanında oldum. Bizim devrimizdeki arkadaşlara bakın, Cemil Çiçek’in, Ahmet Karaevli’nin, Ekrem Pakdemirli’nin hanımların da başları örtülüdür. Hanımlarımız eskiden Anadolu’da hepimizin bildiği başörtüsü kullanırdı. Turgut Bey ve Semra Hanım bizleri ikna ederek bir toplumsal uzlaşma yarattı. Hanımlarımız başlarını modernize ederek örter oldu. Bunlar, bir ara "Taksim’e cami yapacağız" diye tutturdu. Meclis kürsüsüne çıktım; "Kardeşim konuşup durmayın, İstanbul belediye başkanı sizden, başbakan da sizden. Yapacaksınız buyurun yapın" dedim. Şimdi de Göztepe’ye camisi çıktı, rahat durmuyorlar. Biz TBMM’nin orta yerine cami yaptık, Türkiye’den hiç ses çıkmadı, çünkü ihtiyaç vardı. Ben hiç Milli Görüş taraftarı olmadım, bugün AKP milletvekillerinde çoğunluk, Milli Görüşçülerin elinde. Davranışlarında o istikamete gidiş var, kendilerine tavsiye ediyorum, sakın eski yola gitmesinler.

Erbakan’ın hedefi ülkede İslamı hakim kılmaktı

Erbakan hocayı, onun en yakınında olan birinden dinlemek bir başka olur herhalde.

- Erbakan ve arkadaşları, siyaset yoluyla Türkiye’de İslamı hakim kılmayı hedefliyordu. Korkut Bey ve bizler ise, buna karşı çıkıp, toplumun geldiği noktanın farkı olduğunu söylüyorduk. O zaman MSP İstanbul İl Gençlik Kolu Başkanı olan Tayyip Erdoğan da bizimle aynı görüşteydi. Biz demokrasiyi getirip, fikirlerin serbestçe tartışılmasını savunuyorduk. İnsanlar Müslüman olduğunu serbestçe söyleyebilirlerse, kuvvetli fikirler zayıf fikirleri daima asimile eder. Bu da Türkiye’deki Müslümanların ihtiyacını karşılar, bundan fazlasını yapmam mümkün de, doğru da değildir. Daha sonra hoca da bizim dediğimiz yere geldi. Aslında baştan beri bizimle aynı fikirdeydi ama, rey alabilmek için dışarıya farklı mesaj veriyordu. Hocanın din devleti kurulmasına karşı çıktığını söyleyemem. Bu arada şunu da söyleyeyim; Erbakan’ın cezaevine girmesini doğru bulmuyorum ama, devletten aldıkları parayı kuruşuna kadar ödemesi lazım. Cumhurbaşkanımız hocanın cezasını affetse, çok daha şık olur.

Özal’a ANAP’ı kurmak için Demirel’den izin

"Bugün Anavatan Partisi’nde sayın Keçeciler’in yeri hemen benden sonradır." (Turgut Özal 1986)

- Bizzat Özal’ın kendisinden dinledim. Kenan Paşa kendisine başbakan yardımcılığını teklif ettiğinde, "Paşam, izniniz olursa Zincirbozan’a telefon edip Süleyman Bey’in iznini alayım" demiş. Kenan Paşa da "Tamam, ama burada benim yanımda konuş, başka yerden telefon açarsan başın belaya girer" diye cevap vermiş. Turgut Bey orada açmış telefonu. Demirel de "Bu vatan, bu ülke hepimizin, tabii ki kabul edeceksin" demiş. Anavatan kurulmadan önce, Turgut Bey’in Demirel’e yolladığı ilk mesaj şuydu; "Ağabey, eskilerin güdümünde siyasete izin vermeyecekler. İznin olursa ben siyasi parti kuracağım..." Gelen cevapta "Zemin çok kaygandır, sakın parti kurma. Biz kuruyoruz, kurucu üye olmak istiyorsan gel" diyordu. Turgut Bey ısrar etti; "Ağabey, kesinlikle biliyorum ki, eskilerin kurduğu siyasi partilere izin verilmeyecek. Şu 3 arkadaşı kurucu üye yapmam için lütfen izin ver; Mehmet Dülger, Atilla Peynircioğlu, Avni Akyol." Kısa süre sonra Ekrem Bey aracılığıyla cevap geldi. Özal’ın izin istediği 3 kişiye izin vermediği gibi, bunlara Hasan Celal Güzel’i de eklemişti.

YARIN: 1980 Konya mitinginin perde arkası
Yazının Devamını Oku

Stone’un nü resmini yapmayı çok isterim

13 Mart 2006
Roma denilince aklımıza ilk gelen, ya "Trevi Aşk Çeşmesi" olur, ya "Romalı Perihan", ya da futbolcu Totti. Belki Vatikan, belki İspanyol Merdivenleri, belki de Tivoli...  Oysa ki, Roma denilince aklımıza Timur Kerim İncedayı da gelmeli. 1962’den beri Roma’da yaşayan dünyaca ünlü Türk ressamı ve heykeltıraş. Eserleri Roma, New York, İstanbul, Paris, Zürih ve Cenova’nın en önemli koleksiyonlarında yer alıyor. Boğaziçi’ndeki yalıları, köşkleri dolaşsak, her birinde mutlaka en az birer Timur Kerim İncedayı imzalı karışık teknik veya yağlıboya resmine rastlarız. Ayrıca otomobili 2006 Maserati 3200 GT, motosikleti Harley Davidson 883. Hem Roma’nın merkezinde evi, stüdyosu var, hem de Roma yakınlarında görkemli bir çiftliği. Timur Kerim İncedayı’nın halka açık resimleri, İstanbul Four Seasons ve Ritz Carlton otellerinin duvarlarını süslüyor. /images/100/0x0/55eb18b2f018fbb8f8aacd8eİncedayılar, İstanbul’a gelmişken onları Four Seasons’ın restoranında öğle yemeğine davet edeyim dedim. Tatlı yedik acı konuştuk, acı yedik tatlı konuştuk gün boyu. Timur usta, otelin salon ve yatak odalarını süsleyen muhteşem resimlerini tek tek anlattı. Resimle güldü, Kerem’le ağladı, káh bülbül oldu, káh dut yemiş bülbül... Eski bir İstanbul beyefendisi Timur Kerim İncedayı’yla vedalaşırken, yorgun gözlerinde Yahya Kemal vardı: Kámildir o insan ki, yaşar hátıralarla;

Bir başka kerem beklemez artık gelecekten.

Kerem: Soyluluk, ululuk, büyüklük, asalet... Kerem: Bağış olarak verme, iyilik, cömertlik, eli açıklık, lütuf (Türk Dil Kurumu Güncel Sözlük).

- Aralık ayında İstanbul’da açacağım serginin adı herhalde Kerem olacak. 2004’ün ekim ayında, 24 yaşında kaybettiğimiz sevgili oğlumuz Kerem’in. Vefat ettiğinden beri tamamen Kerem’in acısıyla yaşıyorum. Onu Roma’da defnetmeye kıyamadım, Bodrum Yalıkavak’a getirdim. Orada da bir stüdyo evim var, yazları kaldığım sürece Kerem’le beraber oluyorum. Yalıkavak Mezarlığı küçücük, Kerem yıldızları ve güneşi çok severdi. Kabri başında çocuklar saklambaç oynuyor, yalnız değil orada. Kerem küçüklüğünde çok yaramaz bir çocuktu, hızlı yaşadı. 4 yaşındayken ilk defa bindiği go-kart’la 120 km hız yapmıştı. Ablasının hastalığından sonra Kerem aniden değişti. Bütün arkadaşlarını, her şeyi terk etti, sadece ben ve annesiyle yaşamak istedi.

