Yener Süsoy

Mevduatta güvencenin sınırı 15 milyar olmalı

13 Temmuz 2004
Erol-Belkıs Sabancı çiftinin büyük kızları, Akbank Yönetim Kurulu Murahhas Üyesi Suzan Sabancı, AB’de sınırın 20 bin euro olduğuna dikkat çekti. Mevduatın tamamından güvencenin kalkması, sektör için çok olumlu bir karar oldu. Bu karar bankacılık sektörümüze hem disiplin ve şeffaflık getirecek, hem de haksız rekabeti önleyecek. Gelişmiş ülkelerin hepsinde getiriye riskle beraber bakılıyor. Hem yüksek getiri elde edeceksiniz, hem de risk üstlenmeyeceksiniz, böyle bir şey yok. Aslında 50 milyar bile bize göre yüksek, mesela AB ülkelerinde bu sınır 20 bin Euro. Türkiye’de kişi başına düşen milli geliri dikkate alırsak bu rakam bize göre 15-20 milyar mertebesinde olmalı. Bu karar sektörün yurt dışındaki imajı açısından da çok önemli.

Sanayicilik bana göre değil

Bankacılık bizim aile için bir meslek değil, yemek, içmek gibi bir doğal şey. Ben bankacılığın içine doğdum, içinde büyüdüm, bu günlere geldim. Boston Üniversitesi’ndeki 3. senemde bankacılık, sigortacılık ve sanayicilik arasında bir iş tercihi yapmam gerekiyordu. Hepsinde ayrı ayrı kısa süre çalıştım, sonunda gördüm ki, sanayicilik bana göre değil.

ÖDEDİĞİM vergi Babamdan çok

Doğru, ben ve kardeşim Çiğdem babamızdan daha fazla vergi ödüyoruz. Bu, her şeyden önce babamızın bize olana güveninin önemli bir göstergesi. Bizim ailede rahmetli Hacı Ömer dedemden beri gelenek olmuş, çocuklar belli bir yaşa gelince babalar kendi varlıklarını çocukların üzerine geçiriyor. Bu, bize olan inançlarının göstergesi, çok gurur verici bir gelenek. İşte babamın bize devrettiği varlıklardan dolayı kendisinden daha fazla vergi veriyor olduk. Bu bize çok ağır bir sorumluluk da yüklüyor, kendisine müteşekkiriz.
Yazının Devamını Oku

Susuz Yaz’dan hiç para kazanmadım

6 Temmuz 2004
Türk sinemasının efsane yönetmeni Metin Erksan, 1964 yılında Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı’ ödülüne layık görülen ‘Susuz Yaz’ filminden para kazanamadığını söyledi. Erksan, arkadaşımız Yener Süsoy’a TİP’ten bağımsız aday olmasını hayatının en büyük hatası olduğunu söyledi.

- Susuz Yaz’dan önce Türkiye Sinema İşçileri Sendikası’nı kurdum ve genel başkanı seçildim. Bunun için işveren kimliğimi bırakıp görkemli yazıhanemi kapattım. Şirketi bırakmam, hayatımın en büyük yanlışlarından biri oldu. Bu uğurda yüzde 50’sine ortak olduğum Susuz Yaz’ın akıl almaz büyüklükteki liraları uçtu gitti. Ulusal kazanç öyle büyük paraydı ki, şu anda ne söylesem az olur. Uluslararası kazancı da çarçur edildi, mesela Warner Bross. Filmin dünya dağıtımı için 3 milyon dolar avans teklif etti. Elimde o tarihte yasal yetki yoktu, yıllar sonra mahkemelerde kazandım ama, paralar uçup gitti. Murat Köseoğlu bana ‘Bütün idealim İstanbul’un Fethi’ni bir kez daha çekmek ama, bunu yalnız sen yapabilirsin. Sana yaptırmam, çünkü sendikayı kurup Türk sinemasını yok ettin’ derdi.

Türklüğüme bağlıyım kimseye de kin duymam

- Başkaları şu ırktan, bu ırktan olduğunu söylerken, ben de ‘Türk ırkındanım’ demeyeyim yani? Ben hiçbir millete karşı öfke, kin, nefret duymuyorum. Kuranı Kerim’in Bakara suresinde ‘Üç peygamberi de, üç kitabı da biz gönderdik’ diyor. Bugüne kadar bir kere olsun Papa’nın ya da patrik Bartalameos’un ağzından bunu duymadım. Neden ‘Müslümanların kitabı, bizim peygamberlerimizi, kitabımızı tasdikle başlıyor’ demediler. Daha ne olabilir ki? Bilimsel bilgilerim, tarih ve ulusal bilincim kapsamında milliyetçiyim, hatta Türkçüyüm. Hiçbir ideolojiye bağlanmadan, düşünce ve yaratma özgürlüğümden hiç ödün vermeden, ulusuma, ülkeme, devletime bağlı kaldım.

TİP’ten aday olmam hayatımın hatasıydı

- Hayatıma büyük etki yapan, iki büyük bilgin vardır, Karl Marx ve Freud. 1965’te genel seçimlerin siyasal konjonktürünün etkisiyle Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) oy kazandırmak için bağımsız aday oldum. Hiçbir zaman hiçbir partiye kayıtlı olmadım, TİP’e de aynı şekilde. Hayatımın en büyük hatalarından biri de TİP İstanbul bağımsız milletvekili adayı olmakmış. TİP, isteseydi Türkiye’deki etnik parçalanmayı durdurabilir, solculukla etnik ayrımcılığın iç içe gelmesini önleyebilirdi.
Yazının Devamını Oku

Atatürk’ü en iyi Spielberg çeker, Brad Pitt de oynar

5 Temmuz 2004
Bu sevimli, kibar, güler yüzlü, tatlı dilli, nur yüzlü, eski İstanbul beyefendisi tonton delikanlının adı Metin Erksan... Türk sinemasının uluslararası ödüllerle tescilli efsane yönetmeni, senaryo yazarı, düşün adamı... Çanakkale Çimenlik Kalesi Kumandanı ve İttihat Terakki Partisi Çanakkale Mebusu Konyalı Ahmet Kazım’ın 1 Ocak 1929 doğumlu, 7 evladından en küçüğü... Türkiye’deki sinema eğitimini başlatan MSÜ’nin en etkin üyesi...

