3 Mayıs malum, Dünya Basın Özgürlük Günü. Her 3 Mayıs’ta olduğu gibi, ABD Başkanı Obama bu sefer de dünyaya mesaj yayınlıyor:
“İnsan Hakları Bildirgesi üzerinden altmış yıl geçti. Her gazetecinin habere ulaşma, haberi araştırma ve yayınlama, düşüncesini ifade etme özgürlüğünü içeren bu bildirgeye rağmen, dünyada hala gazetecilerin bu hakkını elinden alan ülkeler var”.Obama basın özgürlüğünü kısıtlayan, yukarıda belirttiğim ülkeleri sayıyor, Suriye’den Ekvator’a kadar. Buna karşılık, pek çok Afrika ülkesini, Rusya’yı, Çin’i, İran’ı es geçiyor. O listede Türkiye de yok.
RICCIARDONE
16 Şubat 2011’de ABD Büyükelçisi Ricciardone Oda TV tutuklamalarıyla ilgili soruya:
“Bir yanda basın özgürlüğü deniyor, bir yanda gazeteciler gözaltına alınıyor. Biz anlamıyoruz. İfade ve basın özgürlüğü Türkiye, Amerika ve bölge için hayati öneme sahip”.ABD Büyükelçisi ekliyor:
Sadece Irak’tan mı? Pek çok PKK’lı İsveç’te, Avusturya’da, Belçika’da, Almanya’da yaşıyor. Çoğu kırmızı bültenle aranıyor. Ya da katil olduğu yargıyla sabit kişiler, kırmızı bültenle aranıyor. Çoğu Avrupa’nın değişik ülkelerinde. Türkiye bunları istiyor. Hiç birini vermiyorlar.
O kadar uzağa gitmeye gerek yok. Öcalan Suriye’den çıkmak zorunda kaldığında, Rusya, Yunanistan ve İtalya’ya gidiyor. Hiç kimse, onu Türkiye’ye vermiyor.
Gerekçe çok basit. İstenen kişi, “ben siyasi suçluyum” dedi mi, kapılar kapanıyor. Onun ötesinde, ülkelerin birbirlerine karşı, diplomasiden ayrı, farklı tutumları var. Birbirlerine bu alanda yardıma o kadar hevesli değiller.
Bir ülkenin kırmızı bültenle aradığı bir kişiyi, başka ülke bağrına basıyor.
İNCE HESAPLAR
Başkanlık sistemi ile birlikte, bu hesapların hepsi suya düşüyor. Başkan Babamız işe el koyduğu anda, AKP’nin başına kimin geçeceğinin kıymet-i harbiyesi kalmıyor. Başkan Babamız yukarıdan vaziyet edecek, başta AKP, cümle alem onun karşısında el pençe divan.
Ara sıra söylemiyormuş gibi yaparak söylenen ya da bin bir dereden su getirerek, ıkına sıkına teğet geçilen Başkanlık Sistemi üzerindeki utangaçlık perdesi önceki gün kalkıyor.
Muhtemelen danışıklı, baklayı ağızdan çıkartan ilk kişi Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ. Her ne kadar Başkanlık sisteminin faziletleri ile ilgili ahkâmın kendisine ait olduğunu söylüyorsa da, hepimizi bu kadar saf bellemesini Bozdağ’a yakıştıramıyorum.
“TEK ADAM YÖNETİMİ”
Önce şu vurgu: Başkanlık Sistemi ile ilgili bugüne kadar Anayasa Uzlaşma Komisyonunda tek kelime bile konuşulmuyor. Yeni bir anayasanın yazılım süreci başlıyor, bu temel konu şu ana kadar hiç geçmiyor.
Önü ve arkası ile bir maçta en çok 720 saniye, on iki dakika reklam yayınlamak mümkün. Maç içinde ise reklam ayrı, RTÜK kuralına göre, maç içinde ancak 240 saniye, dört dakika reklam yayınlamak mümkün. Maç içindeki reklamın saniyesi, diyelim ki beş bin lira olsun, dört dakikada elde edilen reklam geliri 12 milyon lira. Buna maçın önü ve arkasındaki reklamları eklersek, elde edilen gelir tadından yenmez.
Bu hesaplar, maçların TV’den naklen yayını açısından play-off faziletini açıklamaya yetiyor. Böyle bir hesap yapıldı ve o nedenle play-off’a geçildi, demiyorum, sadece bir tespitte bulunuyorum.
İKİ MİLYON DECODERŞike bulutlarının Fenerbahçe’yi sardığı, Fenerbahçe’nin ligden düşürülmesi tezlerinin yoğunlaştığı günlerde çok başka bir olay yaşanıyor.
Lig maçlarını izleyebilmek için decoder şart. Decoder, bir yayını izleyebilmek için özel alet, decoder olmadan o yayın izlenemiyor. Fenerbahçe üzerinde bulutlar dolaşırken, decoder iptalleri başlıyor. Nedeni çok açık. Fenerbahçe’siz lig olmaz, Fenerbahçe olmadan, maçlar izlenmez.
Ortalık isimlerden geçilmiyor. 28 Şubat döneminin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e kadar uzanan öfke nöbetleri ne akıl süzgecinden geçiyor, ne mantık. Ciddi bilgi eksiklikleri de, cabası.
“Şimdi bizim dönemimiz” naraları eşliğinde, 28 Şubat’la hesaplaşırken, ipin ucunu kaçırmaya heveslilere gün doğmuş gibi.
O ciddi bilgi eksikliklerinden biri hafta başında Taraf gazetesinde iki gün yayınlanan bir yazı dizisinde su yüzüne çıkıyor. 28 Şubat sürecinin belki en kritik siyasi manevralarından biri.
Başından beri hep ne anlatılıyor? Cumhurbaşkanı Demirel, Erbakan’ın istifasından sonra Başbakanlığı Çiller’e vermedi, Çiller yerine Mesut Yılmaz’ı tercih etti.
Bu doğru. Ama, bu doğrunun arkasından ağır suçlama geliyor. Askerler Çiller’e vermesini istemedi, onun için 28 Şubat’ta Demirel de sorumludur.
Öyle mi, değil mi, işte şimdi bu suçlamaları yaya bırakan çok başka bir açı.
ÇEVİK BİR’İN SÖZLERİ
2001 Ekim ayında Türkiye’nin stratejik öneminin tartışıldığı bir panel düzenleniyor. Panele bazı emekli orgeneraller ile emekli büyükelçiler katılıyor. Panel Ulusal Strateji Dergisinde yayınlanıyor. Derginin Yazı İşleri Müdürü Can San.
Toplam süt üretimi yılda 13 milyon ton, tüketim 7.5 milyon ton. Geriye 5.5 milyon ton süt kalıyor. Epey çok. Üretilen 13 milyon ton sütün yarısını merdiven altı ya da sokak sütü, denilen kayıt dışı süt. Sorun burada. Merdiven altı süt gerektiği gibi denetlenemiyor.
Sanayide ve kooperatiflerdeki üretim denetleniyor. Sanayideki sütün yarısını yine sanayi tüketiyor. Kooperatifler de öyle. Her iki kesim de, bir yandan kendi artan sütlerini satarken, bir yandan da, merdiven altı sütü satın alarak piyasaya sürüyor.
Sanayiden de gelse, okullara dağıtılan sütün bir bölümü merdiven altı. Kayıt dışı süt. Dört bine yakın öğrencinin zehirlendiği süt muhtemelen bu süt. Dolayısıyla, sanayiden gelmesi pek bir şey ifade etmiyor.
ORGANİZASYON
Önceden elde kalan fazla sütü, hükümet süt tozuna çevirmesi için üreticiye teşvik veriyor. Artık buna gerek yok, öğrencilere dağıtılıyor. Öğrencilere verilmeden önce ortaya bazı sorular çıkıyor:
Sosyalizmin yükselişinde romantik dönem 60’lı yıllara rastlıyor. Romantizm aynı dönemde İslam Dünyasını da kapsıyor. Yine 60’lı yıllarda, özellikle Fransa kaynaklı İslam ve sosyalizm arasında bağ kurmaya çalışan kitaplar hayli yaygın. Fransa kaynaklı, çünkü Fransa’nın Afrika’da sömürgeleri var. İslama inanan Afrika’lı milyonlarca yoksul insana hoş görünmek amacıyla, Fransa’nın manevralarından biri.
Çok başka bir örnek Mısır’ın Nasır’ı, onun da ünlü tezi Arap Sosyalizmi. Milliyetçilikle karışık, içinde dini ögeler de barındıran, yine kitleleri hoş tutmak adına, icad edilen sosyalizm türü.
“DİN AFYONDUR”
Bizde son moda, “Devrimci Müslümanlar” ya da “Antimepreyalist Müslüman Gençler”. Bütün gazeteler 1 Mayıs nedeniyle onlardan söz ediyor. Onların 1 Mayıs kutlamalarında sloganlarına yer veriyor.
İslamiyet ile sosyalizm arasında bağ arayanlar, Kur’an’dan örnek veriyor: “Malına güvenme, mal biriktirme” gibi. Ardından pankartlara yansıyan ayetler, “mülk Allah’ındır”.
Bunun sosyalizm bağlantısı Fransız sosyalist Proudhon’un unutulmaz sözü: “Mülkiyet hırsızlıktır”. Her ikisi de, mülkiyetin ortadan kalktığı bir toplumu işaret ediyor, yorumlarına yol açıyor.
Ya da köleleri azat etme-sömürüye son verme arasında ortaklık arama çabaları, yine İslam-sosyalizm bağlantısına çıkıyor.
On binlerce işçi sokaklara dökülüyor. Gün işçilerin günü, Türkiye’nin her yerinde TV ve radyolar dün saatlerce onları anlatıyor. Oysa, anlatılmayanlar var. İşte, anlatılmayanlardan bir özet:
Meydanlarda haykırıyor, ama yüzde 46’sının sosyal güvencesi yok. Bu oran kadın işçilerde yüzde 55.9’a çıkıyor, erkek işçilerde yüzde 44.1’e iniyor.
Fabrikadan yola çıkıyor ama, yüzde 57.8’i işinden memnun değil. Çalıştığı işten memnun olmayanların oranı kadın işçilerde yüzde 67.4, erkek işçilerde yüzde 48.2.
Çalışıyorum diyor ama, yüzde 65.5’i işini kaybetmekten korkuyor. Bu korku kadın işçilerde yüzde 70.4 erkek işçilerde yüzde 59.7.
Bağırıyor, çağırıyor, bayramını kutluyor, ama yüzde 68.7’si çalışma koşulları kötü diyor.
Hak, hukuk diyor ama, iş yeri ile arasında anlaşmazlık çıktığında, yüzde 50.8’i sorunu adalete taşımam diyor. Bağırıyor, çağırıyor ama, hakkını aramakta tereddüt ediyor.
HER İKİ İŞÇİDEN BİRİTürkiye iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada ikinci. İşçilerin yüzde 49.4’ü iş kazasına uğruyor. Her iki işçiden biri. Yaralanma ve ölüme kadar giden kazalar.