Onun için Roma yakınlarında bir çiftlik aldım, hep üçümüz bir aradaydık. Son zamanlarında büyük depresyonlar geçiriyordu. Vefatından sonra cüzdanından bana hitaben yazdığı küçük bir gazete parçası çıktı. "Sevgili babacığım, bu dünya batıyor. Seni ve annemi çok seviyorum" yazıyordu. Elimdeki şu küçük taşı merak ettiniz değil mi Yener Bey? Kerem’in Yalıkavak’taki mezarından almıştım. Yanından hiç ayırmam, onunla yaşıyorum. İki de kızım var, 35 yaşındaki büyük kızım İrem de Roma’da tanınmış bir ressam. Genellikle göz aldatıcı duvar resimleri, tablolar yapıyor. Ünlü bir İtalyan doktorla evli, 2 çocukları var. Onun bir küçüğü olan Siren, 10 yıl önce çok önemli beyin ameliyatları geçirdi. Yıllarca kemoterapi, radyoterapi tedavileri gördü, şimdi çok iyi. O zamanlar Kerem buluğ çağındaydı, yakından ilgilenemedik. Birini kurtarmak için ötekini feda ettik.

Sharon kışkırtıcı ve esrarengiz

"Timur İncedayı’nın yapıtlarında kadınlar bol ve çoğu kez erkek bakışını çekmeye yetecek ölçüde çıplaktırlar." (Valerio Deho-İtalyan eleştirmen)

- Sharon Stone’un nü resmini yapmayı çok isterim. Enteresan, esrarengiz, kışkırtıcı bir kadın. İtalyanlardan ise Ornella Muti’nin nü resmini yapmak isterim. Yaşı biraz ilerlemiş olabilir ama, hálá hoş bir oryantal kadın. Size ilginç bir anımı anlatayım, geçtiğimiz yıllarda Yıldız’da açtığım sergimde "Süleymaniye ve Odalık" adını verdiğim bir nü resmim vardı. Atölyemin içinde bir nü oturmuş, arkada Süleymaniye Camii görüntüsü. Bir gün sergiye bir sürü genç geldi, dini okulda okuyorlarmış. Benden hesap sordular. Böyle bir tablo yaptığım için. Dedim ki "Resmi ben yaptım, bitirdim. Bundan sonra size ait, analizini şimdi siz yapın." Gençler önce şaşırdı, sonra "Çıplak bir kadının önüne cami yapamazsın" dediler. "Ben sanatçıyım, siz beni kısıtlayamazsınız. İstersem nü’yü caminin içine de koyarım. Bir sanat eseri ortaya çıkarıyorum, dinin neresini rencide ediyorum" dedim. "Yine de, bir daha caminin önüne tümüyle çıplak bir kadın resmi yapmayın" deyip gittiler.

Metropolizm akımının öncüsü

"İncedayı’da, zaman yoktur; sadece tarihsel ya da psikolojik, her türlü zamanı sıfırlayan yarım bir zamanın sürekliliği vardır." (Renato Minore- İtalyan eleştirmen)

- Guttuso, Maccari, Montanarini gibi ünlü ressamların gözde öğrencisiydim. Mezuniyet tezim Türk minyatürleri üzerineydi, Selçuk ve Osmanlı sanatı üzerine yoğunlaşmıştım. 1968’de akademiden arkadaşım Isabella’yla evlenip Roma’ya yerleştik. Isabella dekorasyon mezunudur, çok da iyi resim yapar. Dayısı ünlü İtalyan yapımcı-yönetmeni Bruno Todini’dir. Bruno, Laurentis’le birlikte İtalyan neo-realist akımının yaratıcısıdır. 1968’de Zeffirelli’nin New York Metropolitan Operası’nda sahnelediği "I Pagliacci" ve "Cavelleria Rusticana" operalarının kostüm ve sahne düzeni tasarladım. 1965 ve 1969 Roma Quadrennial sergilerine katıldım. İlk kişisel sergimi 1973’te Milano’daki ünlü Fante di Spade’de açtım. 1987’de Carlos Grippo, Antonio Sciacca ve Nico Paladino ile birlikte "Metropolizm" adlı resim hareketini başlattık. Aynı yılın aralık ayında İtalya’da "Metropolitan" adlı kitabım yayınlandı. Metropolizm; İtalyan tüketim toplumunun resimle analizi. Metropolismo sergisinde yer alan eserlerimi Cartier, Ferre, Tod’s, Bulgari ve Versace aldı.

Milano’ya Orient Express’le gittim

- Ailemiz Sinop’un çok eskilerindendir. Babam Ordinaryüs Profesör Doktor Cevat Kerim İncedayı, Türk dermatolojisinin kurucusu olarak anılır. Amcam Cevdet Kerim İncedayı ise 1914’te Harbiye’yi bitirip I. Dünya Savaşı’nda Kafkas cephesinde savaşmış. Savaş dönüşü Akademiyi bitirip Kurtuluş Savaşı’na katılmış. 1935-1951 yılları arasında Sinop Milletvekili olmuş. Daha sonra ulaştırma ve bayındırlık bakanlıklarında bulunmuş. Ben 1942’de İstanbul Nişantaşı’nda doğdum, iki kardeşiz. Yüksek İç Mimar olan kardeşim Babür Kerim İncedayı, halen Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Bütün ünlü doktorların muayenehaneleri o zamanlar Yerebatan Caddesi’ndeydi. Ekrem Şerif Egeli, Kazım İsmail Gürkan, Mazhar Osman ve babam yan yanaydılar. Ayasofya’nın avlusunda mahalle çocuklarıyla saklambaç oynardık, yokuşlardan tekerlekli kızaklarla kayardık.

Kişiliğimin gelişmesinde İtalyan anneannem Meryem’in büyük katkısı oldu. Osmanlı amirali olan büyükbabam İngiliz Ömer Paşa, onunla Trieste’de tanışmış. İstanbul’da evlenmişler, Maria Müslüman olup Meryem adını almış. Annem de babasının talebesi olan ünlü denizci Celal Gemi ile evlenmiş. Orta ve liseyi yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nde okudum, 1961’de mezun oldum. Ardından babam beni Orient Express’e bindirip mimarlık tahsili için Milano’ya uğurladı. Kent ve okul bana ağır geldi, anladım ki, mimarlık bana göre değil. İsviçre’de okuyayım dedim, trenle Lozan’a gittim. Trendeki İsviçreliler buz gibi soğuk geldi, selam bile vermediler. Aynı trenle Milano’ya geri döndüm ve Roma Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazılmaya karar verdim. Böylece hayatımın macerası başlamış oldu.
Yazının Devamını Oku

Saidi Nursi beni Nur talebesi sandı

7 Mart 2006
Türk basınının en eski ve ünlü isimlerinden, 58 yıllık gazeci-yazar Yılmaz Çetiner, anılarını topladığı "Nefes Nefese Bir Ömür" adlı kitabını Yener Süsoy’a anlattı. Yakın tarihimizdeki siyasi çalkantıların, askeri darbelerin, politik oluşumların hiç bilinmeyen yanları, Türk basınına damgasını vurmuş ünlü isimlerin ilginç öyküleri ve dünyanın dört bir yanından derlenmiş anılar... - Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasından sonraki günlerdi. Vatan Gazetesi’ndeydim. Yıllardır Saidi Nursi’nin adı biliniyordu ama, kimse gidip onunla görüşemiyordu. On binlerce taraftarı, müridi vardı, sayıları gün geçtikçe de artıyordu. "Hiç uğraşma, konuşmaz" dediler. Ama ben kafama koymuştum; ne yapıp edecek, çıkacaktım karşısına. Bu bir gazetecilik başarısı olacaktı, Öyle de oldu. Bediüzzaman ile 1953 yılı ocak ayı sonlarında, Eskişehir’de görüştüm. Sözde ben nur talebesiydim, onun müridiydim, hatta Eskişehir’de polis beni yakalamıştı. Saidi Nursi’nin Emirdağ’da yaşadığını öğrendim. Hemen o adrese gittim, Nurcu kıyafetleri içinde. Harap bir ahşap evin küçük bir odasındaki kerevette yatıyordu. Sol tarafta içinde kavanozlar ve teneke kutular olan bir tel dolap vardı. Ortada duran soba gürül gürül yanıyordu. Yerdeki kilimin üzerine gelişigüzel dört minder atılmıştı.