Türkiye Sinema İşçileri Sendikası, Türk Sinema Sanatçıları Derneği, Türk Film Rejisörleri Birliği’nin kurucusu... ‘Susuz Yaz’la 1964 Berlin Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Ayı’yı kazanarak Türkiye’ye ilk uluslararası film ödülünü kazandıran usta... 1977-80 arasında yaşadığı Amerika’da Wisconsin Üniversitesi ve ABD Çalışma Bakanlığı’nın

ortaklaşa yaptırdığı çelik iş kazalarını konu alan ‘Incident’ adlı belgeseliyle dünya çapında ödüllere imza atan bir evrensel usta... Sansür heyetleriyle boğuşmaktan yorulan, ama asla yılgın olmayan bir çilekeş büyük usta... Sevgili Sezen’e ilham kaynağı olan ‘Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk’ sözcüklerinin sahibi... Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ‘Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü geçen nisan ayında Cumhurbaşkanı Sezer’den alan bir sanat insanı... Burası Sultanahmet’teki dünya çapında ünlü Four Seasons Oteli. Geçmişte nice ünlü yazarlara, çizerlere mekan olmuş ünlü Sultanahmet Hapishanesi. Bir zamanlar Metin Erksan’ın dava arkadaşlarını her hafta ziyaret ettiği ünlü ceza ve tevkif evi. Metin Usta’nın ilk kez anlatacağı o kadar çok şey var ki, sorular için ayrılan satırları da kendisine bırakalım.

- Yener’ciğim, ‘Yılanların Öcü’nün sansürde başına bir şey geleceğini biliyordum. Onun için sansür heyetinin toplandığı günün gecesi karar açıklanmadan filmi Çankaya’da Cemal Gürsel’e göstermeyi kafama koymuştum. BeYa Film’in Ankara temsilcisi, çevresi olan bir emekli albaydı, benim de yaverler arasında tanıdıklarım vardı. Sonunda her şey halloldu, Gürsel Paşa için özel gösteriyi ayarladım. Gittim, salona perde kurulmuş, en öndeki bir masada Cemal Gürsel tek başına oturuyor. Rakısını yudumluyor, masanın üstünde kavun ve beyaz peynir var. Onun arkasındaki sırada Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, MİT başkanı gibi erkan eşleriyle birlikte oturuyor. Onların arkasındaki sırada ise ben, Fakir Baykurt ve film şirketin sahibi Nusret İkbal var. Gösteri saat 21 civarında başladı, hepimiz merak ve heyecanla sonucu bekliyoruz; derken film bitti, salonda çıt yok. Cemal Paşa, hepimizin elini tek tek sıktıktan sonra bana dönüp ‘Bu filmi yapmakla vatana hizmet ettkiniz’ dedi. Paşanın sansürden çıkan gösterimi men kararından haberi yok. Öteki sivil ve askeri erkanın da bizi tebrik etmesinden sonra Gürsel beni yanına oturttu; saat tam gece yarısı, çaylar içiliyor; bana dönüp dedi ki ‘Metin Erksan senin filmlerini çok seviyorum, sana gerçekçi rejisör diyorlar ama, o kadar da gerçekçi değilsin’ dedi. O anda Fakir’le göz göze geldik, ikimiz de şaşırmıştık. ‘Yahu filmin içindeki bütün adamların ense kulakları yerinde, halbuki bizim köylümüz çelimsizdir, zayıftır. Bunda sonraki filmlerinde buna dikkat et’ dedi. Konuşmasını bitirdikten sonra söz isteyip ‘Paşa hazretleri, bugün sansür kurulu bu filmi seyretti ve filmin Türkiye içinde ve dışında gösterilmesini yasak etti’ dedim. Bir gürledi, ‘Ne münasebet, kim bu serseriler’ diyerek ayağa kalktı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterine ‘Yarın sabah erkenden bu adamlara telefon et, bu filme izin versinler’ dedi. Genel Sekreter ‘Paşam ben de filmi seyretmedim’ demesin mi? Allah’tan o sırada CHP Ankara Senatörü İbrahim Saffet Omay ve CHP Ankara Milletvekili Sabit Kocabeyoğlu ortak bir takrir verdi. ‘Bu filmi Senato ve Meclis’in bir ortak toplantısında oynatıp kararı biz verelim’ diye. Dünyada ilk kez olacak bir şeydi, sevinçten öldüm. Hemen İstanbul’a dönüp çok büyük bir organizasyon hazırladım. Tünel’den Taksim’e kadar muazzam bir yürüyüş yapacaktık. İçişleri Bakanı Ahmet Topaloğlu bunu duyunca filmin yurt içinde gösterilmesine izin verdi.

Kötü oyuncu yoktur kötü yönetmen vardır

Bugüne kadar hiç kimseye oyunculuk teklif etmedim, hep bana yapılan tekliflerini değerlendirdim. Bana müracaat eden kızlara ilk söylediğim ‘Evinde tencere kaynıyorsa devam et evladım, kaynamıyorsa bu iş muhataralı’olurdu.

Eğer bir oyuncu oynayamıyorsa bunun kabahati kesinlikle rejisördedir. Kötü oyuncu yoktur, kötü yönetmen vardır.

Bugüne kadar hiçbir partiye oy vermedim

Atatürk’ün en güzel filmini bence Steven Spielberg çeker, kendisine çok ayrıntılı kronoloji verilecek. senaryoyu o yazacak. Atatürk’ü en güzel Brad Pitt’in çok iyi oynayacağına inanıyorum. Atatürk gibi çok yakışıklı, sarışın, hoş bir adam.

Türk sineması denince ilk akla gelen Muhterem Nur olmalı. Son derece yetenekli bir kadın, onu değerlendiremedik, yazık oldu. Müslüm’le beraberliği beni çok bahtiyar ediyor, birbirlerine karşı olan aşkları, samimiyetleri ne güzel.

Bugüne kadar hiçbir seçimde herhangi bir siyasi partiye oy vermedim. Sandığa attığım kağıtlarda Kuran’daki şu ayet yazılıydı; ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu.’

Aramızda çok büyük dostluk ve arkadaşlık olmasına rağmen Kemal Tahir’in hiçbir romanını çekmek kısmet olmadı.

Bütün yönetmenleri tereddütsüz başarılı buluyorum ama, son dönemde Osman Sınav gözüme çok batar oldu.

Hülya Avşar son derece yetenekli, Türk sinemasına gelmiş belki en yetenekli kadın, müthiş. Hülya’nın sinema oyuncusu olarak dünya çapında yeteneği var.

Troya filmini beğenmedim, neyse ki yapımcıları namuslu davranıp ‘Homeros’un İlyada’sından sadece ilham aldık’ demiş. Truva’daki asıl mesele, Paris ile Helen’in arasındaki büyük aşktır. O aşk ki, dünyanın çehresini değiştirmiş, büyük savaşlara neden olmuş. Bu filmde bu yok, Aşil’in Truvalı bir kızla aşkı var, Aşil’in böyle bir aşkı yok ki. Benim en son şirketimin adı Troya Film’di, 1965’te ‘Truvalı Halime’ diye bir film çekecektim, geri planda Truva Savaşı olacaktı.

