Yasemin Boran

Yasemin'ce

30 Ocak 1998
Trio MrioNe zamandır yazmak istiyordum. O geceyi hala unutamıyorum. Fakat, büyük bir sabırla bugünü bekledim. Çünkü, en rahat, en keyifli bir anda okunsun istedim. Böylece hissetiklerimi duyurabilirim, diye düşündüm. Öyle yoğun ve öylesine büyük bir coşku duymama neden olan olay, bir tesadüf sonucu hem de çok yorgun olduğum bir sırada davetini kıramayıp gittiğim dostlarımın sayesinde oluştu. İyi ki de davet etmişler ve iyi ki de ben gitmişim. Yoksa, gerçekten kaçırmış olacaktım. Çünkü, her zaman böyle olmaz. Bu bir, denk gelmedir. Uygunlukların aynı anda denk gelmesi gibi bir şey. Mekan, insanlar, müzik ve sonradan heyecanlanıp müziğe eşlik edenlerle birlikte heyecanlandım. Coştum. Ne yorgunluk kaldı, ne isteksizliğim, ne de düşünceler. Sadece ben mi öyleydim? Etrafıma baktım. Herkes benim gibiydi. Canlı, dingin ve keyifli. Yorgunluktan eser olmadığı gibi sanki gün yeni başlıyormuş izlenimi uyanıyordu. Halbuki saat geceyarısını geçmiş, iki olmuştu. Bu enerjiyle çıkıp bütün İstanbul gezilebilirdi. Sabahlanabilirdi. Ve, sabaha karşı İstanbul bir başka güzel olurdu. Şimdi hatırlayınca gene özledim. Ne zamandır İstanbul'un uyanışını izlemiyorum. Fakat, sabah erkenden yapılacak çok işim vardı. Erken kalkmalıydım. Kendimle kısa bir mücadeleden sonra geceye devam etmekten vazgeçtim. Kimbilir neler kaçırdım. Fakat, bunu düşünmek bile istemiyorum. Genellikle bir şey iyi başladıysa, devamı da öyledir. Her zaman olmasa bile... Kötü başlayıp iyi bittiği, iyi başlayıp kötü bittiği de görülmüştür. Fakat, çoğunlukla iyilikler ve kötülükler birbirini takip eder. Anlayacağınız, aklım hala o gecede kaldı. İsteksiz ve yorgun gitmiştim halbuki. Beyoğlu'nun dar sokakları ıslak ve yorgunluğuma denk bir görünümdeydi. Sokağın başından bakınca mavi ışıklı ‘‘Caz kafe\bar’’ yazısı görünüyordu. Kapıya geldiğimde çok yaşanmışlığın izleri beni karşılıyordu. İstanbul'un eski günlerini hatırlatan binalarından biri. Üç katlı, yüksek tavanlı, kimbilir kimler neler görmüş bir zamanlar. Çok olmamakla birlikte benzerleri gibi hala yaşamaya devam ediyor. Kalın duvarlarından yansıyan geçmişin izleriyle cazın özgür ritmi birleşiyor ve burası canlandıkça canlanıyor. İnce uzun iki kanatlı kapısı ardına kadar açıldığında ancak geçebiliyorsunuz. Tabii kilonuz fazlaysa... Yoksa, tek kanadının açıldığı zaman çok rahat olmasa bile kolayca içeri girebilirsiniz. Fakat, bu bile farklı bir duyguyla içinizi dolduruyor. Kapıdan içeri girdiğinizde sağ tarafta dar vestiyerin önünden geçip hemen karşınıza çıkan merdivenleri tırmanmaya başlıyorsunuz. Tahta merdivenlerin gıcırtısı her basamağa atım atışınızda başka bir ses çıkartıyor. Ve yukarıda oturanlara geldiğinizi haber veriyor. Son basamağı da çıktığınız anda kimi yüzler sizden tarafa şöyle bir bakıp yanındakiyle sohbetine kaldığı yerden devam ediyor. Canlı müzik yapan bir kafe-bar burası. Müzik saati başlamadıysa, hemen her katta oturanlar olsa gerek. Fakat, ben görevlilerden başka kimseyi göremiyorum. Yukarılardan bir yerlerden uzaktan uzağa gelen müziğin sesi, tırmandıkça yükseliyor. Belli ki, herkes müziğin yapıldığı yerde.