Saidi Nursi başına yeşilli sarılı bir atkı dolamış, üzerine iki kalın, beyaz yün fanila giymişti. Ayak ucunda bir leğen ile ibrik duruyordu. Beni görünce yattığı yerden doğruldu, "Hoş geldin evlat" dedi. Elini üç defa öpüp başıma götürdüm, "İstanbul’dan gelmişsin, oradaki talebelerim nasıllar" dedi. "Hepsi ellerinizden öperler" dedim. Bilmediğim isimler sordu. "Onları nasıl kabul ediyorsam, seni de öyle kabul ediyorum. Bol bol Risale-i Nur oku ve başkalarına da okut. Belki anlamak güçtür, ama zararı yok" dedi. Saidi Nursi beni üç defa okuyup üfledikten sonra, hastalığından, kendisine zulüm edildiğinden bahsetti. "83 yaşındayım. Son yirmi yılda 17 defa zehirleyip öldürmek istediler beni, fakat başaramadılar" dedi. Kitaplarından birini bana uzattı. "Artık sen Nurcusun. Ben ne kimseye hediye veririm, ne hediye alırım. İlk defa sana bir başlangıç kitabı hediye ediyorum" dedi.

Yüksel Menderes’i kavgadan Kamran İnan kurtardı

- Yüksel Menderes, yetenekli, bilgili, okuduklarını hazmetmiş, kimseye zararı olmayan, babasının gücünden asla yararlanmayan bir evlattı. Ancak güçlü değildi, bazı ruhsal sorunları vardı. Ankara’da Sakarya Çarşısı’nın içindeki bir apartmanın çatı katında "Derya" adında bir gece kulübü açılmıştı. Yeni bir yer olduğu için herkes oraya üşüşmüştü. Bir akşam Yüksel Menderes yanında Kamran İnan’la birlikte geldi Derya’ya. Kamran İnan’nın babası Bitlis Milletvekili Selahattin İnan çok dürüst, namuslu bir siyasetçiydi. Yüksel Menderes ile Kamran İnan, İsviçre’deki hukuk fakültesinden arkadaştılar. Her yerde beraber gorürdük onları. İşte o akşam ne oldu, nasıl olduysa, başbakanın oğlu Yüksel Menderes’e, Derya’nın müşterilerinden biri küfür etti. Hatta vurmaya kalktı. Yüksel pavyonların, kavgaların adamı değildi. Fevkalade mütevazı, duygulu, nazik, beyefendi bir genç diplomattı. O gece Kamran İnan arkadaşını koruyup saldırganları sakinleştirdi. Daha sonra iki arkadaş sessizce gece kulübünden ayrıldılar.
Yazının Devamını Oku

Selçuk’la Güresin’in tek sütunluk haber kavgası

6 Mart 2006
Yılmaz Çetiner, Türk basınının son 58 yılına damgasını vurmuş, çok önemli gazeteci ve röportaj yazardır. Zigetvar Kalesi’nden Çin Seddi’ne, Saygon’dan Hayber Geçidi’ne, Afrika’dan Rusya’ya tehlikelerle dolu nice yolculuk... Nurcular, El Fetih gerillaları, Rumeli Türkleri, Vietnam savaşçıları arasında yaşanan nice olay... Yeni Sabah’tan Vatan’a, Cumhuriyet’ten Hürriyet ve Milliyet’e uzanan muhabirlik, dizi röportaj yazarlığı yılları... Onlarca ödül, 3 kere de "Yılın Gazetecisi" seçilme onuru... "Şu Bizim Rumeli"den "Mao’ya Tapanlar"lara, "El Fetih"ten "Bilinmeyen Arnavutluk"a, "Son Padişah Vahdettin"e ve şimdi de "Nefes Nefese Bir Ömür"e uzanan unutulmaz eserler.

Yılmaz Çetiner’le hem Cumhuriyet’te, hem Milliyet’te, hem de Hürriyet’te kesişti yollarımız.

Her daim pırıl pırıldı, son derece şıktı ve güler yüzlüydü. Güzel hanımlara iltifat etmeye bayılırdı. Açık sözlüydü, genç gazetecilere nasihatler eder, onları yüreklendirirdi. Övgüde cömert, eleştiride cimriydi. Ünlü Sadıkoğlu ailesinin kızlarından olan sevgili eşi Esin (Eser) hanımefendinin üzerine titrerdi. Tıpkı biricik kızı Aslı’ya olduğu gibi. Bunlara son /images/100/0x0/55eade4ff018fbb8f89bd7f3yıllarda bir de torunu Leyla eklendi.

Yılmaz Çetiner "ustam"la Otağtepe’deki villasında yılların özlemini giderdik. Yorgun ciğerlerine meydan okurcasına saatlerce anlattı. Ben sordum o anlattı, o anlattı ben coştum. Sözü uzatmayayım boş yere; "Ustalar meclisinde çıraklar keser sesi" dememişler. İşte Yılmaz Çetiner ya da "Nefes Nefese Bir Ömür." Sen çok yaşa ustam. Daha senden öğreneceğimiz çok şey var...

Selçuk: Sen AP taraftarısın Güresin: Sen de komünistsin

- Biz Cumhuriyetçiler sık sık ev toplantıları yapardık. O pazar akşamı da Mehmet Barlas’ın Cihangir’deki evine davetliydik. Böyle geniş üst düzey yönetici kadro ilk kez bir araya geliyordu. Nadir Nadi, Berrin Nadi, Ecvet Güresin ve eşi, İlhan Selçuk, İsmail Cem ve eşi, Ali Ulvi ve eşi, ben ve eşim oradaydık. Yemeğe başlamadan gazeteden son haberleri öğrendik. Sağcılar, 6. Filo’nun gelişini protesto eden solculara sözde ders vermek için ellerinde sopalar, bıçaklarla Taksim’de toplanmaya başlamışlardı. Bu arada 3 kişi ölmüştü. Masada güncel politika tartışması devam ederken, söz dönüp dolaşıp Bülent Ecevit’e geldi. CHP Genel Sekreteri’nin konuşmalarına neden fazla yer verilmiyordu? Rahmetli Ali Ulvi, bir gün önce Cumhuriyet’te Bülent Ecevit’in çok önemli konuşmasının tek sütun çıktığını, oysa Milliyet’in bu konuşmaya geniş yer verdiğini, doğrusunun da bu olduğunu söyledi. Haberin nasıl verileceği konusundaki takdir, Genel Yayın Müdürü Ecvet Güresin’indi. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum, Ecvet Güresin ile İlhan Selçuk tartışmaya başladı. Ali Ulvi de Ecvet Bey’i suçluyordu. İlhan Selçuk, sonunda "Sen bu işi kasıtlı yapıyorsun. Sen AP taraftarı sağcısın" dedi. Ecvet Bey de "Sen komünistsin" diye bağırdı.