YAPTIĞIM Hiçbir filmi beğenmiyorum

- Ben hiçbir filmimi sevmiyorum ve beğenmiyorum. Maalesef asistanlık yapmadan kendi isteğimle doğrudan yönetmen oldum. Çıraklık yapsaydım daha iyi rejisör olurdum, büyük hata etmişim. O zamanlar beğenmiyordum kimseleri, keşke Muharrem Gürses’in asistanı olsaydım. Öyle olsaydı filmlerin trajik ve dramatik boyutlarını çok çabuk algılardım, bunun öğrenmek çok yıllarımı aldı. Yazar kalemiyle yazıyor, kamerayı kalem gibi kullandığın an sinema yapıyorsun. Kamerayı ben ancak şimdi kalem gibi kullanmayı öğrendim, eskiden bilmiyordum.

YARIN: Milliyetçiyim hatta tutucuyum
Yazının Devamını Oku

Nazım’ın şiirlerini Arapça’ya çevirdim

29 Haziran 2004
İslam Konferansı Örgütü’nün seçilmiş yeni Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Yeniköy sırtlarındaki apartman dairesindeyiz.Salonda özenle seçilmiş klasik mobilyalar, masa örtüleri, abajurlar, duvarlarda ünlü ustaların ellerinden çok değerli hat koleksiyonu. Sadi Efendi’den Hamit Bey’e, Şevki Bey’den 17. yüzyılın unutulmaz hattatı Hafız Osman’a kadar. Karşı köşedeki vitrinin içinde ise Ekmeleddin hocanın emsalsiz Donanma-yı Humayun’u var. Yıllar önce Amasra’da satın aldığı cevizden yapılmış minyatür yelkenliyle başlayan değerli bir koleksiyon...Ekmeleddin İhsanoğlu, İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsçayı sular seller gibi konuşuyor. Kahire Ayn Şems Üniversitesi Fen Fakültesi’ni bitirdikten sonra, organik kimya üzerine mastır yapmış. 1971-1980 arasında Ankara Fen Fakültesi’nde asistan, doçent, sonra ver elini Londra.- Türkiye’ye gelmeden önce Kahire’deki Ayn Şems Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri verdim. Bu arada 2 kitap yayınladım, birisi Türk Hikayeleri Antolojisi, öteki Nazım Hikmet’in ‘Ferhat ile Şirin’ piyesinin Arapça tercümesi. Nazım’ın daha pek çok şiirini de Arapçaya tercüme edip muhtelif dergilerde yayınladım. Ben kültürümüzde bir ayırım yapmam, hepsini birden kucaklarım. Ben bilim adamı olarak yetiştim, sonra bilimin kendisinden tarihine döndüm. İstanbul Üniversitesi’nde 1984’te Türkiye’nin ilk bilim tarihi bölümünü kurdum. Bu bölüm Avrupa ve Amerika’da büyük itibar gördü, Atina Üniversitesi bizi örnek aldı. Maalesef bu bölüm 2000 yılında hiçbir gerekçe gösterilmeden rektör Kemal Alemdaroğlu tarafından kapatıldı. Bütün dünya bilim tarihçileri bu kararı yadırgadı ama, YÖK hiç kimseye kulak asmadı. 1989’da Türk Bilim Tarih Kurumu’nu kurdum, Türkiye’yi dünya çapında temsil ediyor. Ayrıca 4 sene önce Dünya Bilim Tarihi Birliği’nin genel başkanlığına seçildim, temmuzda Pekin’de yapılacak kongreye kadar bu görevim devam edecek. Tevazuu bir yana bırakırsak, ben bu göreve sadece Türkiye’den değil, İslam dünyasından da seçilen ilk kişiyim. Şunu da ilave edeyim, ben Mısır vatandaşı değilim, babam da değildi.İslam dünyası AB’ye girmemizi istiyor Birleşmiş Milletler’den sonra dünyanın 2. büyük organizasyonu olan İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri, AB için ne der acaba? - Böyle bir şey mevzubahis olamaz üstadım, din devleti, sizin söylediğiniz manada şeriat tehlikesi, hayalin bile ötesinde. Bir hilafet, İslam devleti olan Osmanlı’da bile böyle şeyler olmadı, değil 21. yüzyılda olacak. Bugün gördüğümüz Taliban ve benzeri hadiseler, İslamiyet’in saptırılmış yorumlarıdır. Bizim tarihimizde, toplumumuzda böyle bir şey yoktur. Bunlar Türk toplumunun bugün ulaştığı gelişme seviyesine, geleneklerine, köklerine, ters düşen beklentiler. Bakınız, İslam dünyası Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini çok samimi olarak istiyor. Yıllardır hepsiyle münasebette olduğum için bunu çok yakından görüyorum, hem üst düzey yöneticileri, hem de halkları nezdinde. Batı dünyasında, Batı kulübünde kendilerinden birinin olmasını çok istiyorlar.Araplar, geri kalmalarına Osmanlı’yı neden gösterirdi- Arap dünyası genelde Osmanlı’yı karanlık bir dönem olarak görüp, geri kalmışlığın sebebi olarak gösterirdi. IRCICA olarak gerçekleri ortaya çıkaran kitapları yayınlayana kadar, Osmanlı’nın sadece musikisi, edebiyatı, mimarisi bilinirdi. Şimdi bütün dünya öğrendi ki, Osmanlı dönemi bilim bakımından karanlık değildir, aksine çok canlı, çok faal bir bilim hayatı vardır. Bunun sonucu olarak Arapların Osmanlı’ya bakış açıları daha müspet bir hal aldı, yanlışlıklar giderildi.Füsun ahu gözleriyle beni efsunladı İnanılır gibi gelmeyebilir ama, Bay İhsanoğlu ile Bayan İhsanoğlu’nun doğum günleri aynı; 26 Aralık.- Füsun beni ahu gözleriyle efsunladı üstadım, onu da ilk kez anlatayım size. Kayınpederim rahmetli Prof. Dr. Emin Bilgiç, 1968’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dekanı olarak konferans vermek üzere Kahire’ye gelecekti. O zamanki büyükelçi Semih Günver, fahri kültür ataşesi olarak Bilgiç’e yardım etmemi istedi. Hocayı karşıladım, Ayn Şems Üniversitesi’nde Hititler konusunda bir konferans verdi. Kahire’de kaldığı sürece kendisine refakat ettim, sonra Ankara’ya uğurladım. 1970’te mastırımı bitirince annemle birlikte Türkiye’ye dönmeye karar verdik. İş arıyordum, bu arada Emin Bey’in de ziyaretine gittim. Hoca beni annemle birlikte evine yemeğe davet etti ve o akşam olan oldu. Füsun o sırada eczacılık fakültesi birinci sınıfındaydı, ahu gözleriyle kalbimi çaldı. Bu mutlu evliliğimizden 3 oğlumuz var, Tuğrul 26 yaşında, hukukçu. Aziz 25 yaşında endüstri mühendisi, geçici olarak Chicago’da çalışıyor. Orhan ise 18 yaşında, İngiltere’deki işletme tahsilinde ilk senesi.
Yazının Devamını Oku

Akif’in Kuran tercümelerinin yakıldığına şahadet ederim

28 Haziran 2004
Gana’nın Kofi Annan’ı varsa, bizim de Ekmeleddin İhsanoğlu’muz var. Birleşmiş Milletler’den sonra dünyanın 2. büyük organizasyonu olan İslam Konferansı Örgütü’nün çiçeği burnunda genel sekreteri. İhsanoğlu, örgütün Cidde’deki genel merkezinde 1 Ocak 2005’te görevine başlayacak. 24 yıldır direktörlüğünü yaptığı IRCICA’daki (İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) başarılı çalışmalarıyla dikkatleri çekti ve sonunda örgütün ilk Türk Genel Sekreteri olarak tarihe geçti.