Üçüncü kata geldiğimde yanılmadığımı anlıyorum. Oturacak yer kalmamış. Hayrete düşüyorum. Ya da benim haberim yok. Perşembe günü gibi bir günde gecenin bu vakti nasıl da kalabalık diye düşünürken gitardan yükselen sesler tüm dikkatimi çekiyor. Öylece kalıyorum. Sahnede üç kişi kendilerinden geçmiş ve dinleyenleri de gittikleri yere götürüyorlar. Evet, herkes kendinden geçmiş gibi, birinin içeri girdiğini görmüyorlar. Böylece çok rahatlıyorum. Zaten çok rahatlatıcı bir atmosfer var. Sade, süssüz. Sadece duvardaki afişler ve aralarına serpiştirilmiş gurubun adının yazılı olduğu küçük ilanlar. ‘‘Trio Mrio’’ Böylece gurubun adını öğreniyorum. İlk kez o gece burada müzik yapıyorlarmış. Fakat, çok biliniyorlarmış. Duyan gelmiş. Üstelik gelenlerin arasında bulunan müzisyenler ilerleyen saatlerde dayanamayıp coştular ve sazlarını kapıp sahneye fırladılar. Saksafon, trompet ve fülüt sololarıyla aniden daha başka bir hava esmeye başladı. Dinleyenler de bu havaya kapıldı. İnsanın nerede ne zaman neyle karşılaşacağı hiç belli olmaz. Trio miro ya da bir bar kafede aklınızın ucundan bile geçmeyen bir halle tanışıverirsiniz, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

29 Ocak 1998
Gerçek bir dilekHayatımız boyunca çeşitli isteklerimiz olur. Ve öyle bir an gelir ki, birden bire ‘‘keşke şöyle bir şey olsa’’ deriz. Bu dileğimizin hemen ardından aklımızdan geçen istek neyse onunla karşılaşırız. Büyük bir heyecanla ‘‘Şunun yerine keşke bunu isteseydik’’ deriz. Sanki, o an bütün dileklerimizin gerçekleşeceği ‘‘An’’ olduğu duygusuna kapılırız. Bu durum hemen herkesin başına yaşadığı süre boyunca birden fazla gelmiştir. Ve her seferinde ne dilesek olacakmış duygusu bütün benliğimizi sarmıştır. Ancak, bunun ne olduğu bilgisi hiçbir zaman içimizde uyanmamıştır. Zaten bizim için sonuçlar önemlidir. Ne olduğu önemlidir. Olanların nasıl olduğunu hiç düşünmeyiz. Genellikle bu dileklerimiz küçük, fazla düşünülmemiş ve anlık isteklerden oluşur. Son derece doğaldır. İçimizden yükselir ve sözcüklere dönüşür. Çok da sıradan gözükür. İşte bu dilekler daha içimizde oluştuğu anda karşımıza çıkarlar. Şaşırtıcı bir biçimde daha aklımızdan geçerken ya da yanımızdaki kişiye söylerken gerçekleşmeye başladığını görürüz. Canımızın çektiği bir tatlı ya da meyve olabilir, bu dileğimiz. Ya da uzun zamandır görmediğimiz biri... Özlemle andığımız görmeyi dilediğimiz bir anda ya haberini alırız ya da garip bir biçimde onunla karşılaşırız. Tabii çok seviniriz. Sevincimiz şaşkınlığımızı bastırır. Böylesine sevinmenin asıl nedeni, dileğimizin gerçekleşmiş olmasıdır. Hatta dileğimizden bile önemlidir, dileğin gerçekleşmiş olması... Michael Ende'nin ‘‘Bitmeyecek Öykü’’ isimli kitabında romanın kahramanı Bastian dilekleri şöyle sorguluyor;‘‘Her şey ancak ben isteyince mi varoluyor, yoksa önceden var da ben onları bir biçimde ortaya mı çıkarıyorum yalnızca?’’ Her ikisi de olabilir elbette. Ancak, ‘‘Bitmeyecek Öykü’’de anlatılan Fantazya'da olmak ve dileklerin ne anlama geldiğini çözmek için okumak gerek...