POSTAL KOKUTMAYACAĞIM

Derken karşılıklı küfürler başladı. Görünüşe göre Berin Nadi, İlhan Selçuk’u tutuyordu. Nadir Nadi de genel yayın yönetmeninin itham edilmesine müdahale etmiyordu. General Cemal Madanoğlu ile birlikte hareket ettiği ima edilince Güresin, "Bu gazeteyi postal kokutmayacağım, komünist yapmayacağım" diye bağırdı. Olay yumruklaşmaya kadar vardı. Bir ara Ecvet Güresin fenalık geçirerek başka bir odaya alındı. Doktor eşi Nadire hanım, kocasına ilaç vererek, kolonyayla başını ovarak onu teskin etmeye çalışıyordu. Sonunda onlar evlerine döndü, biz biraz daha kaldık.

HABERİ BARLAS KOYMUŞ

Ecevit meselesi yeniden ortaya atıldı ve nihayet durum anlaşıldı. Bülent Ecevit’in konuşmasını tek sütun olarak 1. sayfaya koyan, Mehmet Barlas’tı. Mehmet, gazetecilik açısından çok önemli başka haberlerin olduğunu söylüyordu, kasıt yoktu. Ecvet Bey de böyle bir talimat vermiş değildi... "Kanlı Pazar"ın akşamı, Cumhuriyet için de galiba yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Bir yıl geçmeden ben ayrıldım gazeteden. Benden birkaç ay sonra, Ecvet Güresin masasında görevine son verildiğine dair bir mektup buldu.

Ecevit’e komünist değilim dedirtemedim

- Nezih Demirkent’le Erol Simavi’nin odasına çıktık. Patron sigarasını içiyor, köpüklü kahvesi de yanında. Bülent Ecevit’i düşünmüş bütün gece. Halk bir "Karaoğlan" diye tutturmuş. "Umudumuz Ecevit" diyor, başka bir şey demiyor. Erol Simavi birden bana döndü; "Yılmaz, git Bülent Bey’e. Benim selam ve saygılarımı söyle. Bir demeç versin sana. ’Ben komünist, Marksist değilim’ diye açıklama yapsın. Ama net olarak söylesin bunları. Biz de onu sekiz sütun manşet yapalım, destek verelim." Hemen gittim Ankara’ya, ertesi gün Ecevit’le karşı karşıyayız evinde:

- Efendim, Erol Simavi sevgi ve saygılarını yolladı. Sizden bir ricamız var. Vatandaşın sizi tuttuğunu, Anadolu’nun sizi bağrına bastığını görüyoruz. Herkes ’Karaoğlan’ diyor. Biz de sizi destekleyeceğiz. Ancak, bir kısım çevrelerinde sizin aşırı solda olduğunuza dair endişeler var, Hatta komünist filan diyorlar."

- Ben bunlara evvelce cevap verdim sanıyorum.

- Efendim, toprak işleyenin, su kullananın demiştiniz. İşçilere çalıştığı fabrikaların ortakları olacağını söylüyorsunuz. İş alemi sizden ürküyor.

- Ben bunların hepsine gereken sözleri söyledim. Böyle konuşmaları başka nasıl susturabilirim?

- Efendim, net bir şekilde "Ben komünist, Marksist değilim" deseniz, bu demeciniz de Hürriyet’te en büyük puntolarla sürmanşet yayımlansa. Müthiş bir olay olur. Böylece size komünist, Marksist diyenlerin çanına ot tıkamış olursunuz.

Bülent beyin tikleri arttı, bir sigara daha yaktı. Öksürdü Ecevit:

- Böyle bir söze ne gerek var ki? Birdenbire ortaya çıkıp "Ben komünist değilim" diye ilan etmem yakışık almaz.

- Efendim, durup dururken söylemiyorsunuz, ben size "Komünist, Marksist misiniz" diye soruyorum. Siz de evet veya hayır diye cevap veriyorsunuz.

Ecevit uzun uzun sosyalizmi, ortanın solunu izah etmeye başladı. "Her solcu komünist değildir" dedi. Özerk kamu kuruluşlarına kadar uzadı konuşma ama, Erol Bey’in istediği cümle ağzından çıkmıyordu. Baktık konuşma uzuyor, ertesi gün parti merkezinde buluşmak üzere randevulaştık. Sabah erkenden CHP Genel Merkezi’ne gittiğimde Orhan Birgit, Turan Güneş oradaydı. Ecevit de az sonra elinde evrak çantasıyla geldi.

Daha sonra izin isteyip iki arkadaşıyla beraber yandaki odaya geçti. Bir saat kadar sonra çıktıklarında, bana daktiloyla yazılmış 10-15 satırlık bir kağıdı uzattılar. "Ben komünist değilim" sözüne yaklaşan herhangi bir cümle yoktu. Bakıştık. "Efendim, benden istenen bu değil. Yoksa ben Bülent Ecevit’e inanıyorum" dedim. Tekrar içeri girip yarım saat daha kaldılar. Dönüşlerinde resmi tebliğde yine bir şey çıkmadı, birkaç kelimenin yeri değişmişti o kadar.

Murat Sertoğlu’nun ’çapkın papazı’

- Ankara Palas’ta yabancı bir misafir için verilen resepsiyondan çıkıyorduk. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Samet Ağaoğlu TBMM’nin merdivenlerden iniyordu. Fatin Rüştü Bey birden bire durdu, bana dönüp bıyık altından muzip muzip güldü. "Merhaba gazeteci başı" dedi, bana hep öyle hitap ederdi. "Papaz yarın ne yapıyor?" Ben de "Vallahi efendim, ben de merak ediyorum, şimdi gider öğrenirim" dedim. Gülüşerek ayrıldık. Papazın günahları meselesi şuydu: Benim gazetecilik mesleğine başlamamı sağlayan Murat Sertoğlu, aynı anda dört-beş roman tefrikası yazar, bunları birbirine karıştırmazdı. Mesela "Pehlivan Kel Aliço"su 400 gün tefrika edilir, okuyucuyu heyecandan heyecana sürüklerdi. Murat hoca bir de "Papazın Günahları" diye tefrika hazırlamış, 15 gün sonra bitireceğini söylediğinde ödümüz patlamıştı. Cinsellik o devirde de tiraj yapıyordu. "Papazın Günahları" büyük ilgi gördü. Papaz kendisine günah çıkartmaya gelen kızları, kadınları baştan çıkarıyordu. Öyle sevişme sahneleri vardı ki... Basın Savcısı, birkaç kez bana haber gönderdi "Aman biraz örtün papazın üzerini" diye.

Kars’ı Ruslara verelim demişler, bu doğru mu

- 27 Mayıs sonrasında yapılan jurnaller, Abdülhamit devrinde bile yapılmamıştır. Kim kimi sevmiyorsa, ipe sapa gelmez, hayal ürünü birtakım suçlamalarla jurnalliyordu. Yok yere başı belaya girenlerin, aylarca tutuklu kalanların sayısı hiç de az değildi Bir gün Vedat Refiioğlu ile beni, MGK soruşturma kurullarından birine aldılar. Korkmadık desem yalan olur. Yanımızda bir onbaşı ile TBMM’de bir odaya girdik. Kimlik tespitinden sonra sorular başladı.

