Hassas bir cildin günlük temizliği nasıl yapılmalı?
Tahriş etmeden yumuşak bir köpük ile cildinizi temizlerken aynı zamanda ılık suyla durulayın. Ardından yüz toniği ile cildi nemlendirerek rahatlatın. Gün içinde cildi dış etkenlere karşı koruyan ‘bisabolol’ içerikli etken maddeli nemlendirici ile cildinizi besleyin. Hassasiyeti minimum seviyeye indiren doğal ve biyolojik etken maddeler içeren ürünlerle cildinizi rahatlatıp günlük koruma sağlamak mümkündür.
Hindistan cevizli bakım kürü
Taze rendelenmiş Hindistan cevizini zerdeçal ile karıştırın. (Zerdeçal karışımın temizlik özelliğini ve C vitamini miktarını artırmak için kullanılır.) Yapmış olduğunuz karışımı vücudunuzun her yerine sürün. 5 dakika kadar bekledikten sonra ıslak, ılık bir bezle silin. Havuç ve jelatini birbirine karıştırın. Ve cildinize peeling işlemi yapın. (Havuç ve jelatin cildinize iyileştirici ve onarıcı etki sağlar.)
Kadifemsi yumuşaklık maskesi
İsterseniz içine yulaf unu, ezilmiş badem ve 1-2 damla da sızma zeytinyağı veya badem yağı ilave edebilirsiniz. Diğer bir seçenek de bitter çikolatayı biraz zeytinyağı ile birlikte buharda eritip sürmenizdir.
Malzemeyi güzelce karıştırıp sürülebilir bir kıvam elde edince, yüzünüze, boynunuza, dekoltenize hatta isterseniz tüm vücudunuza uygulayın. On beş dakika bekleyin, sonra da ılık su ile yıkayın. Cildinizin kadifemsi bir yumuşaklık kazanacağına emin olabilirsiniz.
Mucize etkili ballı maskeler
Hızlıca hayatımızın tam ortasına giren ve hayatımızı işgal eden koronavirüs hakkında merak ettiklerimiz her geçen gün artıyor. Belki de bunlardan en önemlisi alışveriş düzeni ve sonrası yapılacaklar…
Zorunlu haller dışında markete gitmeyi önermiyoruz ancak ev ihtiyaçlarının da bir şekilde karşılanması gerekiyor. Hal böyle olunca kesinlikle evden çıkarken maskenizi takmayı unutmayın. Ayrıca eldiven kullanmanız da korunma düzeyini artıracaktır.
Sizden önce markete giren birinin koronavirüs taşıyıp taşımadığını bilemezsiniz. Belki az önce önünde durduğunuz reyonda o da durdu ve öksürdü ya da hapşırdı. İşte maskenin koruması burada devreye giriyor. Çünkü havadaki damlacıkların doğrudan solunması engellenmiş olunuyor.
Az önce bahsettiğimiz bu kişi sizin şu anda elinizde tuttuğunuz yoğurdu elledi mi onu da bilmiyoruz. Eldiven de işte burada devreye giriyor. Elinize bulaşacak mikrobun ağız ve göze taşınmasını engelliyor. Ancak unutulmaması gerekiyor ki elinizde eldiven varken kesinlikle yüzünüze götürmemeniz gerektiği…
Kapının önüne geldiniz, kesinlikle ev balkonuna çıkarmak için poşetleri ev içinden geçirmeyin. Çünkü geçirirken sağa sola değmeyeceğini bilemeyiz. Poşetleri kapı girişinde, dışarıda bırakın ve eldivenlerinizi atarak yeni eldiven takın. Ürünleri poşetten çıkararak hazırlamış olduğunuz çamaşır suyunda bir bezi ıslatın ve paketli ürünleri tek tek silin. Sebze ve meyveleri en sona bırakın. Sildiğiniz paketli ürünleri bir tepsi üzerine dizin ve en son balkon ya da hava alan, güneş gören bir yere götürün. Hem kurusun hem de havalansın.