‘‘Fantazya'da her yere çıkan ve her yerden ulaşılabilen bir yer vardır. bu yer ‘‘Bin Kapılar Tapınağı’’ diye anılıyor. Bugüne değin hiç kimse onu dışardan görmedi. Çünkü, dışı yok. İçiyse, bir kapılar labirentinden oluşuyor. Öğrenmek isteyen, içeri girmeyi göze almak zorunda.Eğer ona dışardan ulaşılamıyorsa bu nasıl yapılabilir?Her kapı, diye sürdürdü aslan, tüm Fantazya'daki her kapı, hatta en sıradan ahır ya da mutfak kapısı, hatta hatta bir dolap kapısı bile, belli bir anda Bin Kapılar Tapınağı'nın giriş kapısı olabilir. O an geçince kapı yine eskisi gibi olur. Onun için de hiç kimse ikinci bir kez aynı kapıdan giremez oraya. Ve bin kapıdan hiçbiri, kişiyi geldiği yere götürmez. Geri dönüş yoktur. Ama, dedi Bastian, insan bir kez içeri girince bir daha dışarda herhangi bir yere çıkamaz mı yani? Çıkar, diye yanıtladı aslan, ama bu alışılmış binalardaki kadar basit değildir gene de. Çünkü seni Bin Kapılar Labirenti'nde ancak gerçek bir dilek yönlendirebilir. Dileği olmayan, ne dilediğini bilinceye kadar içerde şaşkın şaşkın dolaşıp durmak zorunda kalır. Bu da bazen çok uzun sürer. Giriş kapısı nasıl bulunabilir peki?Kişi bunu kendisi için dilemek zorundadır.Bastian uzun uzun düşündü, sonra konuştu; İnsanın istediği şeyi basitçe dileyememesi tuhaf. Doğrusu dilekler içimize nasıl gelir? Bir dilek nedir, gerçekte?’’Evet, gerçekte bir dilek nedir? Hiç düşündünüz mü? Ve, dileklerinizin gerçekleşmesi için neleri feda ettiğinizi biliyor musunuz? Ya da bir isteğinizin olması için karşılığında bir şey vermeniz gerektiğinin farkında mısınız? Bir şey oluşurken daima onun karşısında ki bir başka şey yok olur. Ve genellikle bizim bundan haberimiz olmaz. Bu nedenle gerçek bir dilekte bulunmak çok önemlidir diyorum, Yasemin'ce.
Yazının Devamını Oku

Kazdağlı mısınız?

29 Ocak 1998
Ha ha ha... İnanamıyorum. Hem de sen. Senin gibi kıvrak zekaya sahip biri. Nasıl oldu da... Ha ha ha. Gülmekten çatlayacağım şimdi. Ay, afedersin. Tabii üzülüyorum fakat, gülmekten kendimi alamıyorum. Bak bozulma ama, nasıl yaptığını hala anlamıyorum. Göz göre göre paraları kaptırdın, öyle mi, ha ha ha... Hem de hiç tanımadığın birine. Adres madres de yok öyle mi? Telefonunu da almadın. Kağıt mağıt da imzalatmadın...Ne yapayım abi, hemen şurada şimdi getiriyorum, dedi. Ben de verdim. Boşluğuma denk geldi her halde. Bak, pis pis gülme öyle. Zaten kendime kızıp duruyorum, acısını senden çıkartırım valla...Tamam tamam gülmüyorum, fakat hala anlamıyorum. Paraları alıp köşeyi döndü ve bir daha görünmedi ha... Sen de öyle bekliyorsun, adam gelecek diye. Oğlum, sen ‘‘Kazdağlı mısın?’’ Ha ha ha hay kendimi tutamıyorum, kriz tuttu. Yoksa, ‘‘Kaz mısın?’’ Oğlum senin yaptığını kazlar bile yapmaz. İnşallah bir gün başına gelir de, Kazdağlı mı, yoksa kaz mı görürsün gününü. Gül, gül... Gülme komşuna gelir başına.Yahu oğlum, ne kızıyorsun. Anladık tamam. Tam bayram üzeri paracıklarını kaptırdın. Üzülüyorsun, seni anlıyorum, ben de üzüntünü paylaşıyorum. Ama bu sana ders olsun. Üç kuruş kar edeceğim derken şu başına gelenlere bak. Hani bir söz var ya, senin durum da aynen öyle olmuş. ‘‘Komşunun kazını alayım derken evdeki tavuktan olmuşsun’’Kırk