- Burhan Belge’nin evine çok gidiyormuşsunuz. Karısı Almanmış Belge’nin. Bir akşam evinde başka misafirler de varmış. Burhan bey, "Kars ve Ardahan’ı Ruslar’a verelim" demiş. Bunun için el altından Sovyet büyükelçisi ile görüşüyormuş. Doğru mu?

Ne kadar komik bir iddiaydı. Burhan beyin evine gelen dostlarının kimler olduğu malum. Hasan Ali Yücel, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Alaeddin Tiritoğlu, Vedat Nedim Tör. Hepsi de cumhuriyetin en aydın kişileri, vatansever insanlar. Karşımızdaki genç adli subay da böyle bir şeyin olamayacağını bildiği için fazla üzerinde durmadı. Bir ihbar yapıldığını, bunun gereğini yerine getirdiklerini söyledi.
Yazının Devamını Oku

İslam dünyası artık patlama noktasında

1 Mart 2006
İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, karikatür kriziyle birlikte gündeme gelen İslamiyet düşmanlığı İslamfobia’ya karşı Batı dünyasını sert bir dille uyardı. Kelimelerin üstüne basa basa, "60 sene önce Avrupa’da Yahudiler ne durumda ise, bugün Müslümanlar o duruma geldi" dedi. "Sabrımız sınırsız değil, Avrupa’dan bu olayların bir daha tekrar etmeyeceğine dair teminat bekliyoruz" diye de ekledi. Prof. İhsanoğlu, BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve AB Ortak Güvenlik ve Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana ile Doha buluşmasının ardından dün yarım günlüğüne İstanbul’a geldi. Yıldız Sarayı’ndaki eski makamında buluştuğumuz Prof. İhsanoğlu, İslam dünyasında büyük tepkilere yol açan karikatür krizinin perde arkasını ilk kez HÜRRİYET’e anlattı.

İKÖ, İslam dünyasının 57 ülkesinin tek çatı altında toplandığı tek kuruluş. Birleşmiş Milletler’de daimi temsilcisi de var. Bu örgütün ve sizin deyişinizle teşkilatın duruşu nedir, ne istiyorsunuz?
/images/100/0x0/55ea75eaf018fbb8f8816e84
- İslamiyet düşmanlığı o kadar arttı ki, 60 sene önce Avrupa’da Yahudiler ne durumda ise, bugün Müslümanlar o duruma geldi. Bu gidiş çok tehlikeli, İslam dünyası patlama noktasında. İslam dünyası tehlike kaynağı değil, dünya medeniyetlerinin kurucu unsurlarından biri. İslamiyet’e karşı düşmanlık, İslam dünyasındaki radikal hareketlerin ekmeğine yağ sürüyor. 7 Şubat’ta benim inisyatifimle Kofi Annan ve Javier Solana’yla birlikte yayınlanan üçlü bildiri kriz için çok önemli bir dönüm noktası oldu. O metin, durum tespiti ve çare arayışıydı, diyalogun kapısını açıyordu.

13 Şubat’ta Solana geldi, kendisiyle çok uzun konuşmamız oldu. Dünya medyasının önünde, "Avrupa olarak İslamiyet ve İslam dünyasına saygımız tamdır. Karikatürlerin yayınlanmasına çok üzüldük, münasebetlerimizin tekrar normale dönmesi için yeni adımlar atmamız lazım" dedi. Bizden aldığı görüş ve çözüm tekliflerini Avrupa’ya taşıyacağını söyledi ama, bugüne kadar Avrupa’dan bir şey gelmedi. Solana, Doha’daki toplantıdan iki gün önce beni aradı, "Toplantıya gelemeyeceğim, size cevabımızı çarşamba (yarın) günü ileteceğim" dedi. Şimdi Avrupa’dan gelecek cevabı bekliyoruz, sabrımız sınırsız değil. Bu yangının bir ön önce sönmesini, herkesten önce biz istiyoruz. Çünkü bu yangın, hiç kimsenin lehine değil..

Avrupa’da hürriyet fazla diyen yok

Danimarka’nın muhterem Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’le bir görüşmeniz oldu mu?

- Danimarka Başbakanı Rasmussen’e 15 Ekim’de bir mektup yazarak, ülkesindeki tehlikeli İslamfobia’yı dikkatine sundum. Birlikte çalışabileceğimizi söyledim, diyalog önerdim, Kendisinden gayet nazik bir mektup geldi, içinde üzüntü duymak ve özür dilemek gibi kelimeler yoktu. Özetle, "Olan biten bizim demokratik anlayışımız içindedir. Memnun olmayanlar varsa mahkeme gidebilir" diyordu. Bu arada İslam dünyasının değişik yerlerinde görev yapmış Danimarkalı 22 emekli büyükelçi Rasmussen’e, "Yaptığınız yanlıştır, Danimarka’nın İslam dünyasıyla olan münasebetleri zedelenir" dedi.

14 Kasım’da Viyana’da AGİT Daimi Temsilciler Konseyi’nde yaptığım uzun konuşmada bu konuya değinip İslam dünyasının hassasiyetini dile getirdim. Hiç kimse, "Avrupa’da hürriyet çok fazla, bunlara sınır koyalım" demiyor. Ben bir Türk olarak bu hürriyetin ülkemde de olmasından çok memnun olurum. Avrupa bu hürriyeti kullanırken, sadece kendi değerlerini değil, başkalarının kırmızı çizgilerini, değerlerini de kollamalı. Dünyanın beşte birini teşkil eden insanların kutsal saydıklarını dikkate almazsanız, değerleriniz üniversal değil, sırf size ait demektir.

Hamas’ın Ankara ziyareti çok faydalı oldu

Halid Meşal liderliğindeki HAMAS heyetinin Ankara’yı ziyareti Cidde’den nasıl göründü?

- HAMAS’ın Ankara’ya gelmesi, bence fevkalade faydalı olmuştur. HAMAS şimdiye kadar hep muhalefette bulunmuş bir siyasi güçtür. Ne iktidar oldu, ne de bir iktidarı paylaştı, dolayısıyla dünyaya karşı hiç siyasi sorumluluk taşımadı. Filistin’de yapılan son seçimleri biz de müşahitlerimizle izledik, son derece şeffaf, demokratik yapıldı. Demokrasiden yanaysak HAMAS’ın aldığı bu neticeyi saygıyla karşılamamız lazım. Solana’ya bizim, "Bekara karı boşamak kolaydır" sözüyle izah ettim. Sonunda hem güldü, hem de kafasını sallayıp beni tasdik etti. Muhalefet bekar demek, ağzına geleni söyleyebilirsin, kafana eseni yapabilirsin. Ama, iktidarla evlenince, sadece kendi devletini değil, bütün dünya ile ilişkileri idare edeceksin.

Türkiye’nin her bakımdan tarihi tecrübesi var, ayrıca Filistin’le tarihten gelen münasebetleri var. Türkiye, taksimden sonra Filistin’i tanıyan ilk Müslüman ülkedir. Türkiye’nin tavsiyeleri sadece Filistinliler için değil, bütün bölge içindir. Irak’ta bugünkü durum fevkalade hassas ve çok üzücü. Bizim temennimiz bu ırk, mezhep çatışmalarının, Irak’ın toprak bütünlüğü içinde bir an önce durması. Irak’ta tarihi boyunca hiçbir zaman Sünni-Şii çatışması olmamıştır. Bunlar provakatif, suni hadiselerdir. Eğer bu gidişat önlemezse, barut fıçısı olan Orta Doğu patlar.

Vatikan tepki göstermekte çok geç kaldı

Papa XVI. Benediktus hazretleri Haçlı Seferi ilan edecek mi dersiniz?