Sebze ve meyveleri, sirkeli sudan ziyade karbonatlı su ile yıkamalısınız. Sirkeli suyun ürün üzerindeki kalıntıları gidermediği biliniyor.
Detaylı bilgi için bu yazıyı da detaylı okuyabilirsiniz:
Yıkama suyuna sirke ilave etmenin temel amacı, asidik bir yıkama ortamı oluşturarak yetersiz yıkama ihtimaline karşılık gıda üzerinde bulunabilen muhtemel zararlı biyolojik etkenlerin uzaklaştırılmasıdır. Ancak, günümüzde yaygın olarak kullanılan pestisitlerin pek çoğunun aktif maddesi asidik koşullarda daha kararlı hale gelmektedir. Hangi sebze ve meyvede hangi pestisitin kullanıldığı bilinmediği için sirkeli suyla yıkanmamaları gerekir. Bu durumda sirkeli su meyve ve sebze yıkamak için uygun değildir. Mutfak lavabonuzu tıkayarak içini iyice temiz suyla doldurun ve karbonat katın. Karbonatlı suyun içerisine sebze ve meyvelerinizi katın, en az 1 saat bekletin. Sonra temiz suyla durulayın ve temiz bir bez üzerine serin, kurulayın.
Probiyotik ve prebiyotik içerikli kremler birçok deri hastalığı (özellikle seboreik dermatit) için faydalı sonuçlar vermektedir.
Probiyotikler, cilde topikal olarak uygulandığında vücuttaki aynı etkiyi bu sefer cilt üzerinde gösterir. Cildimizde binden fazla bakteri türü yaşamaktadır. Özellikle ciltle uyumlu olmayan temizleyiciler, hava kirliliği, UV ışınları, stres ve hormonal değişiklikler cilt mikroflorasını etkilemektedir. Etkilenen ciltte akne, tahriş, kızarıklık, nemsizlik, kırışıklık gibi problemler görülmeye başlar. İşte bu kremler bu florayı yeniden yapılandırarak cilt bariyerini güçlendirmeye yarar. Hücre yenilenmesinde ve cildin kolajen üretiminde artış sağladığı, cildi serbest radikallere ve çevresel yaşlanmaya karşı koruduğu klinik çalışmalarla kanıtlanmış olan probiyotikler, cilt problemlerini de hem tedavi eder hem de önler.
Eğer hassas bir cilde sahipseniz, cilt bariyerini yeniden inşa edip güçlendirme özelliğine sahip probiyotikler ile zarar gören cildin onarım sürecini hızlandırabilirsiniz.
Dışarıdan etkilenen cildiniz hava kirliliği gibi serbest radikaller nedeniyle erken yaşlanma ve cildin doğal parlaklığını kaybetme gibi sorunlarla karşılaşır. Bu bakım ürünleri ise düzenli uygulandığında cildin doğal koruma mekanizmasını güçlendirir. Kolajen ve elastin üretimini hızlandırır, sağlıklı cilt hücrelerinin oluşmasına yardımcı olur. Özellikle yoğurt içinde bulunan ‘lactobacillus’ adlı faydalı bakteriler akne tedavisinde oldukça etkilidir.
Prebiyotikler, probiyotiklerin canlı ve aktif kalmasına yardımcı olan gıda kaynaklarıdır. Prebiyotikler ve probiyotikler, bağırsakta veya cildinizde olsun, sağlıklı kalmanıza yardımcı olmak için birlikte çalışırlar. Başka bir deyişle, prebiyotikler probiyotikler için bir çeşit besindir ve bağırsaklardaki mikroorganizmaların büyümesini teşvik ederler. Güzellik ürünlerinin doğal raf ömrü nedeniyle, prebiyotik / probiyotik cilt bakım ürünleri, sindirim sağlığına yardımcı olan taze gıdalardan biraz farklı şekilde formüle edilir. Bir kozmetik ürününün gerçek canlı bakterileri içermesi gerçekten çok zordur, bu yüzden çoğu aslında bağışıklık tepkisini ortaya çıkarabilecek bakteri hücre duvarlarının parçalarını içerirler.