yıllık bulgur-prinç hikayesini de kaz yaptı. Bak kaz kaz deyip durma kadın madın dinlemem allah yarattı demeden gözünü şişiririm valla. Ne olmuş yani, şimdi kazlar revaçta. Haberin yok galiba. Tabii senin nereden haberin olacak? Aklın fikrin parada. Ne nerede daha ucuz onu bilirsin. Üç kuruşu beş kuruş yapmak için harcadığın zekayı biraz da çevreni görmek için harcasaydın bunlar başına gelmezdi belki de. Gözün paradan başka şeyleri de görsün oğlum. Gazetede dolar kaç para oldu, borsa ne durumda diye bakarken biraz da dünyada neler olup bitiyor diye bak. Ne yani bakmıyor muyuz? Hem sen bakmadığımı nereden biliyorsun? Bak sahte dolarlar yakalanmış hem de gerçeğinin aynısı. Ayırd edilemiyormuş. Sonra şu Susurluk raporunun iç yüzünü de okudum. Çatlı'nın ailesi yaşadı. Tam iki milyon mark miras bırakmış. Ne haber, morardın mı? Şimdi herşeyi okuduğumu anladın di mi? Zaten anlamıştım. Farklı bir şey anlatmıyorsun? Nasıl yani?Nasıl olacak, anlattığın haberlerin hepsi parayla ilgili. Gözün paradan başka bir şey görmüyor diyorum da, inanmıyorsun. Ucunda para olan haberlerin dışında bir sürü olay oluyor. Ama senin bunları görmen mümkün değil tabii... Görüyoruz, görüyoruz... Bol bol kaza ve cinayet haberleri. Ne yani bunları mı anlatacaktım şimdi?Anlatmayacaktın tabii ki... Benim demeye çalıştığım başka önemli şeyler de var. Ne gibi?Bak işte, bilmiyorsun. Aklın basmıyor. Tek takıldığın para. Tamam uzatma. Ne diyeceksen de artık, sıkıldım. Sıkılırsın tabii. Aklına laf söyletmezsin. Tamam zeki olduğunu biliyoruz. Onun için bunca lafı edip duruyoruz. Yoksa, ne diye uğraşacağım seninle. Paralarının içine gömül, beter ol. Yahu, tamam, lütfen, kabul, hadi anlat artık.Anlatacak bir şey yok. Dünya ve evrenin son sürat keşfedildiği haberlerini okumuyor musun? Teknoloji ve bilim dolu dizgin ilerlerken aynı hızla dünyanın katledildiğinden haberin yok mu? Hem de bu katliamlar para uğruna yapılıyor.Var, tabii ki... Varmış. İyi ki, var. Ya olmasaydı, acaba o zaman ne olacaktı? Kazdağlılar bile uyandı. Yerlerini, yurtlarını, hayatlarına denk ağaçlarını paraya değişmiyorlar. Sen hala uyanamadın. Lafımı geri aldım. ‘‘Sen kazdağlı’’ olamazsın diyorum, Yasemin’ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...

25 Ocak 1998
Kafamız çalışırsa yasalar değişirDağlar, ovalar, göller, ırmaklar, rengarenk bitkiler... Kanyonları, boğazları, mağaralarıyla ne kadar çok çeşitli manzaralara sahip bir ülkede yaşıyoruz...Akşam güneşi koyların maviliğini kızıla boyarken masal dünyasına perde perde bir geçiş yapıyorsunuz. Vakit ilerlerken değişen renklerle birlikte siz de değişiyorsunuz. Derken yudumladığınız çayınızla aynı renk oluyor bütün evren. Duru, parlak, şefaf, iyi demlenmiş çayın bütün koyla birlikte sımsıcak içinize aktığını hissediyorsunuz. Suyun üzeri hafiften hareketleniyor. Suyun salınımları giderek kabarıyor. Hafif bir ürpertiyle kendinize geliyorsunuz ve anlıyorsunuz ki, akşam olmuş. Akşamın kendine has esintisiyle, canlılığın farkına varıyorsunuz. Tanrım, ne güzel bir ülkede yaşıyoruz...Ağaçları, kayaları, engebeli yollarıyla, kıvrılıp taşan duygularımız