- Biz Vatikan’dan, krizin ortaya çıktığı günlerde bir açıklama yapmasını bekledik. 40 yıldan beri dinlerarası diyaloga ve özellikle İslamiyet’e önem veren Vatikan’ın bildirisi dört ay sonra çıktı. Bildiri çok güzel yazılmıştı, memnuniyetle karşıladık. Temenni ederdik ki, bunu dört ay sonra değil ilk hafta içinde yapsalardı. Biz bu ve benzeri hadiselerin bir daha tekrar etmesini istemiyoruz. BM’den bütün dinlere karşı saygısızlık yapılmasını, hakaret edilmesini önleyecek yeni düzenlemeler yapılmasını istiyoruz. Genel Sekreter Kofi Annan da bu konu üzerinde hassasiyetle çalışıyor. Bizim isteğimiz, halen BM’nin üzerinde çalışılan İnsan Hakları Komisyonu’nun yeni statüsünde bu konuya da yer verilmesi. Avrupa ve Amerika’nın bu konuda bizimle işbirliği yapmasını, İslam dünyasının hassasiyetlerini idrak etmelerini istiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Türk beyaz peyniri gökyüzünde riskli

27 Şubat 2006
Muhammed Hammam, Gate Gourmet-USAŞ’ın 16 yıldır Türkiye ve Ortadoğu’dan Sorumlu Murahhas Müdürü ve Yürütme Komitesi Başkanı, Başta Türk Hava Yolları olmak üzere dünyanın birçok ünlü uçak şirketine göklerde beş yıldızlı ikram yapıyor. Bodrum’dan Trabzon’a, Antalya’dan Ankara’ya kadar bütün büyük havaalanlarında iç ve dış hatlara hizmet veriyor. Dedik ki, gidelim Hammam Bey'in ünlü ikram fabrikasına, personelin soyunma odalarından tuvaletlerine, mutfaklarına kadar her yeri gezelim. Tamam mı Muhammed Bey, tamam. Kapıda USAŞ'ın THY Müşteri Temsilcisi sempatik Nihan Başaran’ın karşılamasıyla başlayan günümüz, akşamın bir vaktine kadar sürdü. Meğer ne büyük yermiş, koridorlar bitmedi, soğuk depolar, mutfaklar, bulaşıkhaneler, pastaneler, raflar tükenmedi. O ne temizlik, o ne titizlik, yerleri bal dök yala. Biz de tükenmezdik aslında ama, ne çare ki mihmahdarımız Mısırlı eski şampiyon atletti. Alacağınız olsun Muhammed Hammam Bey, elbet siz de bir gün bizim Hürriyet’in ikiz kulelerine gelirsiniz.

Danimarka pasaportlu Mısırlı Müslüman Muhammed Hammam, nedir şu sizin başbakanınızdan çektiğimiz?

- Danimarka vatandaşı olarak Başbakan Rasmussen’le hiç tanışmadım, o gerçekten aptal. Evet, evet bu sözlerimi aynen yazabilirsiniz. Danimarka vatandaşlığına 1977’de geçtim ama, Danimarkalıya hiç benzemem. Nereli olduğumu sorduklarında daima Mısırlı olduğumu söylerim. Danimarka’nın sadece pasaportunu taşıyorum, bana vizesiz, rahat seyahat olanağı sağlıyor. Geçen eylül ayında başladı bu olaylar; Müslüman devletler aylarca ikaz etti, yine de Rasmussen’in inadını kıramadılar. Sadece gazetenin özür dilemesi yetmez, başbakanın ülkesi adına özür dilemesi şart. Çünkü o karikatürleri yapanlar, yayınlayanlar Danimarka vatandaşı. Belki farkında değiller ama, Rasmussen’in inadı yüzünden Danimarka çok büyük yara aldı. Danimarka’ya 22 yaşında gittim ve iş bulup orada 13 yıl kaldım. Oradan da şirketim beni Kuveyt, Suudi Arabistan ve 16 yıl önce de Türkiye’ye gönderdi. 1983’ten beri Danimarka’da çalışmıyorum, Arapçayı hálá Mısır’da yaşayanlardan dahi iyi okuyup yazarım. Danimarka’ya gittiğim zaman tam bir Türk gibi davranıyorum. En favori yemeğim, pastırmalı kuru fasulye ile pilav, her gün yesem bıkmam.

Bazen Unakıtan yumurtası alırız

Hangi taşı kaldırsan altından hep "O" çıkıyor.

- Kuş gribi konusu sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın sorunu haline geldi. Müşterilerimizin çoğu şu anda tavuk eti kullanmayı bıraktı; müşterilerimiz yolcularının çekindiğini söylüyor. Kuş gribinin yemekle geçmediği, sadece hasta hayvanlara temasla bulaştığını anlatan bir basın bildirisi yayınladık. Bütün öteki hammaddelerimiz gibi, tavuğu da en bilinen ve en güvenilir üreticilerden alıyouz. Üretim tesislerini sürekli denetliyoruz, bizim kendimize özgü dünyaca ünlü hijyen sistemimiz var. Pastörize yumurtayı İzmir’den alıyoruz, bunların içinde Unakıtan markası da var. İstediğimiz kaliteyi bulamadığımızda yurtdışından ithal ettiğimiz de oluyor. Bugüne kadar yurtdışından hiç tavuk ithal etmedik, hapsi yüzde 100 Türk malı. Kırmızı etin de, kuzu dahil tamamına yakını yerli piyasadan. Sadece dana etini Avrupa’dan ithal ediyoruz. Türkiye’den aldığımız dana bifteğinin kesimi, rengi, kokusu, olgunluğu müşterilerimin isteğine uymuyor.

UÇAKLARDAALMAN PEYNİRİVERİYORUZ

Depoları gezerken, bir ara üzerinde Alman beyaz peyniri yazılı büyük teneke kutular gördüm...


- Ne yazık ki, müthiş lezzetli Türk beyaz peynirlerini uçak yolcularına ikram etmekten mahrumuz. Türk beyaz peyniri pastorize sütten yapılmadığı için, içinde bir miktar koliform bakterisi bulunur ama, tehlikesi yok. Fakat aynı beyaz peyniri gökyüzünde ikram ettiğinizde bakterinin üremesi artıyor ve riskli hal alıyor. Bu hijyenik nedenden dolayı, uçak yolcularına pastörize sütten yapılmış Alman beyaz peynirini veriyoruz. Yaş sebze ve meyveler Türkiye’de çok taze, her boyda, her çeşitte bulunuyor. Hammadelerimizin yüzde 85’i iç piyasadan, mevsimsel problem olduğunda ithal ediyoruz. 1989’da Türkiye’nin ilk özelleştirmesi olan USAŞ-Gate Gourmet’nin başına geçtiğimde yeni tesislerimizin açılışını Cumhurbaşkanı Turgut Özal yaptı. Burası 33 bin metrekare, 3 vardiya halinde 600 kişi çalışıyor. Kullandığımız her şey son derece hijyenik, her ürün, hammadesinden son aşamaya kadar kayıtlı. Kim, ne zaman, kaç derece, hangi fırında pişirmiş belli. İçerlerde eller steril hale getirilerek dolaşılır. Ayakta galoş, başta bone, ağızda maske şart. Burasının eski halini görseydiniz, gözlerinize inanamazdınız, o kadar berbattı.

Kendimi daima yarı Türk hissediyorum

Muhammed Bey'in şakır şakır Türkçe bildiği gözlerinden belli ama, şiş kebap bile dedirtemedim. Ben de ona inat Arapça konuşmadım!