Genel olarak prebiyotik ve probiyotik cilt bakım ürünleri çoğu cilt tipi için güvenlidir. Ancak bunlardan kaçınması gereken bazı kişiler bulunmaktadır. Örneğin bir dizi devam eden araştırmaya dayanarak, bu ürünlerin bağışıklığı baskılanmış veya nötropenik (düşük beyaz kan hücresi seviyesine sahip) kimselerde kullanılmaması gerekir.
Kolajen vücudumuzda hali hazırda var olan protein yapısında bulunan moleküllerdir. “Kolla” latince yapıştırıcı demektir. Görevi de aynı adı gibi dokuları birbirine yapıştırmaktır. Yapılan araştırmalara göre 25 yaşından itibaren vücuttaki kolajen miktarı azalmaya başlar. 30’lu yaşlar sonrasında her yıl %1,5 oranında kolajen kaybı yaşanır. Bu kayıp özellikle ciltte kuruluk, kırışıklık ve sarkmalar ile gözle görülebilir noktaya ulaşır.
Kolajen; kaslarda, kemiklerde, eklemde, eklem bağlarında, ciltte, beyinde, gözde, kalpte kısacası tüm vücudumuzda vardır. Genç yaşlarda kolajen üretimi yüksekken yaşla birlikte giderek azalır. 16’dan fazla kolajen tipi tanımlanmakla birlikte Tip-1, Tip-2 ve Tip-3 kolajenler en önemlileridir. Kolajenin azalmasıyla birlikte vücudumuzda fark edemediğimiz bazı rahatsızlıklar görülmeye başlar.
Vücutta kolajen kayıpları başladığı zaman besinlere daha fazla önem verilmelidir. Ne kadar doğru gıda alınsa da günlük tükettiğimiz gıdalar yeterli besin değerini karşılayamaz. Bu nedenle medikal estetikler ve takviyeler ile çözümler ile desteklenmektedir. Kolajen kaybını engellemek için et suyu, soğuk su balıkları, ceviz, badem, yeşil yapraklı sebzeler, sarımsak, turunçgiller, avokado ve yumurta besinlerden yararlanmak önemlidir. Ayrıca sigara içmemek, günlük hareket etmek ve stresten uzak kalmak gerekir.
Kolajen yapısı gereği büyük bir moleküldür. Özel işlemler ile küçük parçalara ayrıştırılır. Kolajen proteinini oluşturan peptitler işte bu işlem sonrasında bozulabilmektedir. Ayrıca kolajen peptit miktarları değişkenlik gösterebilmektedir. Dünyada bu yapıyı bozmadan faydalı olabilecek çalışmalar yapılmakta, yeni peptitler üretilmektedir.
Hedefe yönelik peptitler, uygun aminoasit zincirleriyle elde edildikleri için hem daha hızlı hem de etkili olurlar. Birçok protein içerikli kaynaktan kolajen peptit elde edebilmek mümkündür. Balık, sığır, tavuk, süt, hayvansal kaynaklar, soya, karabuğday bitkisel kolajen kaynaklarıdır.
Özellikle soğuk denizlerden elde edilen balıklardan üretilen peptitler hem en doğal hem de medikal anlamda insan doğasına en yakın olanıdır.
Enterik tablet ya da kapsül olarak alınması kolajenin peptit yapısını bozmaz, peptit yapının bozulmadan hedef bölgeye geçebilmesi için en etkili yöntemlerden biridir.
