20 Eylül 2004
Tarım ve Köy İşleri Bakanı Prof. Dr. Sami Güçlü, mütevazı, sakin, güler yüzlü, çelebi bir Konyalı köy çocuğudur. Ekonomi profesörüdür, Sakarya Üniversitesi’nin eski dekan yardımcısı ve öğretim üyesidir. Muhafazakardır, beyaz altın nikah yüzüğünü sağ eline takar, eşi Emine Hanım’ın başı örtülüdür. Yemekte bıçağı sol eliyle, çatalı ise sağ eliyle kullanır, içki içmez...
Sami Güçlü, bir ayı aşkın süredir Hollanda’dan Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya kadar uzanan bir dizi gezideydi. Geçen sabah haber geldi ki, bakan bey İstanbul il sınırlarından giriş yapmış. O halde yemek borcumuzu ödemenin tam zamanı. Hemen Rasim Özkanca’ya telefon, Lütfi Kırdar’daki Borsa Restaurant’da Hürriyet masası hazır. Hoş geldiniz Sayın Bakan, ne arzu edersiniz, et veya balık?.. Ya jumbo karidese ne dersiniz, ya da enginar, kalamar ızgara, ahtapot, barbunya, belki de tandır?.. Sayın Bakan, afiyet şeker olsun, bu arada biraz da zina ile karışık kuru fasulye konuşsak nasıl olur?.. Öyle ya, her ikisi de şu anda Türkiye’nin en önemli gündem maddeleri. Bir de buna Atatürk Orman Çiftliği’ni eklemek geldi içimizden.
Önce şu dille destan zinayı soralım, 80 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin 54 yaşındaki üniversite öğretim üyesi, profesör ve bakanına.
- Ben de zinanın son gündeme gelişiyle ilgili konularda bilgi sahibi değilim; ne oldu, nasıl, nereden çıktı bilmiyorum. Geçtiğimiz Bakanlar Kurulu toplantısında bu konuda galiba bir görüşme olmuş. Yurtdışında olduğum için o toplantıya katılamadım, sonradan da fikir sahibi olmadım. Sayın Başbakanla bu konuda herhangi bir iletişimimiz olmadı, zaten benim görev alanım içinde de değil.
Yener Bey, bu konuda size kişisel düşüncemi söyleyeyim; aileyi korumaya yönelik birtakım düşüncelere sahip olabiliriz ama, içinde yaşadığımız zaman dilimi, toplumun genel durumu, dünyadaki genel gelişmeler ve dahil olma konusunda yürüdüğümüz Avrupa Birliği çerçevesi içindeki gelişmelerle bir ahenk kurulmalı. AB yolunda bu kadar mesafe almışken daha dikkatli olmalıyız, daha özen göstermeliyiz diye düşünüyorum. AB konusunda bu kadar gelişme gösterirken, bununla ilgili konularda tereddüt uyandıracak hususlardan uzak durmalıyız.
Toplumu birleşik kaplar gibi düşünelim, çok yönlü özelliklerinin, birikimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir haldir. Toplumun genel gelişmesi, ahlaki, beşeri ilişkiler ve hayatla ilgili alanlarda gelişmenin bir sonuncu. Zina yasakla ortadan kaldırılması mümkün olan bir şey değildir. Bu konunun makul bir orta yol bulunarak sonuçlanmasının doğru olacağını düşünüyorum.
Fasulye ithaline izin verebiliriz
Fakir fukaranın can simidi kuru fasulye son aylarda oldu bir altın, fiyatlar almış başını gidiyor. Nedeni o ki, birileri aylardır yoksulun sofrasını gözünü dikmiş, ha Allah kuru fasulye stokluyor. Kimilerinin derdi zina, çoğunluğun derdi ise kuru fasulye.
- Kuru fasulyede durum şu Yener Bey: Türkiye son 5 yılda kuru fasulye üretimini arttırdı, tüketiminden daha fazla üreten bir noktaya geldi. İthal ettiğinden kat kat fazlasını ihraç eden bir ülke konumunda. Son 3 yıldır kuru fasulye üreticilerinin elinden hep aynı fiyatla çıkıyor, ortalama 600 bin lira. Bu da kuru fasulye fiyatlarının piyasada diğer ürünlere göre nispi olarak düşük olması anlamına geldi. Şu anda piyasa bunu biraz telafi ediyorken, bazı spekülatörler, ramazanın yaklaşmasını da fırsat bilip stok yapmaya başladı. Buradan sizin aracılığınızla spekülatörlere sesleniyorum, yapmayın aksi halde çok rahatsız olacaksınız. Çünkü Türkiye’nin bu seneki kuru fasulye üretimi geçen seneden daha fazla, 260 bin ton. Buna ilave olarak bizim elimizde de 30 bin ton stok var, toplamı 290 bin ton eder. Türkiye yükselen fiyatla ihraç da edemeyeceğine göre bu iç piyasaya kalacak. Şu anda hasat mevsimi devam ediyor, eylül sonunda piyasaya bol miktarda fasulye çıkacak. Her şeye rağmen fiyatlar çok yüksek olmaya devam ederse, o zaman tüketiciyi ithalat izni dahil bazı tedbirler almaya kararlıyız.
Atatürk Orman Çiftliği fonksiyonunu tamamladı
Sahi, Atatürk Orman Çiftliği’ne en son ne zaman gittiniz?
- Atatürk Orman Çiftliği her şeyden önce bir maddi miras, bu özelliğini koruyup geliştirmemiz lazım. Biz değerlerimizi, toplumumuza ve ülkemize büyük hizmetler etmiş, son dönem içerisinde Türk toplumunun bugün bölgesinde varlığı, itibarı, zenginliği ve bugün bir Ortadoğu ülkesi olmaktan çıkıp AB üyesi olma konusundaki yola biz onun döneminde çıkmışız. Bunun başka bir izahı yok, dolayısıyla biz o yolda yürüyoruz. Atatürk Orman Çiftliği tarımsal fonksiyonunu artık tamamlandı; orasını Türkiye’nin çok prestijli bir yeri haline getirmeliyiz. Bunu yaparken çok hassas davranmalıyız.
Hayvancılık için doğuya dev proje
Önümüzdeki sene doğu bölgemizde hayvan ıslahı konusunda çok önemli bir gelişmeyi ortaya koyacağız. Büyük potansiyele rağmen oradaki en temel sorun hayvan varlığının verim seviyesinin düşük olması. Mesela Kars’ta 500 bin hayvan var, ortalama süt verimi 5 kilo. Hayvan vasfını iyileştirmek için yapılan suni döllenme faaliyete katılan hayvan sayısı 2 bin. Bugün hayvan başına günde 25 kilonun altında süt alan işletme ekonomik değil. Bunun geliştirmek için o bölgede ıslah edilen hayvan sayısını 40 bin rakamına ulaştırmamız lazım.
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin geçmişteki rolü değişti, eskiden çok büyük miktarlarda alım yapıyor ve büyük stoklar bulunduruyordu. 2001’den beri hem daha sınırlı stok yapıyor, hem de piyasadan daha az mal alıyor. Geçen sene 1 milyon ton civarında mal almıştık, bu sene 2 milyon tonu biraz geçecek. Güvenlik stokları eskiden daha uzun süreliydi, son zamanlarda bir aylık miktara indirildi.