Devlet üstün hizmet nişanı sahibi Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’yla Yıldız Sarayı’ndaki tarihi makamında öğleyin başladık konuşmaya, Yeniköy sırtlarındaki modern apartman dairesinde gün batarken

noktaladık. IRCICA’nın Abdülhamid’in Yaveran Köşkü’nün giriş katındaki mütevazı yemek salonunda kuru fasulye, pilav, Kemalpaşa tatlısı yedik. Dünyanın en değerli kitaplarının yer aldığı elektronik donanımlı muhteşem Yıldız Kütüphanesi’ni, fotoğraf arşivlerini gördük. Mostar Köprüsü’nün açılış programı hazırlıklarına tanık olduk. Yeniköy’deki emsalsiz tarihi eserlerle, hatlarla, minyatür kayıklarla bezeli evinde Prof. Dr. Emin Bilgiç’in kızı, AP’nin unutulmaz ‘Koca Reis’i Sadettin Bilgiç’in yeğeni Füsun Hanım’la tanıştık. O Füsun Hanım ki, on parmağında on marifet, güler yüzlü, tatlı dilli, mütevazı, başı örtülü değil.


Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM, Kuran’ın tefsir ve meáli, Sahih-i Buhari’nin tercüme ve şerhinin hazırlanmasını kararlaştırır. Tefsir için Elmalılı Hamdi Yazır, hadisler için Ahmet Naim, Türkçe tercüme içinse Mehmet Akif seçilir.

- Yener Bey, Akif’in vasiyetine göre davranıldı, gereği yerine getirildi, buna tarih önünde şahadet ederim. Siz bir şey sakladığımı zannediyorsunuz galiba, bu konuda kapalı kalan bir şey yok. Bende olan bir şey yok, eğer olsaydı en azından bir bilim adamı olarak onları kendi imzamla neşrederim. Bugünkü aklım tercümenin yakılmasının doğru olmadığını söylüyor. Bunu o gün düşünebilmiş olsaydım daha farklı davranırdım. Akif’e tercüme yapması için görev verilmiştir, Türkçeyi en iyi bilendir, İstiklal Marşı’nın, Çanakkale Şehitleri’nin, Safahat’in şairidir. Aynı zamanda dindar, mutekit, dini kültürü olan bir insandır. Bu arada Elmalı Hamdi Efendi’den tefsir yazması istenir.

Akif Bey’le Hamdi Efendi birbirleriyle sık sık görüşmeye başlarlar. Mehmet Akif, aralarında nesil farkı olmasına rağmen ulemadan olan babamla çok yakın arkadaştır. Hayatında en güvendiği, en yakın dostu olarak rahmetli babamı görür, Mısır’da hemen hemen bütün günlerini birlikte geçirirler. Tercümenin neden yakıldığı konusuna gelince: Birincisi kendi yaptığı tercümeye güvenmiyor. Akif, Yüksek Baytar Mektebi’nden yetişmiş, çok yabancı dil bilen, çok kültürlü, dindar, milliyetçi bir şair. Kendisini teknik manada bir din alimi olarak görmediği için yaptığı tercümeleri kafi görmüyor. İkinci sebebi de şöyle; o zaman Türkiye’de ‘Türkçe ezan, Türkçe Kuran’ teşebbüsleri var, bunlar inancına ters geliyor. Belki de başta damadı Ömer Rıza Doğrul olmak üzere bazı dostları yapmaması için haber gönderiyorlar. Akif hastalanıp Türkiye’ye giderken yaptığı tercümeleri babama emanet ediyor. Diyor ki ‘Ben sana adam gönderip bunu ver dersem verirsin, olmazsa bunu yakarsın’ diyor. Akif’in bu arzusu, bu vasiyeti yerine getirilmiştir.

Yener Bey, beni anlayışla karşılamanızı rica ediyorum. Küçük bir çocuk, babasını kaybetmiş, tek evlat olarak annesiyle beraber gurbet ortamında. Ben tekrar o günleri hatırlamak istemiyorum. Çok karışık duygular üstat, hiçbir ayrıntı hatırlamıyorum. Yakılması hata mıydı, değil miydi, o da tartışılır; tarihi yeniden nasıl inşa edebilirsiniz? Hepsi Hakkın rahmetine kavuştu, hepsine saygı duyuyoruz, hepsi milletimizin yetiştirdiği mümtaz, vakur insanlar.

Babam Yozgatlı annem Rodoslu

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası, ulemadan Yozgatlı Mehmet İhsan Efendi...

- Babam Yozgat’ın köklü ailelerinden, dedeme Hacı Aziz derler, İstanbulluoğlu Mahallesi’ndeki evimiz hala durur. Annem Rodosludur, çarşıdaki Süleymaniye Camii’nin tam karşısındaki ana evimiz hálá durur. Annemin teyzesi Osmanlı döneminde Mısırlı bir paşayla evli, yazları Rodos’ta, kışları Kahire’de geçiriyorlar. Babamın o tarihte Kahire’de sarayda hem Osmanlı arşivinden sorumluydu, hem de Ayn Şems Üniversitesi’nde Türkoloji hocasıydı. Ben de Kahire’de doğumluyum, ilk, orta ve lise tahsilimi oradaki çok ünlü modern mekteplerde okudum. 1960’ta Ayn Şems Fen Fakültesi’ne girdim. O sırada babam vefat etti, geçimimi sağlamak için Kahire Milli Kütüphanesi’nde çalıştım. Bu sayede yazma ve basma eserlerimizi çok yakından tanımak imkanını buldum. Yener Bey, yurtdışında Müslüman bir toplum içinde olunca hüviyetiniz diliniz oluyor.

İmam hatiplerin sayısı çok fazla

İmam hatipler konusunda İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun söyleyecekleri çok önemli.