Vefasız yıllara dargınım artık, rahmetli Adnan Şenses’ten yıllarca dinlediğimiz o şarkının sözleri bize başka şeyler de anlatıyormuş… Örneğin işten çıktığımızda kendimizi bitkin hissediyorsak, bunu anlamak kolay. Ama bazen izah edilmesi güç durumlarla karşılarız. Kimileri tam bir “gece kuşu”dur, gece yarısından sonra açılır; bazıları sabahları verimlidir, akşamları durgunlaşır. Bunlar bir ölçüye kadar yapısal sayılabilir ancak bazen farklı sorunların belirtisi olabilir. İşte bizi başka şeyleri düşünmeye iten bazı şikayetler:
- Yemeklerden sonra bitkin düşmek
- Kendini güçsüz, isteksiz, yaşlı hissetmek
- Sabah iyi kalkıp gece olunca kötüleşmek
- Sabahları yataktan çok zor kalkmak. Giyinmeyi, sokağa çıkmayı, hayata karışmayı istememek
Bu gibi durumlar ile karşılaşınca ilk yapılan şey vitamin alıp geçiştirmeye çalışmaktır. Atlatabiliyorsanız, ne alâ. Ama yorgunluk kronik bir hale gelmişse ciddiye almak gerekir.
Yorgunluğun tek nedeni yoktur. Yaşadığınız sıkıntılar; beslenme sorunlarından hareketsizliğe, kan şekerinden kabızlığa, adet sorunlarından cinsel tatminsizliğe, strese, dolaşım bozuklukları, tansiyon veya kalp sorunlarına, su kaybından mineral eksikliklerine ve hormon dengelerine kadar uzanan sayısız nedene bağlı olabilir.
Her hormon farklı bir enerji yaratır. Bir veya birden fazla hormonda yetersizlik baş gösterdiğinde, yorgunluğun değişik şekilleriyle karşılaşırız.
Ağır metal zehirlenmesi, bakır, fluorid, alüminyum, civa, kurşun, kadmiyum ve arsenik tarafından vücudumuzda oluşan olumsuzluklar ve ortaya çıkan hastalıklara verilen addır. Farkında olarak yada olmayarak dışarıdan alınan bu maddeler, biriken organa, etkilediği sisteme bağlı olarak psikolojik rahatsızlıklardan tutunda fizyolojik sorunlara kadar geniş bir yelpazede sorunların ortaya çıkmasına sebep olur.
Hemen hemen herkes bu riskin doğrudan hedefidir. Ancak çocuk ve yaşlılarda seyir daha hızlı görülmektedir. Yukarıda saydığımız maddeler dokularda birikerek kronik hasarlara yol açabileceği gibi, akut zehirlenmelerde sıkça görülür. Bu etkinin belki de en büyüğü DNA hasarıdır. Hasar alan DNA dolaylı yönden kanseri de tetikler. Bu metallerin en çok biriktiği organlara baktığımızda beyin ve böbrekleri görürüz. Biriken ağır metaller hücrelerin, organların, sistemlerin normal işlevini bozarak ağır hasarlara uğratırlar.
Belkide bu rahatsızlıkta en zor şey tedavi protokolü oluşturmaktır. Uzun yıllar boyunca biriken toksinin vücuttan uzaklaştırılması için hastanın kabul etmesi gereken öneri ve planlar vardır. Ağır metallerin çoğu için özel bir destek olmadan vücudun boşaltım sistemleri (böbrekler, karaciğer, bağırsaklar, akciğer ve deri) yoluyla atılması çok zordur. Otonom sinir sistemine yerleşen ağır metallerin uzaklaştırılması için uygulanan en önemli yöntem şelasyon detoksifikasyonudur.
Vücutta biriken toksik mineral ve metallerin kuvvetle bağlanarak bağırsaklardan emilmesinin engellenmesine ve vücuttan uzaklaştırılmasına “şelasyon” denir. Damardan verilen EDTA (etilen diamin tetra asetik asit) ile tedavi yapılır. Birçok kez vitamin B, C, magnezyum ve çinko birlikte uygulanır. Bu işlem haftada 2 defa, 2-3 saat uygulanır.