Tohumculuk konusunda geldiğimiz noktayla övünmeliyiz, geçen 10 yılda çiftçimize verdiğimiz sertifikalı tohumluk yılda ortalama 50 bin tondur. Bu sene tahıl üreticimize 300 bin ton veriyoruz ve bunun tamamına yakın kısmı bizim Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü TİGEM’in çiftliklerimizde üretildi. Bu tablo sektörün içinde olan insanlar açısından inanılmaz büyük bir gelişmedir.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2004
Kültür ve Turizm Bakanı Ahmet Erkan Mumcu’yla sohbete başladıysanız, bilin ki, konuşmanızın son saniyesine kadar aç ve susuzsunuz.Diyelim ki, Lütfi Kırdar’daki ünlü Borsa Boğaziçi’nin yeniden dekore edilen kışlık bölümünde Hürriyet için özel masa hazırlanıyor. Diyelim ki, Borsa’ların patronu Rasim Özkanca, büyük oval masayı sakız gibi bembeyaz örtülerle kaplatıp çiçeklerle süslüyor. Ardından masayı kendi spesiyaliteleriyle donatıyor, imambayıldıdan yaprak sarmaya, keşkekten su böreğine, fındık lahmacundan içliköfteye kadar. İçecekler, tatlılar, çaylar, kahveler cabası... Ve diyelim ki, Işıl-Erkan Mumcu çifti tam randevu saatinde teşrif edip masadaki yerlerini alıyorlar. Gözlüklü, tonton, Alp adlı bir torunu olan gazeteci de yanlarına oturup emektar mini teybini açıyor. Ondan sonra kim tutabilir Kara Hafız Bekir Efendi’nin torununu? Kim sözünü kesebilir Yalvaçlı Türkmen Süleyman Efendi’nin oğlunun?.. Var mı Mollabekirler’den Erkan Mumcu’yu ve sevgili eşi Işıl’ı dinlememek?.. Varsın birkaç saat aç, susuz kalalım, yeter ki siz bir konuşun, pir konuşun. Hoş geldiniz sevgili Mumcu çifti, buyrun söz sizin. Erkan Mumcu ve günümüzün dillere destan zina tartışmaları...- Yener Bey, bu konuda bugüne kadar hiç konuşmadım ama, anlıyorum ki sizden kaçış yok. Bence zinanın TCK kapsamına alınması doğru bir girişim değildir. Bu tartışmada 2 çelişki var, birincisi sosyolojisi olmayan hukuk yoktur. Bu anlamda toplumun zinayı bir suç olarak algılayıp algılamadığını bilimsel verilerle ölçmemiz lazım. Bunun en doğrusu referandumdur, soruyu somutlaştırıp doğrudan doğruya halka soracaksınız. Ama toplumun bu konudaki yargısının tam bir ara evrede olduğunu düşünüyorum. Gelenekten aldığı değerlerle modern hukuk arasındaki ilişkiyi henüz sağlıklı bir biçimde kuramıyor. Siz aynı zamanda bir hukukçusunuz beyefendi. - Hukukçu kimliğimle ben bu konuda geleneğin doğru algılanmadığı kanısındayım. Zinanın TCK kapsamında soruşturulan bir suç olmasını geleneklerimiz ve modern hukuk anlamında doğru bulmuyorum. Mecelle’nin tabiriyle ‘Şüyuu vukuundan beter’ olan fiillerin kovuşturulmasında toplum adına bir yarar yoktur. Ayrıca zina fiilinin mağduru olan kimseler bakımından da yarar yoktur, hatta dillenmesi dolayısıyla öncelikle çocukların, sonra eşlerin uğrayacağı zarar, ceza soruşturmasından elde edilecek yarardan daha fazladır. İslam hukuku ne der bu işe?- İslam hukukunda da zina, kovuşturulması talep edilen bir suç türü olmamıştır. Suç olarak tanımlanmış olmakla beraber, bu suça dair tanıklık adeta imkansızlaştırılmıştır. Dolayısıyla gelenek de, zinanın kovuşturulmasından yana bir tavır koymamıştır. Bugün zinayı suç olarak düşünenlerin tutumunu ben gelenekle ilişkilendirmiyorum, iyi düşünülmemiş bir girişim olarak geliyor bana. Yener Bey, evlilik bir akittir, akde aykırılığı da Medeni Kanun içinde cezalandırmanın araçları vardır. Bunlar; mal rejiminden çıkarma, mirastan mahrumiyet, hatta maddi tazminatlar ödeme olabilir. Bence zina, ceza kanununda değil, medeni kanun bağlamında tartışılan, kovuşturulan, soruşturulan ve muhakeme edilen bir konu olmalı.Erkan Mumcu’nun biraz aykırı, biraz asi, biraz sivri dilli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sanki nerde isyan, itiraz, orada Erkan Mumcu. - Ben asla asi değilim Yener Bey, ben yeni kuşak ve kendine özgü siyasetçilerin temsilcisiyim. Ben bir şeyi aykırılık olsun diye yapmıyorum, size aykırı geldiği için öyle görüyorsunuz. Sizin aykırı dediğiniz benim için işin doğru ve düz olanı. Adam İngiltere’de sol şeritte arabasını sürerken radyodan bir anons duymuş; ‘Çılgının biri ters şeritten yola girdi, sürücüler dikkat’ diye. Adam ‘Ne biri kardeşim, bunların hepsi çılgın’ demiş... İşte benim halim de biraz bu hesap. Henüz siyasette ne yaptığım, siyaseti nasıl yaptığım gerçekten anlaşılabilmiş değil. Ben siyasette yeni bir yaklaşımın, yeni bir siyaset filozofisinin öncülerinden biriyim. Kuzudan siyasetçi olmaz- Açık iletişime hazır olmadığımız için, eleştirinin açık bir yürek ve açık bir dille ifade edilmesi, bir tür başkaldırı olarak algılanabiliyor. Kuzudan siyasetçi olmaz, kuzu olmak için siyasete girilmez. Siyasetçi olmanız için bir şeylere itiraz ediyor olmanız lazım. İtirazınızı demokrasinin size sunduğu araçlar içinde hayata geçiriyor olmanız lazım. Bir şeyleri değiştirmek iddiasında oluyor olmanız lazım. Yarınlarda siyaseti benim gibi algılayan insanların sayısı artacak, doğal ve olağan olan bunlar olacak. Bugüne kadar hep siyaseti imaj üstünden yapanlar olageldi: İşte Karaoğlan, işte Baba. Kusura bakmayın ama, bunlar bir tür şark kurnazlığı. Size örnek siyasetçi olarak işaretleyebileceğim en yakın profil Turgut Özal, hala da bir başkası yok. Gençlikten anladığımız; düşüncede dinamizm, siyasette vizyon yaratabilmek, siyasete filozofi kazandırmak ise, Özal öldüğü gün bile çok gençti. Bugün hala öyle siyasetçiler görüyorum ki, daha ilk günlerinde fosilleşmiş bir siyasetin temsilcisi gibi duruyorlar karşınızda.12 Eylülcüleri değil yasalarını kaldıralım- 12 Eylül’ün girişimcilerini yargılayalım mı, yargılamayalım mı tartışması bence anlamlı değil. Ben bu tür bir yargılamanın herhangi bir kurumsal yapının işi olduğuna kani değilim. Aradan 25 sene geçmiş, çok büyük ölçekte sosyolojik, tarihsel bir olgunun yargılanmasından söz ediyoruz. Kenan Evren ve MGK’daki 4 orgeneralin yargılanmasını yapamayız. Diyelim ki, darbe bildirisindeki çözüm önerilerinin hepsi yanlıştı. Peki, tespitlerin de mi hepsi yanlıştı, kendimize karşı dürüst olalım. 12 Eylül bağlamında asıl tartışılması gereken, sağlıklı demokratik düzene geçmiş bir toplumun, o dönemin mirası anayasa ve yasalarla yönetilip yönetilmeyeceği. Yönetilmeyecekse hemen hepsini kaldıralım.Süleyman Nazif hayatımı değiştirdi - Orhan Elmas, Natık Baytan ve İsmail Güneş’e reji asistanlığı yaptım. Hep kameranın arkasındaydım, küçük bir rol olsa bile filmde oynamayı düşünmedim. Rahmetli Natık Ağabey’le 4 uzun film yaptık yanılmıyorsam. Çalıştığım filmler içinde TRT için yaptığımız ‘Süleyman Nazif’ drama-belgeselinin benim için çok özel bir yeri vardır. O sayede Işıl’la tanışıp evlendim, bugünkü mutluluğumu biraz da Süleyman Nazif’e borçluyum.YARIN: Arkamda tarikat ve aşiret yok
button
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2004
Prof. Dr. Murat Öncel, ilk bakışta Türkçe konuşan bir Amerikalıya benziyor, giyiminden gözlüklerine, gülüşünden ayakkabılarına kadar. 1959’da Ohio’da dünyaya gelmiş, 6 yaşında ailece Michigan’a nakli mekan etmişler. Dedesi Atatürk’ün yakın arkadaşı, 4. dönem Bursa Milletvekili Rüştü Egel, babası ise Samsunlu dahiliye mütehassısı Hasan Fehmi Öncel. İlkokul sonra Antalya’ya kesin dönüş, ortaokul, lise derken 1982’de İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezuniyet.
Derken kafasını ‘vitrektomi’ ameliyatlarına takmış, baba dostu Vehbi Koç onu bu ameliyatı öğrenmesi için Amerika’ya Prof. Dr. G. Peyman’ın yanına göndermiş. New Orleans’ta 2 yıl vitrektomi konusunda üst ihtisas yapmış. Ardından Mayo Clinic, Cleveland, Turgut Özal’ın ameliyatları derken 1989’da vatanına dönmüş.
