Aslında Zeus ile Hera’nın “aşk mahsülü” çocuğu olduğu için muhtemelen güzel doğmuştur da... Mitolojiye göre ya babası, ya da anası onu Olympos’tan aşağı attığı için öyle olmuştur.
Ateş tanrısıdır lakin sönmüş yanardağdır.
Çirkindir ama bronz, demir ve değerli madenleri işlemeyi sadece o bildiği için, tanrılar katındaki yerini kısa sürede yükseltir.
* * *
Etna Yanardağı'nın ağzına kurduğu atölyesinde ateşin gücünü, bazen en yakıcı gücün rozeti, bazen de kendini yakan güçsüzlüğün mezartaşları olan silahları yapmakta kullanır. Ve o silahlardan korunmak için gereken zırhları, kalkanları...
Otoritenin, iktidarın, gücün tacı-tahtı da, onun tezgahından geçer.
Onun da güce, ardından saygınlığa ulaşır aksak adımları... Tanrılar da çok sever onu, insanlar da... Herkesin onunla "bir işi" vardır.
Hem de, New York A.A. haberinden...
İçindeki uzaylıların boyu da 90 cm. kadarmış. Ama röportaj yapamamışlar maalesef. Otopsiye yollamışlar...
Ne diyelim, bunca yılda biraz uzamışlardır herhal.
* * *
On yıl sonra, 1960 yılında ise yılbaşı ile Regaip Kandili aynı güne denk gelmiş.
Manşetler, “İbadet ve eğlence bir arada” makamından...
Bu tesadüf bugüne denk gelseydi, epey münazara yaşanırdı sanırım.
Geceyle geçinemeyenler de var elbet.
Yılbaşı, yani o “senede bir gün” bile, forması pijama-eşofman olan yeni yıl milli takımının sırtını erkenden yere getirmiştir muhtemelen.
Uzatmalar oynanmadan sağlanmıştır beraberlik...
O da munis, o da güzel.* * *
Yeni yılı kutlamayanlar, batıl bulanlar da var.
Hiç gelmeyen Noel Baba’yı bekleyen, her yaştan çocuklar da...
İkisine de meylim yok ama... O da güzel.Tercih edebilmek, “Ben böyle istiyorum, böyle de yapıyorum” demek güzel, kıymetli çünkü.
Büyükçe bir kayanın yanında mola verdiğinde, az ötesinde, karın altında bir karaltı görür.
Yaklaştığında, bir erkek cesedi olduğunu fark eder.
Yüzüne eğilir, buzda bir heykel gibi donup kalmış cesedin...
Aniden aynaya bakmış gibi olur; kendisidir karşısındaki çünkü. Ama çok daha genç hali...Babasının kayıp cesedini bulmuştur.
Ama o, karın altında donup kaldığı ve aradan uzun yıllar geçtiği için...
Babası çok genç, kendisi ise ondan daha yaşlıdır. ** * *
İlk yeni yıl yazısında, “Ruhun ve savrulup giden dumanın ağırlığı”nda, değindiğim Smoke filminden bu hikaye de...
2014 de yeniydi -daha dün gibi- geldi geçiyor.
Şimdi 2015’i kimimiz kutlayacak, kimimiz idrak edecek.
Geçen yıl kendimize verdiğimiz sözler de değişecek muhtemelen.
Ve belki yeni yıl bize bir daha -kolay kolay- söz vermemeyi öğretecek.
Söz vermemeye, söz vereceğiz.
Ve tutamayacağız bu sözümüzü de...
* * *
Bir yılbaşı hikayesi daha anlatacağım bugün...
Hatta fonda, şarkılar dinleteceğim.
Yılbaşı, senede bir gün, ne de olsa...Müziksiz olmaz. Hatadır...
Hem bu yıl da, “Bir kitaba başlar gibi /koşarken yavaşlar gibi” geçecek, çoğu insan için.
Şimdi hayallerimizin ayarını, Zülfü Livaneli’yle Tülay German’ın o muhteşem düeti üzerinden yapalım:
“Çözülen bir yün yumağı /akıp giden günlerimiz (...) /Savrulan yapraklar gibi (...) /Bir suçluyu aklar gibi /akıp giden günlerimiz /sanki bir sır saklar gibi /sessiz sitemsiz...”* * *
Sürüklenip geçen zamanın, her sonbahar savrulan, sürüklenen yapraklar kadar, savrulup havaya karışan dumanla da bir ilgisi var.
Nerden, nasıl başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum...
Belki en iyi yol, o gece yaşananları sırasıyla aktarmaya çalışmak.
Günışığıyla aydınlatılmış hissini veren, loşluğunda ışık huzmelerinin dans ettiği o dev salonda, önce Çolpan İlhan’la karşılaşmıştım.
* * *
Lobinin, yemyeşil salon çamları, benjamin, yucca ve aşk merdivenleriyle, rengarenk çiçeklerle bezeli korusundan girmişti salona.
Işıldayan sarı saçları, uzun, aplikli-tüllü bembeyaz tuvaletiyle cennetin kapısından girer gibi... İsmiyle eş, çoban yıldızı, çolpan gibi...
Hep güzel kalan kadınlardandı o, silûetiyle bile gönle değen kadınlardan...
Hepsi aynı kumaştan, Hacivat’ın Karagöz’ün, Pişekar’ın Kavuklu’nun kafasına kafasına indirmesi geleneğinden midir... Bilemiyorum.
Hemen tüm yerli komediler bağır-çağır, kavga-dövüş seyrediyor bizde...
Ama “gülemediğim”, tersine rastladığım an bunaldığım komediler, sadece “yerli malı, yurdun malı herkes onu kullanmalı” düsturundan hareketle, copy-paste yerli dizilerden ibaret değil.
Bir zamanlar empati-sempati-kahkaha üçgeninde izlediğim Mr. Bean skeçleri filan da şimdi çok uzağımda...
Seinfeld, Friends falan derseniz; saygımız sonsuz ama birlikte tarih olmaktayız zaten.
Hele gişesi 7 kıta 4 iklimi saran "duygusal komedi"den sakın söz etmeyin.
Ne ağlatır, ne güldürür, ne de ondurur...