Ağır metal zehirlenmesi, bakır, fluorid, alüminyum, civa, kurşun, kadmiyum ve arsenik tarafından vücudumuzda oluşan olumsuzluklar ve ortaya çıkan hastalıklara verilen addır. Farkında olarak yada olmayarak dışarıdan alınan bu maddeler, biriken organa, etkilediği sisteme bağlı olarak psikolojik rahatsızlıklardan tutunda fizyolojik sorunlara kadar geniş bir yelpazede sorunların ortaya çıkmasına sebep olur.
Hemen hemen herkes bu riskin doğrudan hedefidir. Ancak çocuk ve yaşlılarda seyir daha hızlı görülmektedir. Yukarıda saydığımız maddeler dokularda birikerek kronik hasarlara yol açabileceği gibi, akut zehirlenmelerde sıkça görülür. Bu etkinin belki de en büyüğü DNA hasarıdır. Hasar alan DNA dolaylı yönden kanseri de tetikler. Bu metallerin en çok biriktiği organlara baktığımızda beyin ve böbrekleri görürüz. Biriken ağır metaller hücrelerin, organların, sistemlerin normal işlevini bozarak ağır hasarlara uğratırlar.
Belkide bu rahatsızlıkta en zor şey tedavi protokolü oluşturmaktır. Uzun yıllar boyunca biriken toksinin vücuttan uzaklaştırılması için hastanın kabul etmesi gereken öneri ve planlar vardır. Ağır metallerin çoğu için özel bir destek olmadan vücudun boşaltım sistemleri (böbrekler, karaciğer, bağırsaklar, akciğer ve deri) yoluyla atılması çok zordur. Otonom sinir sistemine yerleşen ağır metallerin uzaklaştırılması için uygulanan en önemli yöntem şelasyon detoksifikasyonudur.
Vücutta biriken toksik mineral ve metallerin kuvvetle bağlanarak bağırsaklardan emilmesinin engellenmesine ve vücuttan uzaklaştırılmasına “şelasyon” denir. Damardan verilen EDTA (etilen diamin tetra asetik asit) ile tedavi yapılır. Birçok kez vitamin B, C, magnezyum ve çinko birlikte uygulanır. Bu işlem haftada 2 defa, 2-3 saat uygulanır.
Paris ışıltısı nedir?
Paris Işıltısı’nda (NCTF 135 HA), nemlendirici özelliğe sahip hyaluronik aside ek olarak 59 cilt canlandırıcı etken bulunur. Hyaluronik asit, 12 adet vitamin kolajen sentezini uyarıp, serbest radikalleri nötralize eder. İçerisinde yer alan 24 adet aminoasit proteinlerin elastin ve kolajen üretimine yardımcı olur. Bu sayede koenzimler ile nükleik asitler, metabolik reaksiyonları uyarır. Mineraller hücre metabolizmasındaki dengeyi sağlarken, içeriğinde bulunan antioksidanla serbest radikallerle bir savaşa girer. Bu sürecin sonunda cildiniz eskisinden daha canlı, parlak, genç ve pürüzsüz bir görünüme kavuşur.
Paris Işıltısı aslında yeni nesil anti-aging temelli bir mezoterapi içeriğidir. Yıpranmış ve elastik yapısını kaybetmiş ciltlerde görünümü hafifletmek, cildin canlılığını ve parlaklığını artırmak için sıkça kullanılır. Cilde yoğun nem vererek, pürüzsüz ve daha parlak bir görünüm kazandırmak amaçtır. Güneş ışınlarına bağlı ultraviyole hasarını da onarabilen, hücresel yaşlanmayı da geri çeviren iyi bir tedavi şeklidir.