Vitrektomi ameliyatlarını İstanbul’da ilk o yapmış, sonra başlamış ulusal ve uluslararası tıp ödülleri yağmuru. Eczacıbaşı’dan Amerikan Retina Cemiyeti’ne kadar. Amerikan Retina Cemiyeti’nin geçen yıl verdiği onur ödülüne, geçen hafta Santiago’da törenle aldığı Retina Oscarı’nı eklemiş.
Hem de bu ödüllere layık görülen ilk Türk göz hekimi olarak. O aynı zamanda Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Bölümü’nün patronu. Önce hastanedeki Prof. Dr. Murat Öncel’i tanıdık, sonra Ataköy’deki villasında piyanosunu çalıp eşi Banu’yla dertleşip, ikizleri Deniz ve Damla’yla oynayan aile babası Murat Öncel’i. Siz de tanımak ister misiniz?
Lazerli ameliyat cihazları neredeyse Mahmutpaşa kaldırımlarına düşmek üzere.
- Eskiden gözler elmas bıçakla elle çizildiği için numaralar tam olarak tutturulamıyordu. Gece gözbebeği genişlediğinde çiziklerin kenarlarından yansımalar olabiliyordu. Şimdi ise bu ameliyatı lazerle gözün ön kısmını tıraşlayarak, dokuyu yontarak yapıyoruz. Amerika lazerle tedaviyi eksi 6’yla sınırlarken, Türkiye’de eksi 10, 15’ler yapıldı, sonra hepsi tekrar yükseldi, lazer çocuk oyuncağı değil. Şu anda Amerika’da eksi 10 ile artı 6, astigmatta ise 5 numaraya kadar yapılıyor.
Yakını atmanın ise henüz çaresi yok, çünkü bu yaşlılığın getirdiği uyum yetersizliği. 45 yaşında dünyada herkes yakını göremez, her 5 yıl bir numara artar. 45 yaşında artı 1,5 takar, 50 yaşında artı 2, 55 yaşında artı 2,5, 60 yaşında ise artı 3 numara gözlük takar, bu bir kuraldır, değişmez.
Diyabetliye göz dibi taraması şart
Göz görmeyince gönül katlanır mı?
- Yener Bey, gözler vücudun, hastalıkların aynasıdır. Mesela göz dibi muayenelerinde vücuttaki bütün hastalıkları pratik olarak anlayabiliyoruz. Çünkü insan vücudunda damarları çıplak olarak gördüğümüz tek yer gözdür. Buradaki damarlar bozulmaya başlarsa, vücuttaki damarlar da bozulmaya başlamış demektir.
Onun için diyabet teşhisi konulan hasta hemen retina konusunda uzmanlaşmış bir göz uzmanına gidip göz dibi taraması yaptırmalı. Çünkü hasta gözündeki bozuklukların farkına varmaz, ne ağrı olur, ne de görme bozukluğu. Eğer rahatsızlığı zamanında yakalarsak ilerlemesini çok basit bir lazer tedavisiyle durdurabiliyoruz.
Vitrektomi denen göz içi kanaması ameliyatlarını eskiden dikişli yapardık, şimdi lazerle, tertemiz. Bu ameliyat insan vücudunda yapılabilecek en mikrocerrahi ameliyattır. Gözün en arka tabakası sarı noktadan zar soyuyoruz, elinizde bir milimetrelik bile titreme olmaması lazım.
Makula yani sarı nokta; gözün arkasında yer alan ve detayları görmemizi sağlayan bir bölgenin adı. Sözün kısası odur ki; burası sayesinde okuyabiliyor, iğneden ipliği geçirebiliyoruz.
- Her insan 55-60 yaşından sonra ‘yaşa bağlı makula dejeneresansı’ dediğimiz sarı nokta rahatsızlığına yakalanır. Bu yaşlılığa bağlı bir göz bozukluğudur, hasta kör olmaz, baktığı noktayı göremez. Mesela kitabın kenarlarını görür, ortada hep siyah bir leke vardır. Bu hastalık ilerlediği zaman hiçbir tedavisi yok, sadece bizde değil, bütün dünyada.
Bunu erken dönemde anlayabilirsek foto dinamik denilen en son tedavi şekliyle ilerlemesi durdurulabiliyor. Bu rahatsızlığın sizde başlayıp başlamadığını anlamak için kendi kendinize basit bir test yapabilirsiniz. Bunun için kareli bir kağıda bir daire çizip ortasına koyu bir nokta koyun. Yakın gözlüğünüzü takıp bir gözünü kapatıp dairenin içindeki noktaya bakın. Sonra öteki gözünüzle aynısını tekrar edin.
Eğer kareleri eğri büğrü görüyorsanız bu hastalığın başlangıç dönemindesiniz demektir. Bu rahatsızlığı geciktirmek için Amerikalı uzmanlar herkese A, D, C vitaminlerinin yanı sıra çinko ve selenyum öneriyor. Aslında biz bunları cennet ülkemizdeki doğal sebze ve meyvelerden almalıyız. Bunun için daha koyu yeşil sebze ve meyvelerin yanı sıra bol bol havuç yemekte fayda var.
Uyurken lensinizi mutlaka çıkarın
Kontakt lensin gözün odaklama kusurlarının düzeltilmesi amacıyla kornea ön yüzeyine takılan merceklere verilen ad olduğunu bilmeyen var mı?
- Türkiye’de birçok insanımız belki de az masraflı olsun diye kontakt lensini tükürüğüyle ıslatıp takıyor. Böyle bir şey olabilir mi, bunlar mikrop kaptırıcı etkenler. Ayrıca gece yatarken mutlaka lensleri çıkarmak lazım. Çünkü uyurken gözümüz göz kapağından besleniyor. İnsan vücudunda damarsız olan tek doku, kornea. Gözün ön tarafındaki bu şeffaf doku damarla değil, oksijenle, gözyaşıyla besleniyor.
Tıptaki bu kadar ilerlemelere rağmen bugün hálá iris yapamıyoruz, sadece var olanı tamir edebiliyoruz. Dünyadaki bütün normal insanların gözlerinin çapı 2,5 santimdir, sadece kornea çapı farklı olabilir. Göz merceğimiz, saç ve tırnak gibi hem büyür, hem sertleşir.
Göz tansiyonunuza hiç baktırdınız mı?
Laf aramızda, Murat Bey kendi göz tansiyonunu ölçtürmemiş, üstelik eşi meslektaşı olduğu halde. Türkiye’ye kesin dönüş yaptığı belli.
- Göz tansiyonu, yani glokom da hafife alınmaması gereken önemli bir göz hastalığıdır. Bu hastalığın belirtisi yoktur, sinsi şekilde körlük yapar. Hasta hiçbir ağrı duymadığı gibi, görmesinin azaldığının da farkına varmaz.
Tedavisi çok basit, sabah akşam bir damla kullanıp gözlerimizi kurtarıyorsunuz. Şaşılık da estetik bir kusur değil, önemli bir hastalıktır. Şaşılık erken dönemde tedavi edilmezse ilerde şaşı göz tembelleşir, beyin o gözü unutur. Ondan sonra o gözü sadece estetik olarak düzeltebilirsiniz, ömür boyu az görür.
Güneş gözlüğü sokaktan alınmaz
Alt tarafı güneş gözlüğü demeyin ve sokakta, pazarda satılan sıradan güneş gözlüklerini alıp takmayın, gözlerinizi mahvedersiniz.
Gözbebeğimiz güneşte genişler, eğer taktığımız güneş gözlüğü ultraviyole ışınlarını bloke etmiyorsa güneşin daha zararlı ışınları göze daha çok gelir. Bu tür kalitesiz güneş gözlükleri hızla katarakt ve sarı nokta rahatsızlarına sebep olur. Onun için güneş gözlüklerinin ultraviyole ışınlarını bloke eden kalitede olması şart. Karda çalışanlarda da bu tür gözlük gerekli, aksi halde koruma gözlüğü takmayan kaynakçının durumuna düşer.
Bilgisayar gözler için yeni tehlike
Gözyaşları ile yıkanan yüzden daha temiz yüz olamaz (W. Shakespeare).
- Gözyaşı çok basit gibi görünür ama, mesela gözyaşı olmayan insan kör olur. Kuruluğu önlemek için gözyaşı üretemeyen hastalara suni gözyaşı damlaları veririz. Bu hastalık son yıllarda sürekli bilgisayar kullanan insanlarda çok sık görülmeye başlandı. Çünkü klimalı ortamlarda gözyaşı daha çabuk buharlaşıyor.