gibi coşan nehirleriyle tam bir bütünlük oluşturuyoruz. Dağların doruklarında pırıldayan karlara ne dersiniz? Kış yaz eksilmeyen kristal ışıltılar gözünüzü alırken gönlünüzün kuş olup uçtuğunu düşünmez misiniz? Dört mevsimi birlikte yaşadığımız bu ülkede hem de her tür isteğe uygun manzaraların içine girebilir, bütün fantazilerimizi gerçekleştirebiliriz. Türkiye, her çeşit maceranın yaşanabileceği inanılmaz bir ülke. Üstelik her açıdan inanılmaz bir yer. Çelişkilerle dolu, aklın durduğu, duyguların sürekli değiştiği, değişimin hızına yetişilemediği halde değişmeyen yasalarıyla kafasını kaldırmadan dolaşan insanların ülkesi...Kafanızı kaldırıp şöyle bir göz atsanız muhteşem güzelliğin hemen farkına varacaksınız. Üstelik değerini de anlayacaksınız. Elin Japonya'sı 1998 kış olimpiyatlarına hazırlanırken bakın neler yapmış; Tokyo'ya özellikle de olimpiyatların yapılacağı Nagano'ya pek kar yağmadığı bilindiği için büyük hazırlıklar yapmış, senelerce uğraşmışlar. Dev kar makinaları ile Nagano'yu baştanbaşa karla kaplamışlar. Bu da yetmemiş çevrenin görünümü de bütünlük içinde olsun diye dağları da karla kaplamaya karar verip tam hazırlanmışlar ki, bu sırada yoğun bir kar yağışı başlamış. Konniçiva köşesinde Erdal Güven hoş anlatımıyla Japonlar'ın kar kaplamak için neler yaptıklarını anlatıyor. ‘‘Bunlar Japon kardeşim, herşeyi yaparlar’’ deyip geçebilirsiniz. Fakat, geçmeyin. Dil, din, ırk ayrımının ötesine geçin ve insan olduğunuzu hatırlayın. İnsana yakışır şekilde davranın. Görmek, işitmek, koku almak gibi duyularınızı kullanın ve duygularınızın harekete geçmesini izleyin. Hatta duygularınızın coşup taşmasına izin verin.Düşünün ki, kış, yaz, dört mevsim her tür olimpiyatın her dönemde yapılabileceği bir ülkede yaşıyoruz. Hem de Japonlar'ın yaptığı türden çok büyük masraflar yapmadan doğal mekanlarda ve doğal koşullarda hazır ve nazır bir ülkeye sahibiz. Ve bunun farkında değiliz. Kafamızı kaldıralım, at gözlüklerini çıkartalım gözümüzden. Şöyle eskilerin dediği gibi ‘‘Dünya gözüyle’’ bakalım bir çevremize ve duygularımızı düşüncelerimizi serbest bırakılım. Hem de vakit geçirmeden hemen bunu yapalım. Ne olur, ne olmaz. Değil mi, ya... Kimbilir, geç kalırsak göremeyiz. Belli mi, olur? Bırakın ağaçları, ormanları, görecek tepe bile kalmayabilir. Bir de bakmışsınız, her taraf dümdüz olmuş. Dozerlerin kepçelerine dağ mı, dayanır? Elin Japon'u dağlarına olmayan karı yağdırırken biz de, var olan dağlarımızı bir çırpıda yok etme gücüne sahibiz. ‘‘Bir varmış, bir yokmuş’’ oluverir sonra. İyisi mi, bir an önce kafamızı kaldırıp muhteşem coğrafyamızın her santimetre karesini fotoğraf çeker gibi zihnimize yerleştirelim. Hafızamıza çıkmayacak gibi kazıyalım. Hiç olmazsa çocuklarımıza anlatacak resimler kalsın. Kimbilir, belki kafamızı kaldırıp baktığımızda bir mucize olur da kafamız çalışmaya başlar ve gördüklerimizi yok etmekten vazgeçeriz. Yokedici yasaları değiştiririz. Böylece çocuklarımıza anlatacağımız resimlerden daha fazlasını, dağlarıyla, ormanlarıyla, hayvanlarıyla doğal harikaları bırakabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...