- Türkiye’ye gelmeden önce bu güzel ülke hakkında tek bildğim Melina Mercouri’nin ünlü "Topkapı" filmiydi. Bir de 18 yaşındayken Elia Kazan’ın "Amerika Amerika" filmini görmüştüm. İstanbul ve Türkiye’nin Dünya Savaşı’ndaki görüntüleri hálá gözümün önünde. 1988’de İstanbul’a ilk geldiğimde tam bir kültür şoku yaşadım. İstanbul hiç de öyle filmlerde anlatıldığı gibi değildi. Ben sanıyordum ki, Türkler koyu dindardı, kadınlarının hepsi kapalıydı. Danimarka’da tanıdığım Türk aileleri böyle yaşıyorlardı, onların görüntüsünden etkilenmiştim. Dışarda yaşayan bazı aileler maalesef Türkiye’yle ilgisi olmayan çok farklı görüntüler veriyor. İstanbul’u gezerken, Taksim’de çimleri sulayan takım elbiseli ve kravatlı bahçıvanları gördüm. Erkeklerin başında benim ülkemdeki gibi fes yoktu, İstanbul sadece camilerden ibaret değildi, kadınlar ve erkekler moderndi.

USAŞ’ın 2005 tüketimi

Kırmızı et: 257 ton

Tavuk eti: 843 ton

Meyve: 874 ton

Sebze: 3.249 ton

Göbek salata: 235 ton

Salatalık: 340 ton

Balık 89: ton

Şarküteri: 235 ton

Peynir: 627 ton (270 tonu kaşar)

Yoğurt: 195 ton

Süt: 585 ton

Pastorize yumurta: 1000 litre

Baldo pirinç: 160 ton

Makarna: 175 ton

Un: 321 ton

Tereyağ: 25 ton

Baget ekmek: 1 milyon adet

Konserve küp domates: 246 ton

Şeker: 63 ton

’Her şey dahil’ sistemi

Türkiye’ye zarar verir


Bir turist gözüyle Türkiye pahalı mı, yoksa ucuz bir ülke mi?

- Türkiye’nin turizmde kendisini "ucuz ülke" olarak tanıtması çok büyük yanlış. Bence ucuz turizm o ülkenin turizmini öldürür. Antalya geçen yıl tıklım tıklımdı, "her şey dahil" sistemle çalışan tesislerde yer yoktu. Bu sistem belki ilk başlarda doğruydu ama, turizmde gelişmiş, zengin tarihi olan Türkiye artık bundan vezgeçmeli. Ucuz turistle turizm yapmanın ülkeye en küçük bir katkısı olmaz. Adam ailesiyle birlikte ucuz bir fiyata gelmiş, tesiste yiyip içiyor, yüzüyor, dışarıda para harcamıyor. Kendini yarı Türk gibi gören ve konunun biraz uzmanı olan biri olarak söylüyorum ki, bu pazarlama stratejisi kesinlikle doğru değil. Turistler için Türkiye’yi asla ucuz bir destinasyon markası olarak göstermemeliyiz. Kaldı ki "her şey dahil" yerler, her yıl gidilmesi gereken yerler değildir.

Mısır atletizm takımının yıldızı

Muhammed Bey, enine boyuna, sempatik bir koca adam. Onun normal yürüyüşü, bizler için maraton.

- Atletizm hayatım 1965’te Kahire’de başladı. Futbola meraklıydım ama, boyum uzun olduğu için atletizm yapmamda ısrar ettiler. Engelli koşmaya başladım, 400 metre engellide dereceler yaptım ve Mısır Milli Atletizm Takımı’na seçildim. Yurt içi ve yurt dışı şampiyonalarda koştum, şampiyonluklarım var. 1970’te maraton koştum, sonra iş hayatına atıldığım için sporu bırakmak zorunda kaldım. Türkiye’de bizim atletizm federasyonumuzun temsilcisi oldum, iki ülke arasında yarışmalar düzenledim. Sepp Piontek çok yakın arkadaşımdır, onun Türk Milli Futbol Takımı’na büyük faydası dokunmuştur. Futbolu çok seviyorum, takım taraftarlığı önemli değil, iyi ve temiz maç olsun, yeter. Mısır’ın Afrika Kupası’nda birinci olmasına çok sevindim.
Yazının Devamını Oku

Levni’nin efemine biri olduğu gerçek

20 Şubat 2006
Bostancı’da sahile yakın bir apartman dairesinin en üst katı. Salonun mor ve yeşil boyalı duvarlarında Zeki Faik İzer imzalı tablolar. Birer de Feyhaman Duran ve Burhan Doğançay var. Taze mor karanfiller, ince boyunlu vazolara Osmanlı usulü dizilmiş. Sağ köşede, ev sahibesinin annesinin dedesi Prof. Dr. Ali Rıza Atasoy’dan kalma antika bir çalışma masası var. Sanat tarihçisi, mimar ve yazar Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun evindeyiz. O ki, ünlü sanat tarihçisi Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un yeğeni. O ki sınıf arkadaşı, ünlü restoratör mimar Yaman İrepoğlu’nun 27 yıllık eşi. O ki, Yasemin ile Müge’nin sevgili anneleri. O ki Doğan Kitap’tan yayınlanan "Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde" romanının yazarı. III. Ahmet dönemi ondan soruluyor, Levni de, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da. Osmanlı takıları, mücevherleri de, Zeki Faik İzer, Feyhaman da. Prof. Dr Gül İrepoğlu, biraz "deli ve sıra dışı" bir profesör tipi olduğunu kendisi de kabul ediyor. Üniversitede derse girerken, o gün üzerinde hangi renk elbise, eşarp varsa, elindeki dosyanın rengi de aynısı olurmuş. Geçen ay 50 yaşına basmış ama, 18 yaşındakilere taş çıkartacak kadar alımlı, bakımlı ve çekici. Bir ara bana ne dese beğenirsiniz: "Televizyonda bir dizide oynamak isterdim. Mesela Yabancı Damat'ta oyna deseler bayıla bayıla oynarım." Daha ben ne diyeyim size?..

İrepoğlu, Doğan Kitap’tan çıkan "Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde" adlı tarihsel romanında /images/100/0x0/55ea98a8f018fbb8f88a503aAbdülcelil Çelebi, namı diğer Levni’yi öyle bir anlatıyor ki, sanırsınız...

- Ben Topkapı Sarayı’nda yaşadığımı düşünüyorum Yener Bey. Oraya gittiğim zaman kendimi o kadar evimde hissediyorum ki. Nurhan teyzem, çocukluğumda beni hep oraya götürürdü, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde oynayarak büyüdüm. Topkapı Sarayı’nda 18. yüzyılın sanatçılarını çalışırken, Levni’ye büyük bir aşkla bağlandım. Çok uçuk olarak görülebilir ama, kendimi geçmişte Levni’nin sevgilisi olarak görüyorum. Levni’nin dünyasına öyle girmiştim ki, onun hayal dünyasını kendi hayal dünyamla birleştirmek istedim. Ben çok hayal kurarım, çocukluğumdan beri. Her gece yatınca önce hayal kurarım, sonra uyurum. Belli hayallerim vardır, her gece hangisini kuracağımı seçerim. Dedim ki, ben bilimin sınırları içinde kalmayacağım, edebiyatın özgürlüğüne sığınacağım. Öyle de yaptım, "Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde"yi gerçekler üzerinde hayaller kurarak yazdım. İstedim ki, romanımı okuyan, kendisini Lale Devri’nin o görkemli ortamında hissetsin.

Sultan III. Ahmet kalbimin padişahı

Levni eniştemizin biraz nonoş olduğu söylenir.