Bunun yanı sıra uzun süre dikkatle bilgisayara bakan kişiler gözlerini kırpmayı unutuyor. Bunun sonucu olarak gözyaşı buharlaşıyor, göz kuruyor ve batmalar oluşuyor. Biz buna ‘bilgisayar yorgunluğu’ diyoruz. Bunu önlemek için, uzun süre bilgisayar başında kalanların mutlaka birkaç dakikada bir etrafa bakıp gözlerini kırpmaları lazım.
Göz parlatıcı damla asla kullanmayın
Ay, gözlerim ne kadar kanlanmış, versene şu kullandığın damlanın adını bana...
- Gözde kanlanmayı giderdiği söylenen damlaları asla kullanmayın, gözünüzü parlatayım derken başınıza dert açarsınız. Bu tür damlalar o anda damarları büzer ama, bir süre sonra hepsi genişleyip gözünüzü daha kötü yapar. Bu arada sizin vasıtanızla vatandaşlarımızı bir konuda uyarmak istiyorum.
Rusya ve Azerbaycan’da kataraktı önlediği iddia edilen bir göz damlası satılıyor. Gerek oranın insanları, gerekse çevre ülkelerden bu ilaca karşı çok yoğun bir talep var. Sakın aldanmayın, dünyada kataraktı önleyen bir damla, bir ilaç yok, tek çaresi ameliyattır. Bu arada belirteyim, arpacık gibi hastalıkları önlemenin çok basit bir yolu, bebek şampuanıyla göz diplerini hafif ovuşturarak sabah akşam gözleri yıkamaktır.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2004
Mirkelam, durdu durdu, bu kez de ‘Aşkımsın’ ile yine turnayı gözünden vurdu. Türkiye’nin dağları, ovaları, bayırları, çayırları, kumsalları, dereleri, tepeleri ‘Aşkımsın’la yankılanıyor. 1995’te ‘Her Gece’yle müzik dünyasına koşa koşa giren ‘pop-alaturka’nın yaratıcısı Mirkelam, ‘Joker’ ve ‘Unutulmaz’dan sonra şimdi de ‘Kalbimde Parmak İzin Var’ albümüyle ortalığı kasıp kavuruyor. Albümde yer alan acılı, tatlılı şarkıların hemen hepsinin söz ve müziği yine kendisine ait. Düzenlemeleri ise yine can dostu İskender Paydaş yapmış. Mirkelam bu albümünde fıkralar anlatıyor, gülüyor, bir de öneride bulunuyor: ‘Tertemiz bir dünya için, sabah akşam fırçala- Mirkelam’ın önerisi, çalkala çalkala- Mutluluğun reçetesi keman ile darbuka- Doktorların önerisi, çalkala çalkala- Erkek kadın, çolu, çocuk- Erisin buzlar, haydi kızlar- Bundan böyle yek vücut- Sağlam kafa, sağlam vücut- Tamam, oluyor, tamam- Gerisi yalan, aman aman.’
Hoppala, bu da nereden çıktı demeyin, kalkın hep birlikte Mirkelam’ın Caddebostan’daki evine gidelim. Yüzme havuzlu bir sitedeki dairesinin balkonunda hem çayımızı içelim, hem kekimizi yiyelim, hem de soralım, Fergan Mirkelam’ı dinleyelim.
Jeoloji mühendisi Fergan ile, söz yazarı-besteci-şarkıcı Mirkelam’ın arasından şimdilerde su sızmıyor.
- Fergan jeoloji mühendisi, Mirkelam gitar çalan çocuk. Eskiden beri ikisini bir arada tutmaya çalışıyorum. ‘Her Gece’nin ilk fırtınalı döneminde araları pek iyi değildi doğrusu, anlaşamıyorlardı. Şimdi ise Fergan Mirkelam’a, Mirkelam da Fergan’a yardım ediyor. İkisinin de ortak amacı, çevrelerini kuşatan daireyi mutlu tutmak. Ben müzik yaparken aklı asla kabul etmiyorum, akıl ne kadar uzak olursa o kadar güzel şeyler çıkıyor. Zaten sanatçının akıllı olmasından yana değilim, yaptığı işe zarar veriyor. Zeki olabilir, İnsan çok basit bir yaratık aslında, biz onu çok büyütüyoruz.
Aşk, Tanrı’nın bize bir oyunu
Bacak kadar çocukluğundan beri onca aşk şiiri yazacaksın, bunca aşk şarkısı besteleyeceksin, sonra da kalkıp sıcak bir Caddebostan öğleden sonrasında...
- Sana bir itirafta bulunayım, ben bugüne kadar hiç aşık olmadım. Ne Mirkelam’dan önce, ne de Mirkelam’dan sonra, inan ki böyle. Belki öyle biriyle rastlaşmadığım, belki de yeterince ilgi çekmediğim için. Aşk bence cinselliğin ön safhası, Tanrı’nın bize bir oyunu. Onun için ‘Aşkımsın’ın belli bir adresi yok, zaten hareketli olduğu için beni çok etkileyen bir şarkı da değil. Aşkımsın’da çocukluğumun geçtiği Florya’nın çamları, palmiyeleri, kumsalları var. Eşim var, ayrılık var, mutluluklarım, heyecanlarım var. Aşkımsın, aslında biraz profesyonel bir şarkı. İki sene önce yazdım, eklene eklene bugünlere geldi. Şu anda bütün Türkiye’nin dilinde, belki yok satıyor ama, yine de ben bu işi çok iyi yapamıyorum galiba.
Boşandıktan sonra psikiyatra gittim
Fergan Mirkelam’ın sezgileri de, hayata bakışı da bir başka türlüymüş, çünkü...
- Kadınlarla büyüdüm ben, annemle ve anneannemle beraber, babam bizden ayrıydı. Keşke baba şefkatini de doya doya tatsaydım ama, olmadı. O iki kadın hayata başka türlü bir bakış, başka türlü bir sezgi verdi bana. Hiç de ana kuzusu değilim, çünkü özgürlüğü çok seven bir insanım. Yalnız değilim ama, yalnız olmayı da seviyorum aslında. Her şeyden zevk almaya çalışırım, hayatı ve insanları çok severim. Arzu’yla iki sene oldu boşanalı, iyi ki çocuğumuz yok diyorum. Aramızdaki sevgiyi zor da olsa arkadaşlığa dönüştürdük.
Boşandıktan sonra bir psikiyatra gidip tedavi oldum ama, hiç ilaç kullanmadım. Evlilik aslında hem bana göre, hem de değil. O özgürlük anı var ya, eğer karşı taraf onu size vermezse birikim yapıyor. Kadın bence işte o noktada erkeğine karşı anlayışlı olacak, onu kıstırmayacak. Eşimden ayrıldıktan sonra benmerkezli oldum, şimdi eskiye göre kendimi daha ön planda tutuyorum. Çalının arkasında canavar var mı, yok mu diye hiç merak etmem. Hayatta hiç risk almam, biraz garanticiyim, o yüzden evi severim.
Sigaraya Salah Birsel’le başladım
Sigaraya Salah Birsel’in kitaplarını okuyarak başladım. Nasıl mı, bütün kitaplarının arka kapağında onun sigaralı fotoğrafını taklit ederek. Elinde sigaralı pozu çok hoşuma giderdi, ben de onu taklit ederek başladım, sonra hayatımın bir parçası oldu.
Bamya hariç yemek seçmem, harika yemek yaparım ama, kendi icadım olan usullerle. Mesela makarnanın haşlama suyuna karabiber veya sarımsak atarım. Geçen gece sabahın 3’ünde canım pizza istedi. Evde hamur yok, pide yok, sadece bir paket galeta var. Galetaları bir tabağın içine kırdım, sonra da üstüne sarmısak, salça, sucuk, kaşar peyniri koyup doğru mikrodalgaya. Ağzınıza layık gerçekten çok güzel oldu, isteyenler deneyip görsün.
Kadın ile erkeğin eşitliğine inanmam
Görünen o ki, Fergan Mirkelam maço değil ama, anti-maço da hiç değil...