- Yener bey, bence bugün İmam hatiplerin 2 problemi var; birisi sayı, birisi kalite. Bu okulların sayısını kesinlikle gözden geçirmek lazım, bence fazla. Kalitelerinin de gözden geçirilmeleri bence şart. Bizim Edebiyat Fakültesi’ne gelen öğrencilerden edindiğim intibaların neticesi olarak bunları söylüyorum. Bilhassa 1980’li yıllarda çok sayıda imam hatip okulu açıldı, doğru yapılmadı. Dünyanın her yerinde paralel okullar var, İslamda kilise gibi resmi hiyerarşik bir yapı olmadığı için mukayeseler farklı olabilir. Mesela değişik dinlerde, değişik isimler altında kilise mektepleri vardır. Bizde de bu şekil aldı. Şunu da görmek lazım, toplum içinde bu tür eğitime önem veren bir kesim de var. Bu konulara horoz dövüşü içinde değil, kutuplaşmaya, suçlamaya gitmeden sakin havada bakmak lazım. Türban meselesini çek çeke bir düğüm haline getirdik. Halbuki bu iş karşılıklı bağnazlığa girmeden çözülebilirdi, enerjimizi iç kavgada tüketiyoruz.

16. yüzyıldan kalma latince kuran

İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, arkadaşımız Yener Süsoy’a son derece değerli 65 bin eserin bulunduğu Yıldız Sarayı Kütüphanesi’ni gezdirdi ve 16. yüzyıldan kalma ilk Latince Kuran tercümelerinden birini gösterdi. (Fotoğraflar: Sinan ÖZBALKAN)

IRCICA’nın 57 üye ülkesi var

İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), Türkiye dahil 57 üye ülkesi bulunan bir uluslararası kuruluş. İslam Konferansı Örgütü’nün kültür sahasında çalışan ilk araştırma merkezi ve İstanbul’daki ilk uluslararası kuruluş olarak 1980’de çalışmalarına başladı.

IRCICA’nın kurulması, İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı’nın 1976’da İstanbul’daki toplantısında Türk hükümetinin teklifi üzerine kararlaştırıldı.

1980’de IRCICA’nın ilk çalışma programı İKT üye ülkeleri tarafından onaylandı. Merkezin çalışma programları 23 Mayıs 1982’de TC Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ın başkanlığında yapılan törenle dünya kültür çevrelerine tanıtıldı.

10. yıldönümü 10 Ekim 1990’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başkanlığında yapılan uluslararası törenle kutlandı.

15. yıldönümü 7 Kasım 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında törenle kutlandı.

20. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen kültürel programlar, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 25 Ekim 2000’de merkez çalışmalarıyla ilgili bir sergiyi açışıyla başladı ve IRCICA Ödülleri’nin dağıtımının yapıldığı törenle devam etti.

YARIN: Nazım Hikmet’in Ferhat ile Şirin’ini Arapçaya çevirdim
Yazının Devamını Oku

Subayımız, artık bilgi teknolojisi kullanıyor

22 Haziran 2004
Eski Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı Emekli Korgeneral İzzettin İyigün, Hürriyet’e tarihi açıklamalar yaptı. İzzettin Paşa, Silahlı Kuvvetler’in artık 21. yüzyıl teknolojisiyle iç içe eğitim vermeye başladığını söyledi. Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nın (EDOK) kurucu komutanı İzzettin Paşa’ya göre Türk subayı ve askeri nasıl yetişiyor?..

- Piyade tüfeği, artık sadece tören ve nöbet silahı, kimse onun menziline girmez. 21. yüzyılın Türk askeri için ilk koyduğumuz hedef, her şeyden önce insan haklarına saygılı olmasıydı. Gururla söylüyorum ki, dünya üzerinde ilk defa askerine insan hakları dersini koyup kitabını yayınlayan bu devlettir, benim başında olduğum EDOK yaptı bunu. Türkiye sıkıştırıldığı zaman bu doküman bizi sıkıştıran mercilere gitti, işkenceci dediğiniz askerin yetişmesine, hukuka saygısına bakın. İkincisi dayanıklı olacak dedik; robot asker, tek başına da kalsa her türlü silah ve araç, gereci kullanabilecek. Kararları kendi verecek ve bunu icra edecek, gece ve gündüz 24 savaşabilecek. 21. yüzyılın Türk subayı ise bilgi teknolojisini kullanan, bilgisayarı dizinde bulunduğu her yerde bilgiyi nereden alabileceğini bilen subay. Ateş desteğini çok süratle yönlendirebilecek, çünkü bundan sonraki savaşlar böyle olacak. Eğer ‘Benim erimin gözü pektir, ölmek var, dönmek yok’ derseniz, ölürsünüz, savaş biter, stratejik başarı olmaz. Onun için dedik ki, bundan sonra hiçbir kuvvet karşı karşıya gelip, piyade tüfeği menzili içinde çarpışmaz. 21.yüzyılın Türk komutanı, vereceği kararlarda insanlığa ve çevreye verecek zararları tartacak, kullanacağı silahın şiddetini en aza indirgeyecek, savaşın sonunda barışı sağlayacak diplomatik yaklaşımları içinde barındıran bir general olacak.

Milletvekilliği için CHP’den de teklif geldi

Deniz Baykal çok sevdiğim bir emekli asker arkadaşımı araya koyarak bana haber gönderdi, istemedim. Kaldı ki, biz ailece doğma büyüme CHP’liyiz. Babam CHP’nin muhtarıydı. Demokrat Partililer iktidara geçtikleri gün bizim evin önünde 40 gün 40 gece davul çalmışlardı. Derken Fazilet, MHP, CHP ve DSP devreye girdi, hepsini kibarca reddettim. Hemşerilerim baskıyı sürdürdü, sonunda bağımsız aday olmaya karar vermek zorunda kaldım. Adaylığımı koymak için Kilis’e doğru giderken yolda Doğan Güreş’in Kilis’ten aday olduğunu duyunca gerisin geriye döndüm. Çünkü, hangi makam
olursa olsun bir askerle asla karşı karşıya gelmek benim için zuldür.

Ünlü bir holding patronu terfi etmemi engelledi

Hani ‘çift beyinli’ydi, hani bunca meziyeti vardı, hani EDOK mucizesini yaratmıştı, hani meslek hayatı hep birinciliklerle doluydu, hani geleceğin genelkurmay başkanıydı?

-
Benim emekliliğimde 2 kaynağın etkisi oldu, birincisi Amerika, ikincisi bir ünlü holding patronu. Korgenerallikteki son senemde orduya mekanik hatalı ambulanslarını aldırmadığım için ünlü bir holding patronu terfiime engel oldu. Yıllardır sustum, bunu da ilk defa sana açıklıyorum. Ambulansların 15’i bir ay içinde peş peşe devrilince EDOK Komutanı olarak duruma müdahale ettim. O sırada 280 tane alınmıştı, sırada 460 araçlık bir ihale daha vardı, ihaleyi durdurdum. Ertesi gün aracı üreten holdingin sahibinin emrinde çalışan bir emekli general kapıma dayandı. Bana hem komutanlık, hem hocalık yapmış biri. İçeri girer girmez ‘İzzet Paşa sen ne yapmak istiyorsun, önümüzde şûra toplantısı var, yoksa emekli olmaya mı karar verdin?’ diye tehdit etti. Kendisine ‘Eğer hocam olmasaydınız sizi kapı dışarı ederdim, buyurun bir çayımı için’ dedim. ‘Bunların bu halde kullanılmalarına asla izin vermem, bir araştırma yaptırıp devrilmelerinin sebeplerini bulacağım’ dedim. İnceleme sonuçları gösterdi ki, araçlar mekanik hata yüzünden devrilmiş. Mukaveleye ambulansların mekanik hatalarının düzeltilmesi kaydını koydum, ayrıca 40 tane de bedava vermelerini istedim. Bedavaların toplam bedeli o zamanın parasıyla 160 milyar liraydı. Aynı güçler benim için akla hayale gelmedik yalanlar uydurdu, Türkmen olduğum halde aşiret reisi Kürt dediler. Yok camiye gidiyormuşum, yok eşimden boşanmışım. 15. Kolordu komutanıyken Karadayı’dan bir emir geldi. ‘Şehitlerimizin ruhuna her garnizon komutanı bir camide geniş katılımlı bir mevlit okutacak, birlik komutanları da orada bulunacak’ diyordu.

Ben de valiye de yanıma alıp camiye gittim, onun dışında beni camide kimse görmemiştir. Ben ibadeti gönlümde yaparım, göstermelik olanını sevmem. İslamda olmadığına inandığım için hayatımda kurban kesmedim. Geçenlerde akademideki sempozyumda bana gerçeği anlattılar; ‘İzzet paşayı korgeneralken zaptedemedik, orgeneral olursa mahveder bizi’ demişler.
Yazının Devamını Oku

Tankların geçişini 3 kişi biliyordu

21 Haziran 2004
Emekli korgeneral İzzettin İyigün’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki takma adı ‘çift beyinli’, kimileri ise ‘filozof’ diyor. Derin gören, derin düşünen, derin konuşan, derin yazan, derin heyecanlı bir asker. 1938’de Kilis’te doğmuş, 1956’da Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne girmiş. 1958 Kara Harp Okulu topçu birincisi. Çevik Bir, Doğu Aktulga sınıf arkadaşlarından bazıları. Cumhuriyetin yetiştirdiği en genç kurmay subay, üsteğmenken ilk hakkında kazanmış Akademiyi. 1979’da Roma NATO Savunma Koleji’ni bitirdikten sonra 2 yıl Napoli NATO karargáhında görev... 1984’de tuğgeneral, 1988’de tümgeneral, 1992’de korgeneral... Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nın (EDOK) kurucu komutanı... 30 Ağustos 1997’de 39 yıllık devlet hizmetine veda... İyigün Paşa, 43 yıllık sevgili eşi Güler Hanım’la birlikte Bağdat Caddesi’ne komşu bir apartmanın mütevazı bir dairesinde kirada oturuyor. Tertemiz koltuklar, örtüler, halılar ve Güler Hanım’ın kendi elleriyle donattığı muhteşem yemek masası. Erzincan çorbasından Kilis dolmasına, baklavaya, sarmaya, tas kebabına, dondurmaya kadar... İğne deliğinden dünyayı izleyen, 2050 yılının Türkiyesi’ni gören İyigün Paşa, emekli olduğu gün kapandığı çalışma odasından ilk kez çıkıyor. Hem de ne çıkış...

Vay... Vay... Vay... Biz kimleri biliyorduk, meğer kimler neler yapmamış...

- 28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüten, balans ayarını yapan benim. Öncesinden ne Karadayı’nın haberi vardı, ne de Çevik Bir’in. Sadece 3 kişi biliyorduk: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu Aktulga, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve ben. O tarihte EDOK Komutanı’ydım, zırhlı tümen bana bağlıydı. Bizim kelle koltukta yaptıklarımızı başkaları sahiplendi, hatta kahraman bile ilan edildi. Buna rağmen bugüne kadar bir gün ağzımı açıp bir tek kelime dahi söylemedim, ilk defa sana açıklıyorum. Silahlı Kuvvetler’de Refahyol’a karşı, Susurluk’tan başlayarak müthiş bir kızgınlık, gerginlik vardı.

Hemen her odada genç subaylardan generallere kadar herkes bunu dile getiriyordu. Özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanı rahmetli Güven Erkaya ile Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal bu konuda çok hassastılar. İkisi de bir şeyler yapılması gerektiği konusunda hemfikirdi ama, düşünceleri asla ihtilal değildi. İktidar bir çeşit post-modern indirmeyle gitmeliydi ve öyle de oldu.

İZZETTİN PAŞA 80 TANKLA SİNCAN’DAN GEÇSİN

O günlerde Hikmet Paşa GATA’da katarakt ameliyatı olmuştu, evinden Doğu Paşa’ya ‘İzzet Paşa yarın 80 tankla Sincan’dan geçsin’ diye emir vermiş. Doğu Paşa beni aradı; ‘Komutana bu hareketin suç olacağını, sorumluluğunun büyük olduğunu anlattım ama, ikna edemedim. İzzet Paşa son kararı sen vereceksin’ dedi.

Hemen gereken yerlere, gereken emirleri aktarıp hazırlıkları başlattım. Zaten iki gün sonra planlı bir yürüyüşümüz vardı, bir anlamda onu erkene almış olacaktık. O gece Doğu Paşa’yla birkaç kere daha telefonla görüştük; her seferinde bana ısrarla ‘Sorumluluk senin’ dedi. Bunun üzerine ‘Sen çık devreden, sorumluk bana ait’ dedim.

Köksal Paşa’nın istediği 80 tankı ben 20’ye indirdim. O sabah yerler buz tuttuğu için konvoy 45 dakika gecikmeyle çıkabildi. Genelkurmay’ın yürüyüşten haberi ancak 4 saat sonra oldu. Çevik Bir ise sabah 08.00’de öğrendi. Doğu Paşa kendisini aramış, durumu Karadayı Paşa’ya iletmesini de söylemiş. Çevik de engeller endişesiyle yürüyüşü Karadayı’ya duyurmamış. Karadayı Paşa olayı ilk duyduğunda darbe zannedip korkmuş, Çevik de kendisine böyle bir şey olmadığını temin etmiş. Sonra hemen Köksal Paşa’yı arayıp ‘Bana sormadan bu işi nasıl yaparsanız’ diye çıkış yapmış. Aralarında bir hayli sert konuşmalar geçmiş. Sonunda Köksal Paşa ‘Emri biz verdik, hesabını da biz veririz’ demiş. Karadayı ilk konuşmasından iki saat sonra Köksal Paşa’yı tekrar aramış. İstanbul cenahının dolduruşuyla ‘Köksal Paşa aklınla bin yaşa, çok büyük iş başardık, sizinle gurur duyuyorum’ demiş.

TERÖRE 100 MİLYAR DOLAR GİTTİĞİ YALAN

İsterseniz bu cevabın sorusunu siz sormuş olun...

-
Ne zamandan beri bir eşkıya, bir gangster siyasetçi oldu? 32 bin kişinin kanına girmiş bir adamı birileri bırakabilir ama, millet onun yakasını bırakmaz, en başta ben bırakmam, açık söyleyeyim. Zaten bugüne getirmek hataydı, o günkü yasalar ne demişse o olmalıydı. Bu millet çok sabır taşı çatlatacak gibi sabırlıdır ama, bir yere geldiği zaman da onu tutmak mümkün değildir. Türk askerinin savunması muhteşemdir, taarruza zor kalkar. Ama taarruza kalktığı andan itibaren de bir daha durması mümkün değildir. Seçimlerde verilen oylar, irade devri değil, tercihtir. Terörle mücadele için 100 milyar dolar harcandığı söyleniyor, yalan. Oradaki birlik, İstanbul’da yiyeceğini orada yiyor; sadece biraz fazla mermi atıyor, biraz da fazla benzin sarf ediyor. Savaş uçakları desen zaten her gün profil uçuşu yapıyor. Bunlar ekonomik beceriksizliklere kılıf aramak; harcamalar 10 milyar doları geçmez. Ancak, terörle mücadele Türk Silahlı Kuvvetleri’ne öyle bir savaşma yeteneği kazandırdı ki, bunu değil 10 milyar, 100 milyar dolarla da yapamazdınız.

TSK, 21. YÜZYIL İÇİN ÖRGÜTLENİYOR

Bugünün ve geleceğin Türk askerinin nasıl olacağını İyigün paşanın kurucu komutanı olduğu EDOK belirliyor.

-
Biz EDOK olarak Türkiye’nin bundan böyle ‘asimetrik bir cephe ülkesi’ olacağı projeksiyonunu yaptık. Verdiğimiz rapora göre Türk Silahlı Kuvvetleri personeli kovuk savaşlarına göre eğitilmeli ve teşkilatlanmalıydı. Bunun yanı sıra cephelerdeki ordular yerine, merkezde çok güçlü, hareket kabiliyeti çok yüksek, silahları en mükemmel, çok büyük zırhlı birlikler kurulmalıydı. Gece-gündüz şartlarında 24 saat savaşabilecek güç ve kudrette, uçar ve koşar birlikler. 5 günde tehdit bölgesine gidip görevini yapacak, hemen geriye dönecek. Bu kuvvetin kuruluşu mobil ve modüler olmalıydı.

O dönemde kim, hangi görevdeydi

Genelkurmay Başkanı Org. Hakkı Karadayı

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Hikmet Köksal

Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir

Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Org. Doğu Aktulga

Sen paşa değil maşa arıyorsun

İzzettin İyigün ile Doğan Güreş, Kara Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşlarıdır ama, 13 yıl farkla. İyigün ilk, Güreş ise son hakkında kazanmıştır Akademiyi...

- Bir gün Doğan Güreş Paşa aradı; ‘Hemen Ankara’ya gel, konuşalım’ dedi. Ankara’ya gittiğimde beni DYP Genel Merkezi’ne götürdü. İçeri girer girmez nevrim döndü, yerlere kadar yapışıp arzı hürmetler edenleri görünce. Önce Çiller’in yardımcısı

Mehmet Gölhan’nın yanına gittik. Oradan Hasan Ekinci’nin odasına gidildi, içerde birlikte emekli olduğumuz Hasan Kundakçı Paşa oturuyordu. Ekinci bana iltifatlar ettikten sonra, ‘Paşam, Kilis’te çok iyi bir isminiz var, halkın neredeyse tamamı sizi istiyor. Sizin arkanıza da paralı birini koyarız, siz önde, o arkada 2 milletvekilliğini de alırız’ dedi. Tepem bir attı; ‘Sen paşa değil, maşa arıyorsun, ben paşayım’ deyip çıktım.

Sivil karargáh

Arkadaşımız Yener Süsoy, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki lakabı ‘çift beyinli’ olan İzzettin Paşa’nın emekli olduğu günden beri kapandığı ‘sivil karargahı’ çalışma odasına girdi. İngilizce ve Fransızcayı anadili gibi bilen, dış basını çok yakından takip eden İzzettin İyigün, emekliliğinde de son derece çalışkan ve verimli. Her şeyi hazır, basımı bekleyen 24 kitabını Süsoy’a gösterdi.

YARIN: TERFİ ETMEMİ ÜNLÜ BİR HOLDİNG PATRONU ENGELLEDİ
Yazının Devamını Oku

MİT’te çalışmayı çok isterdim

14 Haziran 2004
Fenerbahçe’de doğup büyüyen, Beşiktaş tutkunu 1.80’lik Çağla Kubat, 24 yaşına nice başarılar sığdıran bir hırs yumağı. Düşünsenize; İTÜ mezunu makine mühendisi, Türkiye’nin uluslararası tescilli güzellik kraliçesi, Türkiye Windsurf Şampiyonu, manken, Kanal D’nin Sabah Haberleri sunucusu... Dedesi Ferit Kubat, 12 Mart 1971 sonrasının Nihat Erim ve Ferit Melen hükümetlerinin Diyarbakırlı ünlü İçişleri Bakanı... Anne Prof. Dr. Ayşe Sema Kubat, İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi, baba Murat Kubat ODTÜ mezunu 1.93 boyunda inşaat yüksek mühendisi. Anneanne Melahat Topaloğlu İTÜ mezunu ilk kadın mimar... 3 kuşak İTÜ’lüler, aile boyu yeşil gözlü oldukları gibi. Çağla şimdilerde lens takıyor, sol 3, sağ 2,5 derece miyop. Barbie adlı Golden Retreiver köpeği

en büyük aşkı. Kubatlar’ın Fenerbahçe’de denizin hemen berisindeki daireleri o gün buram buram Hawaii kokuyordu. ‘Aloha’ diyerek karşıladı bizi çağla gözlü Çağla... Dünyaca ünlü bir sörf firmasının reklam filmi için gittiği Maui Adası’ndan henüz dönmüştü. Annesinin kendi elleriyle yaptığı tatlıları, ıspanaklı, peynirli börekleri çayla birlikte yemeye hasret kaldığını söyledi. Tattıktan sonra biz de anladık ki, gülerjyüzlü, güzel profesör mimar annenin yaptığı böreğin tadı bir başka.

Polisiye konulara acayip meraklıyım

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un kulakları çınlasın...

- Ben kesinlikle detektif olmalıydım, mesela Charlie’nin Melekleri’nden biri. Bu konulara acayip özeniyorum, keşke MİT’in giriş sınavlarına katılsaydım dediğim oldu. Gizli araştırmaları çok seviyorum, öyle bir film olsa büyük bir zevkli oynarım. Üniversite sınavlarında çok başarılı olunca bana Deniz Kuvvetleri’nden kendi adlarına okumam için teklif gelmişti. Beni süs bebeği gibi gösterecek televizyon dizilerinde asla oynamak istemiyorum, en sevmediğim şey. Hayatım boyunca Barbie bebek görünüşünün tam tersi biri olduğumu kanıtlamaya çalıştım. Hep zeki, çalışkan olduğumu kanıtlamak zorunda hissettim kendimi. Çok yaramaz bir çocuktum, bütün günüm sokakta yakartop, voleybol ve saklambaç oynamakla geçti. Annem hep beni ağaçlardan toplardı, çocukluğum boyunca kafamdan, bacağımdan yara hiç eksik olmadı. O yaşta bile herkesten uzun boyluydum, yine de annem balkondan seslenip ‘Kızım kısa kalacaksın, gel sütünü iç’ derdi, rezil olurdum. Lisede teneffüslerde hemen aşağıya ineriz, kızlar oturup konuşur, ben ise erkeklerin basket maçına girerdim.

ARKADAŞLARIMIN ÇOĞU ERKEKTİ

Makine mühendisinden manken olur mu, örneği işte karşımızda...

- Mankenliğe başlayıncaya kadar inanılmaz erkeksiydim, hayatım boyunca etrafımda çoğunlukla erkek arkadaşlarım oldu. İTÜ Makine’de 178 erkeğin arasında 8 kız okuduk, sörf takımında 2 kızız. Spora çok yatkın bir yapım var, estetik olaylara karşı dans dahil olmak üzere çok zayıftım. Bir podyum yürüyüşü öğrenene kadar bayağı zaman harcadım, Neşe Erberk beni çok çalıştırdı. Bir kıyafet nasıl taşınır, podyumda nasıl bakılır, yarışmaya girmeden bunların hepsinin dersini aldım.

Çağla Kubat, annesi Prof. Dr. Ayşe Sema Kubat ve babası inşaat yüksek mühendisi Murat Kubat’la.

Piyanoya annesinin isteğiyle başladığını söyleyen Çağla ‘Hocam Serim Özer bana bir psikolog gibi yaklaşıp piyanoyu çok sevdirdi. Son bir senedir ders alamıyorum, 3 ay çalışsam bir resital verecek hale yeniden dönerim’ dedi.

İdolleri Jülide Ateş ve Defne Samyeli

Makine mühendisliği ile güzellik kraliçeliği arasında nasıl bir bağ olabilir diye düşünüyorsanız...

- Makine mühendisliği okuyordum ama, küçük yaşlardan beri bir güzellik yarışmasına girmeyi hayal ederdim. İlk özenmem, bizim İtalyan Lisesi’nden Özlem Kaymaz’ın girdiği yarışmayı kazanması oldu. O zaman ben orta 3’teydim, Özlem ise lise 4’teydi. Daha sonra Defne Samyeli ve Jülide Ateş’in zekalarını ve güzelliklerini birleştirerek kazandıkları başarılar çok hoşuma gitti, ben de yapabilirim dedim. Fakat önce tahsilimi tamamlamalıydım, çünkü sonuçta insanın hayatta ne olacağı belli değil. Eğer yarışmayı kazanamazsam makine mühendisliği üzerine işletme mastırını yapıp bir şirkette çalışırım dedim. Eğer yarışmayı kazanırsam, idollerim Samyeli ve Ateş’in bugün bulunduğu yerlere gelmek için çabalayacaktım. Yarışmayı mühendis kafasıyla aylar öncesinden planlayıp sanal ortamda en ince ayrıntılarına kadar çalıştım. Sonunda hedeflediğim amaca ulaştım; çağdaş, aydın, kültürlü bir güzel olarak ülkemi Miss Universe’de temsil ettim.

UTANGAÇLIĞIMI SEMİNERLE YENDİM

Çağla gözlü Çağla, güzellik kraliçeliğine giden yolda meğer nerelere uğramış, nerelere...

- Çok utangaç bir insanım, defilede bile en büyük sorunum bu. Karşımda bana bakan onlarca insan görünce korkuyorum, rahatsız oluyorum, o anda içimden kaçmak geliyor. Bunu atabilmem için Neşe Erberk ve bazı işadamları, Prizma ve Rainbow adlı seminerlere katılmamı tavsiye etti. Prizma normalde 500 dolardı, annem konuşup indirim yaptırmış, bizden 200 dolar aldılar. Prizma seminerleri Seyrantepe’de bir konferans salonunda 50 kişiyle yapılıyordu, içeri girdiğinizde içersi buz gibi soğuk. Amaç şikayet etmemeyi öğretmek, şartlara uyum sağlamasını bileceksiniz. Prizma aslında kendine güvenle ilgili bir konferans, 2,5 gün sabah 9’dan akşam 9’a kadar oturuyorsunuz. Bu seminerler bir ara bizde olay oldu ama, aslında hiç de öyle bir yanı yok.

Miss Universe’e gitmeden önce de Prizma’nın ikinci ayağı olan Rainbow’a katıldım. 15 kişilik gruplar içinde çok ünlü işadamları, sanatçılar da vardı. Konferansı İsrailli bir hoca veriyordu, birtakım oyunlar oynuyorsun. Seminerin en başında birini ortaya alıyorlar, herkes onda ilk başta gördüğü negatif özellikleri söylüyor. Normalde bunları saklayıp en sonunda söylersin ya, orada önce söylüyorsun. En sonlara doğru bir oyun var, insanın kendi vücuduyla barışık olması diye. Herkes mayolarını giymiş birbirine bakıyor, iyi, kötü. Onların ortasında duruyorsun, kendini beğeniyor musun, beğenmiyor musun? Önemli olan vücudunun nasıl olduğu değil, senin onu o şekilde beğeniyor olman. Buradaki amaç bir şeyleri tedavi etmek değil, insanları kendisinde var olan bazı şeylerden haberdar etmek.

EN KÖTÜ HUYUM HIRSLI OLMAM

Bu ne hırstır, bu ne azimdir, bu ne koşuşturmadır, bu ne Çağla’dır?..

- Çok kötü bir huyum var, çok hırslıyım, yaptığım işte mutlaka 1. olmalıyım. Sörf yapıyorsam 1. olmalıyım, İtalyan Lisesi’nde okuyorsam birincilikle mezun olmalıyım, bunların hepsi gerçekleşti. İTÜ Makine’ye girebilmek için 5 farklı hocadan özel dersler alarak 3 yıl aralıksız çalıştım. Sınavdan önce annemin mimarlıktan öğrencileri bana teknik resim dersi verdi. Lisede herkes sadece deli gibi test çözüyordu, ben ise hem test çözüyordum, hem de okulu birincilikle bitirmeye çalışıyordum. Bizde kredili sistem olmadığı için bütün dersleri okudum, kompozisyon hariç notlarımın hepsi 10’du. Lisedeyken arkadaşlarım bana ‘inek’ derdi, gerçekten de çok çalışkandım. Matematik ve fizik imtihanında kimseye yardım etmeyeyim diye hocalar beni kürsüye alırdı.
Yazının Devamını Oku