- Levni çok ince ruhlu bir adam, dediğiniz gibi biraz efemine tarafı olduğu da bir gerçek. Çünkü Aşık Ömer’le karşılıklı yazdığı birtakım şiirler var. Padişah III. Ahmet’le ise bu anlamda hiçbir yakınlıkları yok. Tarihe baktığımızda görüyoruz ki, eşcinsellik müthiş yaratıcılık veren bir şey. Levni’nin benimle ilişkisi, benim tarafımdan da tam olarak çözümlenmiş değil. Evli olduğunu biliyoruz ama, karısı hakkında hiçbir bilgimiz yok. Bir şekilde onunla yakınlaşmış bir kadın olmalıyım diye düşünüyorum. Benim hayalimdeki bir aşk bu, böyle bir şey yaşamadım ben aslında. Ben, üzerinde çalıştığım sanatçılarla bu bağı kuruyorum hep ama, Levni’ninki çok derin oldu.

İster misiniz, bu güzel hanım padişah efendilerimizden birine de göz koymuş olsun.

- Evet var, Sultan III. Ahmet. Ondan "Benim Ahmet"im diye bahsediyorum. Galiba bende aşık olma yeteneği var, bu çok güzel bir şey bence. İnsan aşk olmadan yaşayamaz, hayatımda aşk olmamasını düşünemiyorum, korkunç bir şey. Neden III. Ahmet derseniz, Lale Devri’nin padişahı, diğerlerinden farklı.

Uzun boylu, kara gözlü, buğday tenli, son derece zeki, hassas ve zarif biri. İyi bir tahsil, terbiye görmüş, ünlü hocalardan dersler almış. Kadınlarına çok önem vermiş, onlara zaman ayırmış bir adam. Kadınlarıyla vakit geçirmekten çok hoşlanmış, onlarla birlikte oturup nakış işlemiş. Şair, hattat, "Necib" mahlasıyla şiirler yazmış, ayrıca musikişinas. Çok da yakışıklı, nasıl sevmeyeyim ben bu adamı? Gerçi, III. Ahmet’le benim aşk yaşamam çok zor, çünkü birilerini paylaşmaktan nefret ederim. O yüzden ben yine Levni’yi tercih ederim.

Lale Devri, zevk ve sefa değildir

Lale Devri; 1718 Pasarofça Antlaşması’yla başlayıp 1730’da Patrona Halil İsyanı’yla sona eren, 12 yıllık zevk ve sefa devrinin adıdır...

- Çok yanlış, Lale Devri Osmanlı tarihinde bir kültürel yükseliş dönemidir. Lale Devri, Osmanlı’da sanatın tekrar öne çıkması ve dünyayı yakalamaya çalışma dönemidir. Dönemin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, ince zevkleri olan çok önemli bir adam. Sanata verdiği müthiş destekle bu dönemde edebiyat gelişmiş, müthiş şiirler yazılmış. Aynı ilerlemeler mimaride de yaşanmış. Bugün dünya şaheserleri olarak nitelediğimiz birçok eser de büyük paralar ödenerek yapıldı. Lale Devri’nde, teknik konularda da birçok yenilikler gerçekleştirildi. Yangınları çok hızlı kontrol altına almak için ilk tulumbacı teşkilatı kuruldu. Yine İstanbul’da kumaş fabrikası ve çini imalathanesi açıldı. Bu dönemde ilk kez Avrupa’ya elçiler gönderildi. Padişahın matbaa kurulmasına dair fermanıyla, 1727’de Paris Elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin oğlu Sait Efendi ile İbrahim Müteferrika ilk matbaayı kurdu. Niye bunlar göz ardı ediliyor, büyük haksızlık.

Zaman ötesi sanatçı

Türk minyatür ve süsleme sanatının en ünlü isimlerinden Levni (Edirne ?-İstanbul 1732), 18. yüzyılda yaşadı. Eserleri zamanını çok aşan bir sanatçı olan Levni, saray başressamlığına getirildi. Eserlerindeki renk uyumu, hareket kıvraklığı, ruhi halleri yansıtan özgün yüz ve beden ifadeleri ile Türk plastik sanatlarının en önemli isimlerinden biri oldu. En önemli eseri "Padişahlar Albümü"dür. İkinci eseri "Surname" ise bir dönemin, Lale Devri'nin adeta aynası niteliğindedir. Levni, zamanının kıyafetlerini yansıtan albümler de yapmıştır.

Sultan I. Abdülhamid’e cariyesinden aşk mektubu

Gül Hanım, şimdilerde kafasını 27. Osmanlı padişahı Sultan I. Abdülhamit’e takmış durumda.

- Yeni romanım 18 yüzyılın sonlarında yaşanan bir aşk hikayesi. Sıradan bir cariyenin Sultan I. Abdülhamid’e yazdığı ama, hiç yollamadığı mektupları konu ediyorum. Birini okuyayım size:

"Hazret-i canım, sevdiğim, ruhumun yegane ışığı hünkárım,

Bunu beklemiyordum. Beklediğim çok şey vardı elbette, ama bu değil. Seçilmiş olmanın zevki, muvaffakiyetin tadı, beğenilmenin hazzı... Bunların hepsine hazırdım, hazırlıklıydım. Amma menkıbelerde okuduğum o aşka düşmek... Bunu beklemiyordum. Bunu beklemiyordum işte. Seninle bir gecede yaşadıklarımız belki de bir ömürde yaşanabileceklerden daha boldu. Evet bol en uygun kelime, zengin demek ise kifayetsiz, bu kelime başka pek çok tarafa da çekilebilir çünkü. Bolluk demek daha doğru. Vücutlarımız birbirine değdiğinde olanlar hangi harp meydanında toplanabilecek heyecan bulutuyla eşdeğerdeydi, karşı karşıya gelen kaç askerin kalplerinin çıkardığı sessiz gümbürtüyle eşdeğer olabilirdi? Neden harp meydanıyla karşılaştırdım bilmem, istemeden oldu. Demek ki için için bir savaş gibi telakki ettim sevişmemizi, kaçınılması mümkün olmayan bir çatışma. En ürkütücü, bir o kadar da kamçılayıcı hisler..."

Osmanlı’nın ana takısı sorguç

Söz Osmanlı takı ve mücevherlerinden açılır da, erbabına sormamak olur mu?

- Osmanlı takıları denince, ilk akla gelen sorguç olur. Sorguç bir Doğu geleneği ama, Osmanlı’da de kendini bulmuş. Sorguçlara bakarak, her dönemin anlayışının, beğenisinin farklılığını görürüz. Mesela, 15. yüzyılda sorguç çok az, olanlar da çok sade ve küçük. 16. yüzyıl ise müthiş bir görkem çağı. Bu dönemin sorguçları, ince altın işçiliğine dayanıyor. Üzerlerinde daha çok zümrüt, firuze kullanılmış. 18. yüzyılda ise daha gösterişli bir dönem var. Sorguçlar büyüyor, çok daha gösterişli hale geliyor. Üzerlerinde taşlar da irileşiyor, taş olarak elmas ve pırlanta kullanılıyor. Osmanlı’da saray kadınları da "İstefan" adlı ihtişamlı sorguçlar takardı. Osmanlı’da mücevher kullanımı son derece geniş bir alana yayılır. Elbette en görkemli mücevher takı ve eşyalar padişahlar için hazırlananlardır. Ancak saray kadınları ve devlet erkanı da mücevherden vazgeçemeyenlerin başında gelir. Kuyumculuk Osmanlı’da çok saygın bir meslekti.
Yazının Devamını Oku