Bu tedavi hem yüz hem de vücutta rahatlıkla uygulanabilir. Boyun, dekolte, el ve kollar gibi yaşlanma belirtilerinin görüldüğü noktalarda çözüm sunar. Yaşla beraber pek çok kadının kollarının iç kısmında meydana gelen çizgilerde, bu bölgedeki ince deriyi gençleştirmede de etkili bir tedavidir. Bunun dışında yine vücuttaki sorunlu yerlerden olan karın ve iç bacaklara da uygulanabilir. Ayrıca yaşlanma belirtilerinin ilk görüldüğü yerlerden biri olan göz çevresi için de uygun bir yöntemdir. Göz çevresindeki ince çizgileri hafifletmek, göz çevresine daha parlak ve daha taze bir görünüm vermek için etkili bir tedavi şeklidir.
Paris Işıltısı için toplam 5 seans yeterli olacaktır. İlk seansın ardından, genelde ikinci ve üçüncü seans 15 gün arayla uygulanır. Dört ve beşinci seans içinse 1 ay ara yeterli olacaktır. Cildin ışıldaması ancak bu seanslardan sonra görülmeye başlanır.
Uygulama sonrası morluk ve ödem endişesi yaşayan kişiler için özel tasarlanmış nanosoft özelliği sayesinde bu endişe de ortadan kalkar.
Paris Işıltısı uygulaması sırasında nelere dikkat edilmelidir?
Uyuz, tüm dünyada görülebilen ve her yaştan insana bulaşabilen bir hastalıktır. Ancak savaş, doğal afet gibi dönemlerde daha sık görüldüğü tespit edilmiştir. İnsanların kalabalık olarak bulunduğu yerlerde, bakım evleri, okul, kreş gibi yerlerde, bağışıklık sistemi daha zayıf olan çocuk ve yaşlılar bulunduğundan risk daha fazladır. Ayrıca sonbahar ve kış aylarında, uyuz hastalığıyla daha fazla karşılaşılır. Gözle görülmeyen ve mikroskop altında belirlenebilen “sarcoptes scabei” adı verilen akarın (böcek) neden olduğu uyuz hastalığı, tüm deriye yayılarak ortaya çıkar.
Uyuz nasıl ortaya çıkar?
Uyuzun kuluçka dönemi 2-3 haftadır. Deride tüneller açarak ilerleyen uyuz böceği, yakın ve doğrudan temasla insanlara bulaşır. Genelde 15-20 dakikalık bir sürede bulaşan hastalığın neden olduğu böcek, ortak kullanılan giysi ve havlu gibi eşyalarda kendine yer edinir. Belirtilerin ortaya çıkması ise 2-6 haftayı bulabilir.
Büyüklerde de aynı sorunu görüyoruz ancak çocuklar yatağa girdikten sonra vücudun ısınmasıyla başlayan kaşıntı uykudan uyandıracak kadar şiddetli hale gelebiliyor. İşin ilginç tarafı kaşıntılar gündüzleri hafif seyrederken, geceleri şiddetini artırır. Kaşıntı, el parmaklarının araları, bileğinin iç yüzü, kalça ve göğüs arası, koltuk altları, kasıklar ve dirseklerde başlar zamanla her yere yayılır.
Gözle görülür en büyük belirti parmak arasındaki dalgalı ve kirli bir çizginin oluşmasıdır. Uyuz böceğinin kanallar açarak ilerlediği gri renkli çizgiler 1-10 milimetre uzunluğa ulaşır. Geceleri artan kaşınma ve derideki döküntü nedeniyle zamanla içi sıvı dolu kesecikler oluşur.
Hekimler tarafından reçete edilen uyuz krem ve losyonları boyun bölgesinden başlayarak, ayaklara kadar sürülmelidir. Söz konusu çocuklar ve küçük bebekler olduğunda ise uyuz krem ve losyonları; yüze, tüm kafaya hatta kafa derisine kadar uygulanmalıdır. Küçük çocuklar ve bebekler; sadece permethrin krem ya da sülfür merhem kullanabilir. Uyuz krem ve merhemlerinin vücuda sürülmeden önce kişinin kesinlikle yıkanması gerekir; krem ve merhemler; muhakkak temiz cilde uygulanmalıdır. Tedavi tamamlandıktan sonra 1-2 hafta boyunca kaşıntı devam edebilir, endişelenilmemelidir. Eğer 2- 4 haftadan sonra kaşıntılar giderek artmaya başlar, ciltte yeni oyuklar, sivilce benzeri döküntüler oluşursa tedavinin tekrarlanması gerekir.
Uyuz, tüm dünyada görülebilen ve her yaştan insana bulaşabilen bir hastalıktır. Ancak savaş, doğal afet gibi dönemlerde daha sık görüldüğü tespit edilmiştir. İnsanların kalabalık olarak bulunduğu yerlerde, bakım evleri, okul, kreş gibi yerlerde, bağışıklık sistemi daha zayıf olan çocuk ve yaşlılar bulunduğundan risk daha fazladır. Ayrıca sonbahar ve kış aylarında, uyuz hastalığıyla daha fazla karşılaşılır. Gözle görülmeyen ve mikroskop altında belirlenebilen “sarcoptes scabei” adı verilen akarın (böcek) neden olduğu uyuz hastalığı, tüm deriye yayılarak ortaya çıkar.
Uyuz nasıl ortaya çıkar?
Uyuzun kuluçka dönemi 2-3 haftadır. Deride tüneller açarak ilerleyen uyuz böceği, yakın ve doğrudan temasla insanlara bulaşır. Genelde 15-20 dakikalık bir sürede bulaşan hastalığın neden olduğu böcek, ortak kullanılan giysi ve havlu gibi eşyalarda kendine yer edinir. Belirtilerin ortaya çıkması ise 2-6 haftayı bulabilir.
Büyüklerde de aynı sorunu görüyoruz ancak çocuklar yatağa girdikten sonra vücudun ısınmasıyla başlayan kaşıntı uykudan uyandıracak kadar şiddetli hale gelebiliyor. İşin ilginç tarafı kaşıntılar gündüzleri hafif seyrederken, geceleri şiddetini artırır. Kaşıntı, el parmaklarının araları, bileğinin iç yüzü, kalça ve göğüs arası, koltuk altları, kasıklar ve dirseklerde başlar zamanla her yere yayılır.
Gözle görülür en büyük belirti parmak arasındaki dalgalı ve kirli bir çizginin oluşmasıdır. Uyuz böceğinin kanallar açarak ilerlediği gri renkli çizgiler 1-10 milimetre uzunluğa ulaşır. Geceleri artan kaşınma ve derideki döküntü nedeniyle zamanla içi sıvı dolu kesecikler oluşur.
Hekimler tarafından reçete edilen uyuz krem ve losyonları boyun bölgesinden başlayarak, ayaklara kadar sürülmelidir. Söz konusu çocuklar ve küçük bebekler olduğunda ise uyuz krem ve losyonları; yüze, tüm kafaya hatta kafa derisine kadar uygulanmalıdır. Küçük çocuklar ve bebekler; sadece permethrin krem ya da sülfür merhem kullanabilir. Uyuz krem ve merhemlerinin vücuda sürülmeden önce kişinin kesinlikle yıkanması gerekir; krem ve merhemler; muhakkak temiz cilde uygulanmalıdır. Tedavi tamamlandıktan sonra 1-2 hafta boyunca kaşıntı devam edebilir, endişelenilmemelidir. Eğer 2- 4 haftadan sonra kaşıntılar giderek artmaya başlar, ciltte yeni oyuklar, sivilce benzeri döküntüler oluşursa tedavinin tekrarlanması gerekir.