- Kadınla erkeğin eşitliğine inanmıyorum, feminizm kadınlar için çok zararlı bir buluş bence. Doğanın kendine göre birtakım kuralları var, kadın ile erkek farklı yaratılmış. Erkek kadının daima bir adım önünde, çünkü Tanrı erkeğe enerji verip hep giden olarak yaratmış. Kadını ise sabit tutmuş; ona ‘Sen dur, çocuk yap’ demiş. Erkek, kadınına ‘Beni koru, tek eşim ol’ diyor, aldatma problemleri de biraz buradan çıkıyor. Doğada tekeşlilik yok, bunu insanoğlu, biraz da erkek egemen olsun diye kendisi ayarlamış. Erkek-dişi doğada eşit ama, biz öyle bir sistem kurmuşuz ki, buna göre kadınla erkek eşit olmamak durumunda. Hanımlar bana kızmasın ama, gerçek böyle, bu sistemi de ben kurmadım.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2004
Benin-Gürer Aykal çifti siz bu satırları okurken Fransa Provence’deki muhteşem malikanelerinde tatillerine başlıyor olacaklar. Benin Hanım belki de şu sıralarda sevgili eşi için kendi elleriyle koyu bir Rize çayı demliyordur. Sonra ver elini New York, gelsin konserler, gitsin davetler. Sonra yine Türkiye, önce Kandilli’deki villa, sonra Antalya Devlet ve Borusan Senfoni Orkestraları provaları, konserleri. Üç yaşında gam yapan, dört yaşında abc’yi bilmeden nota yazan çocuğun başına bunların gelmesi doğal değil mi? Her şey bir yana, Gürer Aykal gerçekten bir dünya beyefendisidir. Ses tonundan, konuşmasına, bakışından, giyim kuşamına, saçlarına, gözlerine, gülümsemesine kadar. Buram buram insan sevgisi kokan kadife sesiyle çevresine huzur saçar, nur verir. İkinci adresimiz Sultanahmet’teki ünlü Four Seasons İstanbul’daki buluşmamızda buna bir kere daha tanık olduk. Four Seasons’ın Türkiye ve Ortadoğu Genel Müdürü Mısırlı Marcus Becket de hayran kaldı Aykal’a. Sonra hep birlikte ses çıkarmadan dinledik İtalyanların ‘Fatih’adıyla çağırdıkları dünyaca ünlü maestromuzu. Kimi zaman Mozart oldu, kimi zaman Vivaldi, kimi zaman Saygun, bazen de Beethoven. Siz de duyuyor musunuz?
Gürer Aykal’ın CSO’da geçen yılları nice ilginç anılarla dolu ama, ah şu ser verip sır vermeme huyu depreşmese...
- Geçmiş yıllarda adını vermeyeceğim bir başbakanımız Ankara’da bir konserimize geldi. Şef her zamanki gibi sahneye gelip selamını verdi, o anda olanlar oldu. Sayın başbakan, kendisi selamlıyor sanmış olmalı ki, yerinden kalkıp şefin elini sıktı. Bunları değil anlatmak, hatırlamak bile çok acı aslında. Başka bir anı, CSO’da yeni 2. kemanlar grup şef yardımcısıyım, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve İsmet İnönü birlikte konsere geldiler. Sunay doğruca en önde kendisine ayrılan özel yerine oturdu ama, İsmet paşa ve Mevhibe hanım üçüncü sıraya geçti. İnönü daha iyi duymak için gitti üçüncü sıraya oturdu. Sunay bir baktı, yanı boş kalmış, arka sıradaki İsmet paşaya; ‘Gelsenize buraya’ diye seslendi. İnönü de; ‘Orada ses iyi gelmez, bu akşam viyolonsel solosu var’ diye cevap verdi. Çok haklıydı, önde oturursan sesleri tek tek duyarsın, halbuki biraz geride tamamını duyarsın. Onun için bence konserlerde en ideal sıralar 8 ila 28 arasıdır. Sunay da eşiyle beraber kalkıp İsmet Paşa’nın yanına geçti ama, protokol da karmakarışık oldu.
Balerinlerin pabuçları Korutürk’ten
Aykal, 1977’de Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü koltuğuna davet edilmişti...
- Akıl almaz bir yanlıştı o görevi kabul etmem. Geldiğimde gördüm ki, ne bir Türk rejisör var, ne de bir Türk koreograf. Hemen kendi imkánlarımla iki arkadaşımı yurt dışına eğitime gönderdim. O dönemde, sanat áşığı, seçkin insan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yardımlarını hiçbir zaman unutamam. Hatırla, balerinlerin ayaklarını sokacak pabuç yoktu o zaman Türkiye’de. Korutürk’e durumu anlattığımda Merkez Bankası başkanına telefon edip bizim için bin dolar isterdi. Türkiye o sırada sadece gübre ve ilaca döviz ayırabilir durumdaydı.
Ecevit’le müzik tartışmaya korkarım
Sevgili Aykal’dan bir bomba daha geliyor, sıkı durun...
- Bülent Ecevit’le müzik tartışmaya korkarım, müziği bu denli bilen biri olamaz. Oran’da o zamanlar komşuyduk, sık sık beraber çay içerdik. Çok sesli müziği ilk kez Orta Asya’da Türkler’in yaptığını ondan öğrendim. Sonra bu konu üzerinde uzun araştırmalar yaptım, gerçekten Türkler oralarda iki sesli müzik yapmış.
Demirel’in demokrasi şarkısı projesi
Süleyman Demirel’in şu arzusu keşke gerçekleşmiş olsaydı...
- Demirel cumhurbaşkanı seçildikten sonra bir gün beni çağırıp, bir demokrasi şarkısı, türküsü yapmamı istedi. Öyle bir beste istiyordu ki, bütün Türkiye bu demokrasi şarkısını her yerde söylesin. Kendisine; ‘Efendim, bir şairimize iki dize bir şeyler yazmasını buyurun, biz de müzikleriz’ dedim. Ondan sonra neler oldu bilmiyorum ama, Süleyman Bey bunu çok istiyordu.
Cimbom’a marş yazmaya hazırım
- Koyu Galatasaraylıyım ama, marşımız çok arabesk, olmaz böyle bir şey. Kulüp bugün beni çağırıp yepyeni bir marş yapmamı istese anında kabul ederim, ben hazırım. Galatasaray benden şunu bile isteyebilir: ‘Bize taraftarlarımızın tribünde kolayca söyleyebileceği birkaç notalık bir şeyler hazırla.’
Arabesk, varoş müziğinin ırzına geçiyor
- Arabesk varoşların müziği filan değil, varoşların müziğinin ırzına geçen bir tarz. Ne kadar güzel türkülerimiz, geleneksel müziğimiz vardı, ne hale geldi onların diliyle. Arabesk benim için uyuşturucuyla eşdeğerde, tahribatı da aynı. Ben Geleneksel Türk Müziği diyorum, Türk Sanat Müziği diye bir şey olmaz. Zaten müzik sanattır, sanat olmayan müziğimiz mi var?
Orkestradan birisiyle bir şey yaparsan hepsiyle yapacaksın
Bugüne kadar Gürer Aykal’ın yakışıklı olmadığını iddia eden bir dişi gördünüz mü?
- İtalyan hocam bir gün beni yanına çağırıp, ‘Ağzı burnu yerinde bir adamsın. Eğer orkestradan birisiyle bir şey yapacaksan, hepsiyle yapacaksın, aksi halde seni yerler’ dedi. Onun bu nasihatine hep sadık kaldım. Fransa’da bir konser için çalışırken hanım orkestracıların, ‘Bu şef gözlerine sürme çekiyor’dediği kulağıma geldi. Konser başladı, terledikçe yüzümü, gözümü mendilimle siliyorum. Ssürme sürsem boyası çıkar gibilerden. Baktım, dedikoducu hanımların hepsinin gözleri aşağıda.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2004
Emekli Büyükelçi Ömer Engin Lütem, Dışişleri Bakanlığı’nın Ermeni terörü üzerine kurduğu İstihbarat ve Araştırma Dairesi’nin ilk genel müdürü. ASAM Ermeni ve Balkan Ülkeleri Araştırma Enstitüsü Kurucu Başkanı. Bu konuları kelimenin tam anlamıyla sular-seller gibi biliyor, dünyanın dört bir yanında konferanslar veriyor. 1933 İstanbul Beşiktaş doğumlu, Galatasaray Lisesi ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden sonra 1957’de Dışişleri Bakanlığı’na giriş. Fransa, Almanya, Libya, İtalya’daki görevlerinden sonra Köln Başkonsolosu, Personel Genel Müdürü, Müsteşar Yardımcısı, UNESCO nezdinde Büyükelçilikten sonra emekliye ayrılış. Meral- Ömer Lütem çifti Ankara Çay Yolu’ndaki bir sitenin en üst katında iki daire alıp birleştirmişler.
Birinde 40 yılık karı- koca Lütemler yaşıyor, ötekinde ise Meral hanımın kuması 11 bin adet değerli kitap. Burasının Türkiye’deki özel kütüphaneler arasında ciddi bir yeri olduğu kesin. Her şey bilgisayara kayıtlı, ödünç kitap almak gibi bir kavram yok. Duvarlarda Müslüman Çingene Seferov başta olmak üzere ünlü Bulgar ressamların tabloları. Camlı vitrinlerde aldığı devlet nişanları, madalyalar, beratlar. Temyiz üyesi büyükbabasından miras Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin ilk baskısı. Tatlı dilli, güler yüzlü Meral Lütem, eşiyle Münih Başkonsolosluğu’nda tercüman olarak çalışırken tanışmış. Yıldırım aşkı, ver elini İstanbul ve Kadıköy’de nikáh ve 40 koca yıl. İşte karşınızda, Ermeni’yi Ermeni’den, Bulgar’ı Bulgar’dan çok daha iyi bilen Ömer Engin Lütem.
O Ermeni terörüdür ki, 1985’e kadar dördü büyükelçi olmak üzere toplam 34 diplomatımızın canına kıymıştır.
- Ermeni terörünün 1985’de durmasının nedeni, Abdullah Çatlı ve öteki bazı kişilerin Ermenileri karşı yaptığı icraatlar değildir. Terörü durduran doğrudan doğruya Ermeniler’in kendileridir. Ayrıca Çatlı ve ötekilerin ne yaptığını tam bilmiyorum, çünkü işin bu kısmı kesinlikle Dışişleri’nden geçmez, o MİT’in işidir. Teorik olarak, o terör örgütü mensuplarının tamamına yakınını ortadan kaldırmadığınız sürece o faaliyetler devam eder. Ermeni terörünün durmasındaki öteki neden ise Türkiye’nin bu konuda yaptığı çok ciddi uğraşılar. Sözde soykırım iddialarının asılsızlığını kanıtlamak için kitaplar yazıldı, konferanslar düzenlendi. Bu arada yakalanan Ermeniler’in mahkemelerine devletimiz müdahil olarak katıldı. Mesela ben Lyon’daki duruşmaları sahte kimlik kullanarak sonuna kadar izledim.
Ermeni terörü uykuda
Yener Bey, büyük devletler Ermenilerin terör faaliyetlerine karşı çıktı, faillerin hepsi yakalandı ve ağır cezalara çarptırıldı. Bunun üzerine bu işi planlayıp finanse eden Amerika, Fransa ve Beyrut’taki Ermeni patronlar durdu. Ama, 17 Temmuz 1987 tarihli Avrupa Parlamentosu kararı Ermenilere hediye olarak alındı. O kararda, Türkiye Ermeni soykırımını tanımadığı sürece AB’ye üye olamaz anlamına gelen bir madde var. Bunun yanı sıra Ermeni terörünü şiddetle kınayan bir madde de var. Avrupa’nın Ermenilere söylediği şu: terörizme hayır, davanızı siyasal alanda istediğiniz gibi götürebilirsiniz. Bunlar ilerleme raporlarında da var, katılma anlaşmasını imzaladığımız takdirde Avrupa Parlamentosu bu kararı göstererek anlaşmayı onaylamayabilir.
Paris Büyükelçimiz merhum Hasan Esat Işık, 1970-71’de, Ermeniler tarafından Marsilya’da bir ‘‘soykırım anıtı’’ dikilip, açılış törenine, aksine söz vermelerine rağmen bakanlardan birinin katıldığını görünce, Ankara’ya sormadan Paris’i terk edip sefirlik yaşamına nokta koymuştu.
- Ermeni terörü şu anda uykuda, çünkü eski teröristlerin çok büyük bir kısmı hálá hayatta ve Ermenistan’da. Terörü canlandırmak için yeterli personelleri hálá var. Yener Beyciğim, nerelere geldik. Rahmetli Esat Işık’a sefirliğini bıraktıran, Marsilya’da bir Ermeni kilisesinin bahçesinde, dışardan görünmeyen 1,5 metre boyundaki dikili taştı. Şimdi nerelere neler dikiliyor da, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Paris’in en güzel yerine Komitas adına dikilen anıtı rahmetli Hasan bey sağ olup da görseydi intihar ederdi herhalde. Komitas denen kişi sözde soykırımda ölenleri temsil ediyor, adam 1915 olaylarında ölmemiş ki. 24 Nisan 1915 tehciriyle Çankırı’ya gidenler arasında. Başta Halide Edip olmak üzere bu Ermeni müzisyeni iyi tanıyanların tavassutuyla 10 gün sonra geri gelmiş İstanbul’a. 1919’da Fransa’ya gitmiş ve orada ölmüş, bu adam neyin temsilcisi olabilir? Yaptılar, çünkü Ermeniler gibi çok küçük milletlerin kahramanı yoktur, kimin anıtını dikeceksiniz?
Bu iş Sevr’e gider
Ermeni planları üç aşama üzerine kuruludur. Birinci aşama, asılsız soykırımın mümkün olduğu kadar çok sayıda ülke ile ayrıca belli başlı uluslararası kuruluşlar tarafından tanınmasıdır. İkinci aşama, Türkiye’nin yabancı ülkelerin asılsız soykırımını tanımasından etkilenmesi ve uluslararası baskılarla bunu kabul etmek zorunda kalmasıdır. Üçüncü aşama, Türkiye’nin asılsız soykırıma maruz kalan kişi veya mirasçılarına tazminat ödemesidir. Dördüncü ve son aşama ise, Sevr’in ihya edilerek Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a toprak verilmesidir.
Ankara’da, Erivan’da şöyle karşılıklı otursak, birer acı kahve içtikten sonra, şu tozlu dosyaları açıp tek tek incelesek. Biz anlatsak onlar dinlese, onlar anlatsa biz dinlesek. Hayal bu ya...
- Elbette, bence bunu yapmakta hiçbir mahzur yok, zaten bütün mesele karşılıklı ciddi bir diyaloga giremememiz. Ama, bunun sebebi biz değiliz, Ermeniler. Çünkü diyorlar ki: ‘Ben soykırımı tartışmam, o bir tarihi gerçektir. Onun dışında ne varsa gel konuşalım.’
Ararat keşke gösterilseydi
Ararat’ın Türkiye’de gösterilmesinin bence hiçbir mahzuru yoktu, keşke gösterilseydi. Henüz görme fırsatım olmadı ama, senaryosunu çok iyi okudum, filmin her karesini gözümde canlandırabiliyorum. Çok kötü bir film, anlamanın imkánı yok, hikáye içinde hikáye, oyun içinde oyun var. Ararat filmine ayrılan bütçenin 50 milyon dolar olduğuna bakıp, asılsız Ermeni Soykırımı endüstrisinin mali gücünü hesaplayabiliriz.
Charles Aznavour’un sesini çok severdim, gençliğim onu dinlemekle geçti. Geçmiş yıllarda Türk dostuydu, İstanbul’da çeşitli gece kulüplerinde konserler verirdi. Ne zaman ki, sözde soykırım iddiaları başladı, Aznavour da Ermeniliğini o zaman keşfetti. Ermenistan’a gittiği zaman bizzat Koçaryan tarafından kabul ediliyor, madalyalar veriliyor.
Başkan G.W. Bush Ermenilerin bütün bastırmalarına rağmen 24 Nisan’da yayınladığı mesajlarında soykırım lafını söylemedi. Ama, Kerry seçilirse mutlaka söyleyecek. Çünkü bugüne kadar ABD Senatosu’ndaki Ermeni lehindeki tüm faaliyetlere aktif olarak katılmış.
Bulgarlar boruların içine mikrofon döşedi
Sofya Büyükelçiliğimizin kançılaryası Bulgar binalarına bitişikti. 1984 ve 1989 yıllarında iki kez cihaz arama yaptırdım. Sıvalar sökülünce duvarların içinden bir dolu ince boru çıktı. Meğer Bulgarlar bu boruların içinden mikrofonlar uzatıp duvarların ardından bizi dinliyorlarmış. Rezidans bahçenin ortasında olduğu için cihaz koyma imkánı yoktu ama, telefonlarımızın dinlendiği ‘çın’ diye seslerden belli olurdu. Postaların hepsinin tek tek açılıp okunduğu, zarfların kaba saba yapıştırmalarından belli olurdu. Büyükelçiliğimizin karşısındaki evin alt katında altı ajan, altı saatlik vardıyalar halinde görev yapıyordu, bizi takip edenler hariç. Yani bize 80 kişilik bir kadro izliyordu, ne öğrenebilecekler ki, hiç.
Soykırım hukuki bir kavram
Amacı, olmayan soykırımı kabul ettirip önce tazminat, sonra da toprak koparmak. Tehcir sırasında Ermenilerin ölmediğini, sıkıntı çekmediklerini söylemek istemiyorum ama, soykırım belirli bir hukuki kavram.
1948 Birleşmiş Milletler Soykırım anlaşmasına göre soykırımın tarifi şöyle: ‘Bir etnik, bir dini, bir milli grubu imha amacıyla yapılan bir çok hareketler.’ Karşı taraftaki grup eğer silahlı ise onu ortadan kaldırsanız soykırım olmuyor. Bu tarifi 1915 olaylarına uygularsak, İstanbul, İzmir, Edirne ve diğer başka şehirlerdeki Ermeniler göçe tabii tutulmamış. Bu olay çok kötü bir göçtür, Ziya Gökalp’in dediği gibi, bu aynı zamanda ‘mukatele’dir. Mukatele, Arapça’da iki tarafın da birbirini öldürmesi anlamına geliyor. Bu göç olayı kötü koşullarda cereyan etmiş. Burada üç kötü var: Kötü ulaşım, kötü iklim ve kötü asayiş, bunları kabul ediyorum.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2004
Tam 47 yıl süren aktif politik yaşamını noktalayan Bülent Ecevit, yaşamının en kritik anlarını arkadaşımız Yener Süsoy’a anlattı. Ecevit, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında en korktuğu anın çıkarma sonrası 400-500 kişilik Türk alayının tam teçhizatlı, tanklı toplu 20 bin kişilik Yunan askerlerince kuşatıldığı an olduğunu söyledi.
Kıbrıs Barış Harekatı sırasında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger size gizlice yeşil ışık yaktı mı?
- Hayır efendim, harekatı son ana kadar kimse bilmiyordu ki. Kıbrıs’a çıkma kararını aldık ama, açıklamıyoruz, durumu hep idare ediyordum. Yalan da söyleyemem, hayır karar almadık da diyemediğim için çok ilginç üslup oyunlarıyla geçiştirdim. Kıbrıs temsilcisi Cisco benimle görüşürken, harekatın başladığını söyledim, şaşırdı. ‘Siz şimdi havaalanlarını da kapatırsınız, iyisi mi ben hemen gideyim’ dedi. Bundan önceki harekatlar sonuna kadar gitmemişti, Amerika bu sefer kararlı olduğumuzu biliyordu. Dışişleri Bakanı Kissinger, harekatı engellemeye kalkışmadı. Sadece ateşkes konusunda bizi her saat başı uyardı, biz de çok dikkatli davrandık. Ateşkes süresi içinde askeri bakımdan eksiğimizi gediğimizi tamamladık. Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştiren askeri gücümüz, şimdiki kadar olmasa bile çok iyi durumdaydı ama, istihbarat konularında hayli sıkıntılarımız oldu. Adada bulunan çok iyi yetişmiş 20 bin kişilik Yunan askeri, Zürih-Londra Antlaşmalarına göre orada bulunan küçücük alayımızın etrafını çevirdi. İlk defa orada çok kaygı duydum, bizim alay 400-500 kişi, karşısında toplu, tanklı binlerce Yunan askeri. Direndik, idare ettik durumu ve sabahın ışıkları geldiğinde ben bir oh dedim.
Kissinger komünizm konusunda çok duyarlıdır, o hep Yunanlı subayların komünist olduklarını düşünürdü. Olaylar sırasındaki bir telefon görüşmemizde dedi ki, ‘Askerlerinizi çekmezseniz hepimizin başı derde girer, çünkü orada çok komünist Yunan subayı var.’ Kissinger 1986’da bana yapılan suikast girişiminden sonra Amerika’da geniş bir geziye çıkmamı tavsiye etti. ‘Bizim davetlimiz olarak değil, bütün masraflarınızı kendiniz karşılayacaksınız, Türk görüşünü anlatın oralarda’ dedi. Anlattık ve gerçekten çok iyi bir gezi oldu. Başkanlarının değişik üslupları olabilir ama, Amerika Türkiye’nin değerini ve önemini her zaman bilmiştir.
Üniversite diplomanızın olmayışına hiç hayıflandığınız olmadı?
- Hiç istemedim Sayın Süsoy, bazı karşı partilerden önde gelen politikacılar da bana kanunu değiştirme teklif etti. Hepsinden özür dileyerek bunu kabul edemeyeceğimi söyledim. Cumhurbaşkanlığı elbette çok önemli bir görev ama, ben hep aktif politikanın içinde olmak istedim. İstesem bazı dönemlerde o imkanı bulabilirdim ama, cumhurbaşkanı olmak hiç aklımdan geçmedi. Ben Demokratik Sol hareketle Türkiye’nin ve Türk toplumunun yapısını değiştirmek istiyordum, Çankaya’da bunu yapamazdım.
Yeni bir şiir yazdınız mı, söz gelişi emekli siyaset ve devlet adamlığı üzerine?
- Daha durun bakalım, dün bir, bugün iki; şiir yazmak o kadar kolay mı Sayın Süsoy? Ben canımın istediği zaman oturup haydi biraz da şiir yazayım diyenlerden değilim. Çelişki gibi görünebilir ama, ben şiirin eşiğinden içeri ancak siyaset adamı olduktan sonra girebildim. Ondan sonra kendim için yazar oldum, çünkü şiiri bir iletişim aracı olarak kullanmama gerek kalmamıştı. Gazetecilikte de, siyasette de toplumla doğrudan iletişim kurabiliyor, toplumsal işlevimi yapabiliyordum. Böylece şiirde daha özgürleştim, şiir yazmaya bir düşünce ve duyma yöntemi olarak gerek duyar oldum. Dili dileğince kullanabilirdim artık şiirde. Kimse ‘Ne demek istiyorsun?’ diye soramazdı. Şiiri bu özgürlükle yazabilir olunca daha rahat yazar oldum. Şiirden kendi düşüncelerimi oluşturmada daha çok yararlanır oldum.
Özgür değil çıplaksın
Kimi insanlar, özgür olmayı davranışlarında kurallara, törelere uymamakta veya toplumsal sınırları, yasakları aşmakta arar. Oysa gerçek özgürlük içteki özgürlüktür. Kendi kafanızda kazılı sınırları aşabiliyor musunuz? İşte o zaman ancak gerçekten özgür olursunuz. Bir film görmüştüm, kafasında ve gönlünde özgür olan bir kızla öylesi bir özgürlüğe erişemeyen sevgilisi arasındaki gerilimi anlatan bir filmdi. Kızın kendisini hor görmesine dayanamayan erkek bir gün çırılçıplak soyunup pencereye çıkıp ‘İşte özgürüm’ diyordu. Kızın verdiği karşılık şuydu; ‘Özgür değil, çıplaksın.’
Bahçemizi seviyoruz
Bülent ve Rahşan Ecevit, evlerini, özellikle de bahçelerini çok seviyorlar. Rahşan Hanım, ‘Niye tatile gidelim ki, bahçemizden ayrılmak istemiyoruz’ diyor. Ecevit’in bileğinde, veda kongresinde konuşma yaparken kürsüye sertçe vurduğu için burkulma olduğu belirlendi. Ağrıları artınca, Ecevit’in bileğine GATA’da bandaj yapıldı.
Üşümemek için kalın çorap giydim, adım komüniste çıktı
Bülent Ecevit’le yapılan tarihi röportaj sırasında Rahşan Ecevit de ilk kez özel yaşamının kapılarını Hürriyet’e araladı. Rahşan Hanım, adının neden ‘komünist’ çıktığı şöyle anlattı:
‘Bülent’in gezilerine hasta olmadan katılmak için kendimi korumak amacıyla kalın çoraplar, kalın kazaklar giyerdim. Özellikle benim kalın çoraplarıma çok takıldılar ve ‘Rahşan komünist’ dediler. Hayatımda hiç moda, marka düşünmedim, daima sevdiğim ve rahat edeceğim şeyleri giydim. Hiç bütün elbise giymedim, daima hırka, bluz ve eteği tercih ettim.’
Kuaföre hayatında hiç gitmediğini söyleyen Rahşan Ecevit, ‘Saçlarımı aynaya bakarak kendim kesiyorum. Şuradan tutuyorum şöyle kesiyorum, buradan tutuyorum böyle kesiyorum, o kadar kolay. Birkaç yıl öncesine kadar Bülent’in saçlarını da ben kesiyordum’ dedi.
Bizim eve tereyağ girmez kızartma da pek yapılmaz
Ben çok güzel yemek pişiririm, hepsini annemden öğrendim. Bülent özellikle pilavlarımı ve tavuklu yemeklerimi çok sever. Zeytinyağlı fasulyeyi çok güzel yaparım Yener Bey, söylemesi ayıp, kendime özgü çok sağlıklı tatlılarım vardır. Güzel salata da yaparım. Bizim evde kızartma pek yapılmaz, çoğunlukla haşlamaları tercih ediyoruz. Tereyağı bizim eve girmez, genellikle zeytinyağı ve margarini tercih ediyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2004
Rasim Özkanca, 1948 Trabzon Faroz Mahallesi doğumlu... Trabzonspor’un iskeletini oluşturan mahallede doğup büyüdüğü için önceleri yaşamını libero futbolcu olarak programlamış. Genç takımda birlikte top koşturduğu Şenol, Ali Kemal’le birlikte profesyonel olacağı gün yükseköğrenim için İstanbul’da bulmuş kendini. Manifaturacı babası 5,5 yaşındayken vefat ettiği için, annesi ve 2 kardeşine bakmak zorundaymış. Sakız satmış, simit satmış, ele güne muhtaç olmadan Trabzon Ticaret Lisesi’ni bitirmiş. 1968’de İstanbul’a ilk merhaba ve Sultanahmet İktisadi Ticari İlimler Akademisi... Fındıkzade’deki öğrenci yurdu, parasızlıktan Taksim’e yayan gidişler, çoban salata suyuna batırılan sıcak ekmeklerle karın doyurulan yıllar... 1979’da TCDD’nin Wagon Lit’ten sonraki ilk özelleştirilmesinde yemekli vagonların ihalesini 1 milyon 600 bin lirayla kazanır. 7 yıl raylar üzerinde 400 kişilik ekibiyle gece gündüz hizmet verdikten sonra 1983’te kapanmak üzere olan tarihi Borsa Lokantası’nı satın alır. Sonrasında ilk fast food Türk restoranını açmak vardır, Fenerbahçe’den Şişli’ye yeni Amerikan mutfağı ‘Loft’u da ekleyerek. Rasim Özkanca, şimdi Fransız Gastronomi Birliği’nin usta nişanlı üyesi. 29 yıllık eşi Suna ile Amerika ve Fransa’da işletme ve mutfak eğitimi gören kızı Bahar ile oğlu Umut, onun sağ kolu. Burası Özkanca’nın Çengelköy sırtlarında Boğaz’ın ayaklar altına serildiği yüzme havuzlu muhteşem konağı. Burası da Lütfü Kırdar’da dünya liderlerine ev sahipliği yapan Borsa Lokantası. Evde çiğköfte, kuru pasta, çay ikramı vardı, Borsa’da ise Allah ne verdiyse var. Afiyet olsun.
Zirve öncesi CIA bizi 8 ay izlemiş
Rasim Özkanca’nın Borsa’sı, NATO İstanbul Zirvesi’nde iki gün peş peşe öğle yemeği verdi Lütfi Kırdar’da. Birinci gün 30 devlet başkanı, 140 savunma ve dışişleri bakanı, 200 büyükelçi vardı. İkinci gün ise 50 devlet başkanı, 150 dışişleri ve savunma bakanı, 200 büyükelçi ve müsteşar...
- Başta ben olmak üzere tüm personel zirvenin 4 ay öncesinden itibaren ıcığından cıcığına kadar güvenlik soruşturmasından geçirildik. Daha önce Clinton’lu AGİK, Dünya Gazeteciler Birliği-WAN, İslam Kalkınma Örgütü, OECD organizasyonlarında da hizmet verdiğimiz için çok deneyimliydik. Ama NATO İstanbul Zirvesi çok başkaydı, bütün dünya Lütfü Kırdar’da toplanmıştı. Başkan Bush’un güvenlik şefine ‘Servisten önce yemeklerimizi tadacaksınız herhalde’ dediğimde bana şu cevabı verdi: ‘Bizim ajanlar 8 aydır sizi izliyor, her gün sabah ve akşam burada yemek yediler. Sonunda yemeklerinizi test etmeye gerek olmadığına karar verdik. Sadece kimin nerede oturacağı ve mönü konusunda kimseye bilgi vermememizi istiyoruz.’
KASKATI KESİLDİM
Servise başlamadan salona girdiğimde birden kaskatı kesildim, o ne müthiş bir tabloydu. Yaptıklarımdan yüzde yüz emindim ama, yine de benim dışımdaki bir aksilikten meslek hayatım bitebilirdi. Allah korusun, yemekte veya yemekten sonra adamlardan birinin midesi bulansa ölmüştüm. Midesini üşütmüş olsa ya da bir gün önce yediklerinden karnı ağrısa ayıkla pirincin taşını. Dışarıyla her türlü telli telsiz telefon bağlantıları kesilmişti, Amerikalı güvenlikçiler sanki elektronik bir duvar örmüşlerdi. Yemeğe ayrılan süre 1,5 saat olarak belirlendiği için servisler şefin işaretiyle aynı anda başladı, aynı anda toplandı.
İKİ GÜNÜN MÖNÜSÜ
Birinci günün mönüsü şöyleydi: Zeytinyağlı pazı, kırmızı biber, yaprak ve kurutulmuş Antep dolması, Faroz usulü ıspanak yatağında levrek buğulama, badem ezmesi üzerinde Deveci armut tatlısı, çifte kavrulmuş güllü, fındıklı, sakızlı lokum ve ince belli bardakta çay. İkinci gün içinse şunları hazırlamıştık: Tereyağı ve köy yumurtasıyla pişirilmiş peynirli suböreği, hünkarbeğendili kebap, patlıcan sapında açık ateşte pişirilmiş süt danasından şiş kebap, yanında közde pişirilmiş patlıcan püresi ve taze dağ kekiği, güllaç, mini acıbadem kurabiyesi, ince belli bardakta çay.
RAKI İSTEYEN OLMADI
Şarap olarak ise Sarafin Fume Blanc 2002 ve Sarafin Merlot 2002 servis ettik, rakı siparişi veren hiç olmadı. Levrekleri davetten bir ay öncesinden Bodrum’a sipariş ettik. Kuzu ve süt dana ise iki ay öncesinden Susurluk’ta hazırlandı.
Bush Coca Cola içti Erdoğan Cola Turka
ABD Başkanı George Walker Bush ve ötekiler bakalım neler yemiş, neler içmiş, neler yapmış elektronik duvarın arkasındaki Borsa sofralarında. Hem patron Rasim Özkanca anlatsın, hem de daha önce Clinton’a da servis yapan usta garson Haluk Çalışyüksel...
İlk günkü mönüde nane yapraklı prezantasyonuyla Deveci armut tatlısı vardı. Bush armudun sapını çıkarıp sonuna kadar afiyetle yedi. Bir baktık ki, nane yapraklarını özenle bir tabağa koyuyor. Sonra bizden o tabağı Bulgaristan Cumhurbaşkanı Parvanov’a götürmemizi istedi. Bulgar Cumhurbaşkanı gülerek naneyi aldıktan sonra sağ elinin başparmağıyla Bush’a okey işareti yaptı.
Başkan Bush, yemeklerde Amerika’dan getirdiği şekersiz ve kafeinsiz özel Coca Colası ile özel suyunu içti. Güvenlik elemanları kola ve suyun özel olduğunu masadaki öteki davetlilere hissettirmememizi de istedi. Bush 4 kutu kolayı uzun bardakta limonlu ve bol buzlu olarak içti. Bush aslında çok iştahlı biri, Vakfıkebir ekmeğinin doğal mayasıyla yaptığımız tırnak pidelerden 5 tane yedi. Çifte kavrulmuş lokum çeşitlerinden 6 tanesini yedi, birini yarım bıraktı.
Chirac bayağı kuvvetli içiyor
Tayyip Erdoğan yemeklerde diyet Cola Turka ve su içti. Sayın Başbakanımızın bir özelliği de yemek ayırmaması ve tabağında hiç yemek bırakmaması.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac hem bira istedi, hem de beyaz şarap. Bir biraya vuruyordu, bir beyaz şaraba, adam bayağı kuvvetli içiyor.
İtalya Başbakanı Berlusconi birinci yemek olan dolma tabağından sonra beyaz şarapla peynir tabağı ve kavun istedi.
İngiltere Başbakanı Tony Blair yemek boyunca yanında oturduğu Bush’la siyasi sohbetler yaptı. Yemeklerin hepsini zevkle yedi, beyaz şarabı tercih etti.
Yazının Devamını Oku