Paylaş
Cinnah Caddesi'ndeki ofisimizdeydik. On altı yıl önce 23 Kasım’da, ertesi gün yayınlanacak köşesi için telefonla bu notu yazdırdı... Sesi derinden, zorla sızıyordu.
Bu notu yazdırdıktan 1.5 saat sonra öldü Hürriyet yazarı Yavuz Gökmen. 52 yaşındaydı...
Ben Yunanca “kaymos”un anlamını ondan öğrenmiştim.
Theodorakis’in aynı adlı şarkısında rastlamış o kelimeye… “Acı” demekmiş.
Ama asıl anlamını, Yunanistan’da öğrenmiş. “Acı” anlamına gelen o kelimenin içinde “endişe, umutsuzluk, kayıp ve daha bir çok şey” varmış.
“Kaos”a da akraba bir kelimeydi, fikrimce.
BAAS TİPİ BASKI REJİMİ İSTİYORLAR
Gökmen şöyle yazmıştı 1998’de:
“Bana ‘Şimdi hangi duygular içindesin?’ diye soracak olsalar, ‘Kaymos’ diyeceğim. Kaymos anlamında acı çekiyorum.
İçimde umutsuzluk, kayıp, endişe ve ille de, fena halde canımı yakan bir özlem var.
Galiba artık anlıyorum ki, ‘‘Batıyla bütünleşeceğiz’’ diyenler bunu asla istemiyorlar. İstedikleri Baas tipi bir baskı rejimidir.
Bu yüzden bildiklerini okuyor, sonra bizi reddeden Batı’ya kızıyorlar.”
* * *
Eleştirilecek yönleri de vardı belki, tartışılacak fikirleri de... Her insan gibi.
Ama onu öfkeyle yalnızlaştırdılar.
Komünist diye kızdılar ona, sonra “Özalcı oldu” dediler, yine kızdılar.
“Türkiye’de iki kapalı kutudan biri din, diğeri ordudur. Çağ şeffaflığı zorluyor. Açıklık barışı getirecek, öncüleri de kadınlar olacaktır” dedi, köpürdüler.
DEVLET MUHALİFİNİ YA HAPİSTE İSTER, YA MEZARDA
Devletten hesap sorulması gerektiğini savundu, ellerinden gelse onu gençliğindeki gibi yine işkenceye-hapse yatıracaklardı. Ama vazgeçmedi:
“Devlete göre, kendisine yan bakanların tümü ya hapiste, ya mezarda olmalıdır.
Devlet kendisine din gibi bir ideoloji izafe ediyor, sonra da laiklikten söz ediyor. Aslında kendi dinini kendi yaratıyor.”
Yazılarında hep “insanları rahat bırakmayanlara, Türkiye’yi hala tek parti kafasıyla götüreceklerini sananlara” sitem etti.
Sitemi, “kendi içinde huzur bulamayanların, bizim iç huzurumuzu da yok etmek istemelerine”ydi.
KENDİMİZLE BARIŞIRSAK BİRBİRİMİZLE BARIŞIRIZ
Tansu Çiller’e “Sarışın güzel kadın”, Leyla Zana’ya “Esmer güzel kadın” dediği için de kızdılar.
Aşkı, kadını yazdı, yazdıklarını müstehcenlik, utanmazlık olarak nitelendirdiler.
“İnsanların savaşmasını teşvik ediyor, ama sevişmelerini yasaklıyorlar. Aşkı bilmeyenler, zinayla uğraşır” dedi, yine çok kızdılar.
Ve o, öleceği yıl “Benim namazımı kadınlar kılsınlar” dedi:
“Zagreb’de, kadın siluetli enfes bir camide, gencecik kızların nasıl erkeklerin namaz kıldıkları bölüme girerek namaz kıldıklarını gözlemiştim.
Önümüze birkaç kadın gelmiş ve namaza durmuşlardı. Yanımızdakilerden biri itiraz edecek olmuştu.
Ona hafif bir dirsek atmış ve şöyle demiştim:
‘‘Eğer yüreğin bu kadarcık bir şeyle bozuluyorsa zaten senin hiçbir namazın kabul edilmez.
Kendimizle barıştığımızda birbirimizle de barışacağız.”
DEMOKRASİSİZ CUMHURİYET MUZ CUMHURİYETİDİR
“Artık cumhuriyet kelimesi bana yetmiyor” deyince, “İkinci cumhuriyetçi bu” deyip, öfkelendiler.
O kızmadan şöyle izah etmeye çalıştı:
“Cumhuriyet Bayramı’nı, cumhuriyeti kuranlara büyük sevgi ve saygımdan dolayı kutluyorum.
Ne var ki, ona demokrasiyi katarak, çağdaş uygarlık hedefine götüremeyenlere sevgi ve saygı duyamıyorum.
Cumhuriyet, sadece ve sadece ‘‘yönetenlerin seçimle işbaşına geldikleri sistem’’ demektir.
Bu yüzden, yönetenlerin şu ya da bu şekilde seçimle işbaşına geldikleri tüm rejimlerin adı cumhuriyettir.
Demokrasinin ‘‘D’’sinin olmadığı tüm rejimlerin de adı bu yüzden cumhuriyettir. Çin Halk Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti de cumhuriyettir.
Demokrasisiz cumhuriyet, bu çağda, muz cumhuriyeti de olabilir.
Ama demokratik cumhuriyetlerin sayıları azdır ve bizi demokratik cumhuriyet olmadığımız için aralarına kabul etmemektedirler.
Bizim onlara kızıp köpürmeye hakkımız yoktur.
Biz derhal insan hak ve özgürlüklerine dayalı, barışçı demokrasimizi kurmalıyız.”
PİYANİSTİ DE VURUN, ŞARKI SÖYLEYENİ DE...
Büromuzdaki odasında bir büyük, bir küçük kum saati ve arasında, gezgin-derviş işi iki tahta çarık vardı.
“Acaba hangisi onu simgeler, ya da hepsi mi” diye düşünmüştüm, karşılıklı içkimizi yudumlarken.
Büyük ‘asıl’ kum saati ağır ağır boşalıyordu dibine; küçük kum saati haşarıydı. Durma çevirmek gerekiyordu, -bir ters, bir düz- yeniden bir akış için. Tükenmemesi için canparesi olan kumların…
Büyük kum saati ömür olsa gerekti.
Küçük kum saati belki aşkın, şiirin, tutkunun, başkaldırının, yanılsamaların, içindeki çocuğun, sıradışılığın saatiydi.
Ki Gökmen’in sözlüğünde, bu sözcüklerin hepsi aynı sayfadaydı.
* * *
Küçük kum saatinin her tersyüz edilişi, hayatından bir kesitti belki.
Başlar-biter-başlar-biter. Ama büyük kum saati, işlerdi...
Aslolan hangisiydi; büyüğü mü, küçüğü mü, kum saatinin? Hangisi kıymetliydi...
Aslolan hayat mıydı, ömür müydü, yoksa şiir mi?
Ben şairin dediğine inandım hep:
‘‘Aslolan şiirin hayatını yaşamaktır, yazmak sonra gelir hep.”
* * *
Az yaşadı ama fazla geldi, o günün zihniyetine...
Sesi çok güzeldi, türküler, şarkılar okurdu, bir de Jacques Brel’den şansonlar…
Onun sözleriyle bitireyim yazımı; isteyen bu satırları onun ardından bir dua, isteyen bir şarkı olarak okusun, isteyen de kızsın yine:
“Biz hepimiz şiirlerin, romanların ve filmlerin kahramanlarıyız.
Bir gün bunu anlayabilirsek bir destan yaratacağız.
Ve bu destan güzelim ülkemizin sevgi, barış ve özgürlük destanı olacak.
Bu destana kendi halinde aşklarımızla ulaşacağız.”
Paylaş