24 Ocak 1998
Kafamız çalışırsa yasalar değişirDağlar, ovalar, göller, ırmaklar, rengarenk bitkiler... Kanyonları, boğazları, mağaralarıyla ne kadar çok çeşitli manzaralara sahip bir ülkede yaşıyoruz...Akşam güneşi koyların maviliğini kızıla boyarken masal dünyasına perde perde bir geçiş yapıyorsunuz. Vakit ilerlerken değişen renklerle birlikte siz de değişiyorsunuz. Derken yudumladığınız çayınızla aynı renk oluyor bütün evren. Duru, parlak, şefaf, iyi demlenmiş çayın bütün koyla birlikte sımsıcak içinize aktığını hissediyorsunuz. Suyun üzeri hafiften hareketleniyor. Suyun salınımları giderek kabarıyor. Hafif bir ürpertiyle kendinize geliyorsunuz ve anlıyorsunuz ki, akşam olmuş. Akşamın kendine has esintisiyle, canlılığın farkına varıyorsunuz. Tanrım, ne güzel bir ülkede yaşıyoruz...Ağaçları, kayaları, engebeli yollarıyla, kıvrılıp taşan duygularımız gibi coşan nehirleriyle tam bir bütünlük oluşturuyoruz. Dağların doruklarında pırıldayan karlara ne dersiniz? Kış yaz eksilmeyen kristal ışıltılar gözünüzü alırken gönlünüzün kuş olup uçtuğunu düşünmez misiniz? Dört mevsimi birlikte yaşadığımız bu ülkede hem de her tür isteğe uygun manzaraların içine girebilir, bütün fantazilerimizi gerçekleştirebiliriz. Türkiye, her çeşit maceranın yaşanabileceği inanılmaz bir ülke. Üstelik her açıdan inanılmaz bir yer. Çelişkilerle dolu, aklın durduğu, duyguların sürekli değiştiği, değişimin hızına yetişilemediği halde değişmeyen yasalarıyla kafasını kaldırmadan dolaşan insanların ülkesi...Kafanızı kaldırıp şöyle bir göz atsanız muhteşem güzelliğin hemen farkına varacaksınız. Üstelik değerini de anlayacaksınız. Elin Japonya'sı 1998 kış olimpiyatlarına hazırlanırken bakın neler yapmış; Tokyo'ya özellikle de olimpiyatların yapılacağı Nagano'ya pek kar yağmadığı bilindiği için büyük hazırlıklar yapmış, senelerce uğraşmışlar. Dev kar makinaları ile Nagano'yu baştanbaşa karla kaplamışlar. Bu da yetmemiş çevrenin görünümü de bütünlük içinde olsun diye dağları da karla kaplamaya karar verip tam hazırlanmışlar ki, bu sırada yoğun bir kar yağışı başlamış. Konniçiva köşesinde Erdal Güven hoş anlatımıyla Japonlar'ın kar kaplamak için neler yaptıklarını anlatıyor. ‘‘Bunlar Japon kardeşim, herşeyi yaparlar’’ deyip geçebilirsiniz. Fakat, geçmeyin. Dil, din, ırk ayrımının ötesine geçin ve insan olduğunuzu hatırlayın. İnsana yakışır şekilde davranın. Görmek, işitmek, koku almak gibi duyularınızı kullanın ve duygularınızın harekete geçmesini izleyin. Hatta duygularınızın coşup taşmasına izin verin.Düşünün ki, kış, yaz, dört mevsim her tür olimpiyatın her dönemde yapılabileceği bir ülkede yaşıyoruz. Hem de Japonlar'ın yaptığı türden çok büyük masraflar yapmadan doğal mekanlarda ve doğal koşullarda hazır ve nazır bir ülkeye sahibiz. Ve bunun farkında değiliz. Kafamızı kaldıralım, at gözlüklerini çıkartalım gözümüzden. Şöyle eskilerin dediği gibi ‘‘Dünya gözüyle’’ bakalım bir çevremize ve duygularımızı düşüncelerimizi serbest bırakılım. Hem de vakit geçirmeden hemen bunu yapalım. Ne olur, ne olmaz. Değil mi, ya... Kimbilir, geç kalırsak göremeyiz. Belli mi, olur? Bırakın ağaçları, ormanları, görecek tepe bile kalmayabilir. Bir de bakmışsınız, her taraf dümdüz olmuş. Dozerlerin kepçelerine dağ mı, dayanır? Elin Japon'u dağlarına olmayan karı yağdırırken biz de, var olan dağlarımızı bir çırpıda yok etme gücüne sahibiz. ‘‘Bir varmış, bir yokmuş’’ oluverir sonra. İyisi mi, bir an önce kafamızı kaldırıp muhteşem coğrafyamızın her santimetre karesini fotoğraf çeker gibi zihnimize yerleştirelim. Hafızamıza çıkmayacak gibi kazıyalım. Hiç olmazsa çocuklarımıza anlatacak resimler kalsın. Kimbilir, belki kafamızı kaldırıp baktığımızda bir mucize olur da kafamız çalışmaya başlar ve gördüklerimizi yok etmekten vazgeçeriz. Yokedici yasaları değiştiririz. Böylece çocuklarımıza anlatacağımız resimlerden daha fazlasını, dağlarıyla, ormanlarıyla, hayvanlarıyla doğal harikaları bırakabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku