Yalçın Doğan

CDU Kazığı: AB bize Çin Seddi gibi

5 Aralık 2007
ZİRVEDE hallediliyor Türkiye.<br><br>Sarkozy-Merkel zirvesi Türkiye’nin AB yolundaki kaderini çiziyor. Oradaki anlaşma önceki gün Hannover’de Merkel’in partisi CDU’nun Kongresinde acı bir sonuca dönüşüyor. Avrupa’da bir parti, tarihinde ilk kez kendi programına Türkiye ile ilgili bir bölüm koyuyor:

"Türkiye için AB’de en geçerli yol imtiyazlı ortaklıktır."

Yani, AB üyeliği değil. Bu cümle ve bu cümleyi parti programına yazmak hayati önemde:

1- Parti programına yazarak, CDU Türkiye’ye AB üyelik kapısını kapatıyor. CDU iktidarda kaldıkça, AB Türkiye için bir ütopya.

2- İki yıl sonra Almanya’da seçim var. Seçim sırasında, bunun propaganda malzemesi olacağı ortada. Merkel bu yolla daha fazla oy alacağına inanıyor.

Kongrede, Türkiye’yi dışlayan önerge parti tabanından veriliyor. Bu parti yönetimi tarafından önceden tezgahlanmış olabilir. Nasıl olursa olsun, sonuç bizim için vahim.

SCHENGEN OYUNU

AB ülkelerine gitmek için vize almak gerek. Adı Schengen Vizesi.

Bu vizenin bizimle macerası ilginç. Hele de, AB’ye yeni giren üyelerle karşılaştırıldığında, daha da heyecanlı.

AB tam üyelik için Bulgaristan ve Romanya ile görüşmelere başlıyor. Görüşme başladığı gün, daha üye olmadan onlara Schengen kalkıyor.

AB, Hırvatistan’la görüşmelere bizimle birlikte eş zamanlı başlıyor. Vize Hırvatistan’a da kalkıyor. Ama, bize vize hálá var. Üstelik, inanılmaz zorluklarla. Kural üstüne yeni kurallar getirerek.

PUTİN KOPARDI

Bırakın Romanya, Bulgaristan, Hırvatistan’ı, AB ile uzak yakın ilgisi olmayan Rusya’ya bile, 1 Ocak 2008’den itibaren vizede büyük kolaylıklar sağlanıyor.

Geçenlerde Merkel-Putin zirvesi var. Putin, o zirvede vize kolaylığı kopartıyor.

Ruslara bu kolaylık, bize bu zorluk, üyelik hikayesinin ötesinde, ekonomik anlamda ciddi sorun yaratıyor. Örneğin, turizmde. Schengen’i artık hemen alacak Rus turistlerini Avrupa kıyılarına çekmenin yollarından biri.

Ruslara Antalya ve çevresi şimdiki gibi cazip gelmeyebilir.

ANKARA PEŞİNE DÜŞMEDİ

Bir süre önce bir Türk vatandaşı vizeyle ilgili olarak İngiltere’de mahkemeye başvuruyor.

Mahkeme Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan örneklerinden hareketle, Türk vatandaşının itirazını yerinde buluyor ve "Türklere Schengen kalkmalı" kararına varıyor. Ama, bu bireysel bir karar. Ülkeyi kapsayan bir karar değil.

Dışişlerinin tembelliği burada. Mahkeme kararının peşine düşmüyor. O bireysel kararı, ülke kararına dönüştürmek amacıyla, gerekli işlemleri ve girişimleri yerine getirmiyor.

Kaçan fırsatlar AB’nin önümüze getirdiği engellerle bütünleşiyor. Ondan önce, yeni göç yasasıyla, konulan başka bir engel var.

Türkiye’den evlenip eşlerini Almanya’ya getirmek isteyenlere konulan engel, Almanca bilme zorunluğu.

Ancak, karşımıza şimdi Türkiye-AB ilişkileri tarihinin en çetin engeli dikiliyor. Bir parti, kendi programına, "Türkiye AB’ye tam üye olamaz" anlamında bir madde koyuyor.

Türkiye’nin AB üyeliği Çin Seddi gibi.

Gül’ün YÖK’le savaşı

AKP’nin bir bakanı olarak Abdullah Gül’ün YÖK’e takıntısını anlamak mümkün. Arada kültür farkı var.

Ancak, Cumhurbaşkanı olduktan sonra, hálá o takıntıda ısrar etmek, YÖK ve üniversite önyargısını itiraf etmek demek.

Atayacağı bir rektörle ilgili, kendisine ulaşan ihbar karşısında, "inanılmaz şeyler oluyor" diyerek, adını vermeden YÖK’ü eleştirmek, bir Cumhurbaşkanına yakışmıyor. Kaldı ki, Çankaya’ya her gün, çeşitli konu ve kişilerle bağlantılı onlarca ihbar mektubu yağıyor. Rektörle ilgili ihbarın YÖK’ten gelmediğini sonradan kendisi de düzeltiyor.

Gül, Pakistan yolunda konuyu gündeme getiriyor, çünkü üç beş gün içinde YÖK Başkanını atayacak. Kendi siyasal görüşüne göre, atayacağı rektör için, şimdiden yol yapıyor.

Oysa, YÖK Başkanlığına atanacak kişinin, "bizim oğlan" felsefesinin çok ötesinde, üniversite sorununu bilen birinin olması gerek. Sistemi bilen, hoşgörülü, esnek bir kimlik.

AKP’de iken YÖK’le kavga edebilir, ama Cumhurbaşkanı olarak, YÖK üzerinden üniversite ile barışmak zorunda
Yazının Devamını Oku

Şerh bir şov AİHM rahatsız

4 Aralık 2007
AÇILAN dava sayısı üçyüzü geçiyor. Buna rağmen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava kazanan henüz yok. Bundan sonra da, kazanmaları zor görünüyor. Her yıl aralık başında Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplanıyor. İrticai faaliyet ya da disiplinsizlik nedeniyle, değişik rütbelerde subay ve astsubayların ordu ile ilişkileri YAŞ’ta kesiliyor.

YAŞ’ın bu kararları son yıllarda iki farklı sonuca yol açıyor.

1- AKP iktidarıyla birlikte, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı, bu karara katılmadıklarını belirten, şerh koyuyor. Yani, itiraz ediyor.

2-
Hükümetin şerh kararıyla, orduyla ilişkisi kesilenler, kendilerini sağlama aldıkları inancıyla AİHM’ye başvuruyor.

Şerh ve başvuru her sefer çuvallıyor. İki çuvallama arasında fark var.

RET GEREKÇESİ

Ordudan atılanların açtığı her davaya AİHM’in ret gerekçesi aynı:

"Din ve vicdan özgürlüğü bireysel özgürlüklerdendir. Orduda görev yapmak istemek ordu disiplinine uymayı önceden kabul etmektir. Dolayısıyla, disipline aykırı davranmanın cezasını, yine baştan kabul etmektir. İrticai faaliyeti ordu kendi kuralına aykırı görüyor ve bu nedenle ordudan atıyorsa, bunun hukuka aykırı bir yönü yoktur."

Öyle ki, örneğin bir subay, eşinin türbanlı olması nedeniyle, ordudan atıldığını öne sürüyor ve tazminat davası açıyor. Ancak, AİHM bu olayda bile ret kararı veriyor.

ÇİFTE STANDART

Başbakan ile Milli Savunma Bakanı’nın şerh koymasının ise, iki farklı yönü var.

1- Şerh koyarak, kendi kamuoyuna gövde gösterisi yapmak. Bir tür şov.

2- Oysa bu gösteri uluslararası hukuka aykırı. Zaten AİHM’yi rahatsız eden de bu.

AİHM Türk Hukuku’nun bir parçası. AİHM ordudan disiplinsizlik nedeniyle atılanların durumunu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun görüyor.

AİHM’nin sözleşmeye uygun gördüğü karara şerh koymak, aslında hukuka aykırı bir davranış. Yani, Başbakan Erdoğan’ın şerhi hukuka aykırı. Onun için şerh koymak, gösteriden öteye gitmiyor.

Dahası var. AKP sık sık, YAŞ kararlarını yargı denetimine açmaktan söz ediyor. Ordu ile tahterevallinin bir uzantısı.

Oysa AİHM’ye başvurular, yargı denetimininin zaten kendisi. YAŞ ile ilgili yargı denetimi zaten var.

Her Aralık’ta şerh koymak, arkasından o kararları yargı denetimine açmaktan söz etmek, AİHM’yi hiçe saymak demek. AİHM bunu hoş karşılamıyor.

İşine geldiği yerde AB, gelmediği yerde şerh. O çifte standardı kimse yutmuyor.

Daha önce YAŞ kararlarına şerh koyan Abdullah Gül’ün o kararları şimdi onaylaması, istemeyerek de olsa, hukuk içinde bir davranış.

Vahşi sulama almış başını gidiyor

KURAKLIK Türkiye’yi su tasarufu konusunda ciddi önlemlere zorluyor.

Türkiye’de suyun yüzde 74’ü tarımda kullanılıyor. Asıl tasarruf tarımda. Mevlam kayıra, saldım suyu çayıra, mantığı ile tarımda vahşi sulama almış başını gidiyor. Oysa, ürün türüne göre, damlama ya da püskürtme yoluyla çok büyük tasarruf sağlamak mümkün. Damlama yüzde 1.5, püskürtme yüzde 4.5 gibi komik oranlarda.

Teşvik amacıyla, Ziraat Bankası damlama suya sıfır faizli kredi veriyor. Ancak, vahşi sulama alışkanlığı değişmiş değil. Sıfır faiz henüz çiftçiye ulaşmıyor.

Tarım Bakanlığı ile Çevre Bakanlığı’nın çiftçiye anlatması gereken nokta burası. Yeteri kadar anlatılamadığı ortada.

Büyük kentlerde ise, su tasarrufu sanki unutulmuş gibi.
Yazının Devamını Oku

Köylünün zihnini açan buluş

2 Aralık 2007
Senin tahtan mı eksik? <br><br>Argo bile olsa, bu soru yanlış. Bilimsel anlamda doğru soru, senin çinkon mu eksik?

Aramızdan biri, anlamakta biraz güçlük çektiğinde, hafif alayla sorulan, tahtan mı eksik, sorusuna ek bir soru daha var: Yine argoda, sende jeton geç mi düşüyor?

Evet, bazılarımızda jeton geç düşüyor, anlamakta zorluk çekiyor. Çünkü, aslında "onda çinko eksik". Bu ciddi ve bilimsel bir bulgu.

Genel bir tez var. "Yavaş düşünüyor, yavaş davranıyor, çünkü çok fazla buğdayla besleniyor."

Et ve sebze yerine, daha çok buğdayla beslenme insanda beslenme ve sağlık sorunlarına, zihinsel bozukluklara, gelişme ve büyüme yetersizliklerine yol açıyor. Ama, hangi buğdayla? "2000’li yılların başına kadar Anadolu’da yetişen buğdayla."

Oysa, 2000’li yılların başından bu yana, Anadolu’da yetişen buğday artık farklı. Yıllarca "çinkosu düşük gübreyle yetişen buğdayın yerini, zengin çinkolu gübre" alıyor. Ve çinkolu gübre Türkiye’ye ödül getiriyor.

100 MİLYON DOLARLIK KATKI

1993’ten beri Çukurova Üniversitesi ile Tarım Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü bir proje var. Projeye, bilim programı çerçevesinde NATO da bir milyon dolarlık katkıda bulunuyor. Proje "Türkiye’de, topraklarda ve bitkilerde çinko noksanlığının giderilmesi" başlığını taşıyor. Bu ilgisiz gibi görünen başlık, uygulama sonucunda, Anadolu’da insanların düşünme kapasitesini artırıyor.

Araştırmayı fiilen yürüten ise, o sırada Çukurova Üniversitesi’nde çalışan, şimdi Sabancı Üniversitesi’nde görevli Prof. Dr. İsmail Çakmak. 1993’te toprakta yapılan testler, Anadolu’da yetiştirilen buğdayda çinko eksikliği saptıyor. Bunu gidermek üzere, İsmail Çakmak, "toprağa çinko gübresi" veriyor. Basit gibi görünen bu bulgu iki sonuç doğuruyor.

Önce, buğdayın verimi artıyor. Gübre endüstrisi çinko katkılı gübre kullanıyor, buğday üretimi artıyor. Bu sayede çinkolu gübre üretimi 10 yıl içinde 50 bin tondan 350 bin tonun üzerine çıkıyor. Bunun ülke ekonomisine katkısı yüz milyon dolar. Bir milyon dolarlık araştırma, yüz milyon dolarlık katkı sağlıyor.

İkinci sonuç, tam insani. Türkiye’de günlük kalorinin yüzde 42’si tamamen buğdaydan, yani ekmekten karşılanıyor. Kırsal kesimde, bu oran yüzde 70’e çıkıyor. Anadolu köylüsü ekmekle besleniyor.

BESLENME ZENGİNLİĞİ

Şimdi çinkolu gübreyle üretilen buğday ve ekmek, Anadolu köylüsünde görülen büyüme ve zihinsel yetersizliklerini hızla azaltıyor. Çinko, buğday ve ekmek üzerinden insanda beslenme zenginliği yaratıyor. Vücudun maddi ve manevi direncini yükseltiyor.

Bunda ne var? Bize göre, bir şey yok. Ama Avustralya’ya, evet Avustralya’ya göre var. Avustralya Teknik Bilimler ve Mühendislik Akademisi’nin iki yılda bir verdiği bilimsel bir ödül var. Derek Tribe Ödülü. Gelişmekte olan ülkelerde sonuçları uygulamada yaygın biçimde kullanılan başarılı tarımsal projelere veriliyor.

Çinkolu gübre uygulamasını Amerikan Cornell Üniversitesi fark ediyor. Cornell Üniversitesi ve ABD Tarım Bakanlığı uzmanları, Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu ile birlikte, Prof. İsmail Çakmak’ı bu ödüle aday gösteriyor.

İki hafta önce, Avustralya’nın Canberra kentinde düzenlenen törenle Prof. Çakmak’a ödülü törenle veriliyor. Sessiz sedasız, Türkiye’de kimsenin haberi olmadan.

Bir futbol maçından alınan galibiyet üzerine Türkiye yerinden oynuyor. Cumhurbaşkanı ile Başbakan teknik kadroyu ve futbolcuları kutlamak için birbiriyle yarışıyor. Ama, milyonlarca kişide zihinsel melekeleri artıran bir bilimsel buluş ve Amerikan üniversitelerinin, ta Avustralya’nın dikkatini çekiyor da, bizimkilerin ruhu duymuyor.

Prof. Dr. İsmail Çakmak’ı kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Yetki artık askerde

1 Aralık 2007
SES ve görüntülü kayıtlar, PKK’lılara ait ses bantları ve videolar artık anında Türk Silahlı Kuvvetlerine iletiliyor. PKK’lılar mağarada mı konuşuyor yoksa dağın başında mı? Ya da herhangi bir kentin sokak ortasında mı? Türkiye topraklarında ya da Kuzey Irak’ta mı? Hiç fark etmiyor. Onlar kendi aralarında ne konuşuyor, neye karar veriyor, hangi karardan vazgeçiyor, bunların tümü o anda uzaydan banda alınıyor, ses ve görüntü olarak. Kayıtları yapan Amerika.

O teknolojik üstünlüğü Amerika şimdi Türkiye ile paylaşıyor.

Başbakan Erdoğan’ın Bush ile görüşmesinden önemli bir sonuç çıkıyor. Amerika, Türkiye ile askeri istihbarat paylaşımına karar veriyor.

İstihbarat paylaşımı askerlerin işi. Bunun uygulanması için, Türk ve Amerikan askeri yetkilileri, Ankara ve Washington’da en üst düzeyde görüşmeler yapıyor. O görüşmeler şimdi meyvesini veriyor.

Amerika, PKK’ya ilişkin her türlü istihbaratı Türkiye’ye vermeye başlıyor.

YETKİ DEVRİ

İstihbaratın akışıyla birlikte, bir başka önemli gelişme, hükümetin kararıyla bağlantılı.

Kuzey Irak’ta bir operasyon için, hükümet bir süre önce TBMM’den yetki alıyor. Herkesin bildiği gibi, yetki bir yıllık. Bir yıl içinde, ne zaman kullanılacağına hükümet karar verecek.

İşte, tam bu noktada, son bakanlar kurulunda hükümet Meclis’ten aldığı yetkiyi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne devrediyor. Yetki devrinin Bakanlar Kurulu sonrasında açıklanmasına karar veriliyor. Ancak, Genel Kurmay, yetki devrinin açıklanmasını bir süre sonraya bırakılmasını istiyor. O nedenle de, yetki devrine ilişkin hükümet açıklamasından son anda vazgeçiliyor. Bu açıklamayı dün Başbakan Erdoğan yapıyor.

Yani, yetki devri olayı.

Ancak, bundan şunu çıkarmak yanlış. Madem hükümet sınır ötesi operasyon için Meclis’ten aldığı yetkiyi askerin kullanımına devrediyor, üstüne üstlük, bir de istihbarat paylaşımı var, o zaman derhal sınır ötesi operasyon.

Bu yanlış. Çünkü, gerek hükümet, gerekse asker çok ihtiyatlı.

ARTIK UNUTULMASIN

İhtiyatın kaynağında yatan ana fikir şu.

Son günlerde sık sık kullanılan bir cümle var. Teröristle mücadele ayrı, terörle mücadele ayrı. Çok doğru bir yaklaşım. Birbirinden ayrı, ama birbirinden kopmayan mücadele.

PKK terörü son zamanlarda azalmış görünüyor. Teröristle mücadele ederken, terörle mücadele için yavaş yavaş yeniden bir fırsat doğuyor. İşte, hükümet bu fırsatı kullanmayı düşünüyor.

Geçmişte hemen tüm siyasal iktidarlar aynı hataya düşüyor. PKK terörü azgınlaştığı zaman, bütün hayat orada dönüyor. Ne zaman ki, mevsim ya da başka nedenlerle terör dalgası azalıyor, o zaman her şey sanki unutuluyor. Terörün kökünü kazımak için alınması gereken pek çok kültürel, ekonomik, sosyal önlem rafa kalkıyor. AKP şimdi aynı hataya düşmek istemiyor.

DTP İLE DİYALOG

Cümle alemin bildiği bir gerçek var.

DTP, ne yazık ki, PKK’nın siyasal kolu gibi. Bu haliyle DTP büyük bir fırsat kaçırıyor. Kendi siyasal geleceği için, ama ondan daha çok, temsil ettiğini ileri sürdüğü Kürt Halkı için.

Yine de ve buna rağmen, AKP’nin DTP ile diyalog kurması gerektiğine inanıyorum. Terörle mücadelede, her şeye rağmen ve hala DTP’nin rol oynayabileceğinden umudumu kesmiyorum.

DTP’lilere soruyorum, "AKP bizimle konuşmuyor" diyorlar. AKP’lilere soruyorum, "doğru değil, biz zaman zaman yokluyoruz, onlar yanaşmıyor" yanıtını alıyorum.

Diyalog için bir çare bulmak şart.

Öte yandan, Kuzey Irak’ta PKK’lılara havadan el ilanları atılıyor. Pişmanlık yasasından yararlanmaları için çağrıda bulunuluyor.
Yazının Devamını Oku

Yargıya tarihin en ağır baskısı

30 Kasım 2007
BADEM bıyıklı mısın, geeeel. Sakalsız mısın, git. Gümüş yüzüklü müsün, geeeel. Düzgün konuşuyor musun, git. Tespih çekiyor musun, geeel. Bu olayın dış görünüş faslı. Namaz kılıyor musun, geeel. Oruç tutmaz mısın, git. Tarikatçı mısın, geeel. Hacca gitmedin mi, git. Cumaya gider misin, geeel. Bu olayın genel davranış ve tepki faslı.

Necip Fazıl’ı okudun mu, geeel. Nazım Hikmet’i okudun mu, git. Bu olayın kültür faslı.

Ayrıca, bir konuyu kavrama ve özetleme, yetenek, mesleğe uygunluk, diğer fasıllar arasında.

Ne bunlar? Yargıç ve savcı olmanın yeni ölçüleri. Sözlü sınavda karşılaşılabilecek sorular.

TBMM’de iki gündür bir skandal yaşanıyor. Sadece Türkiye içinde kalmayacağa benzeyen, AB’yi de harekete geçirecek skandalın özü, yargının siyasallaşması, AKP’nin yargıda kadrolaşmasıyla ilgili.

YEDİDE BEŞ ÜSTÜNLÜK

AKP’li bir milletvekili bir yasa önerisi getiriyor. Mesleğe yeni girecek yargıç ve savcıların seçimini yeniden düzenleyen bir öneri.

Sınav iki aşamalı. Biri yazılı, diğeri sözlü. Şimdi de, öyle. Ancak, yeni yasa, yüzde 80 yazılı, yüzde 20 sözlü sınav puanını, yüzde 50, yüzde 50 elli olarak değiştiriyor. Yani, sözlü sınav yapacak olan kurul, yargıç ve savcı adayına bakacak, "acaba bizden mi?". Yukardaki muhtemel sorular, adayın bizden olup olmadığını anlamak için. Sözlü ve yazılı puanlar onun için yarı yarıya. Olur ya, yazılıda başarılı bir aday, onlardan değil, o zaman, onu sözlüde çaktırmak kolay.

Sözlü sınavı kim yapacak? Adalet Bakanlığı’ndan AKP’nin atadığı beş bürokrat ve Adalet Akademisinin iki üyesi. Yedi kişilik sınava kurulunda, AKP’nin tartışılmaz üstünlüğü var.

YARGIYI ELE GEÇİRMEK

Yargının AKP emrine girmesinin, AKP’nin yargıyı ele geçirmesinin en çarpıcı örneği.

Yasa şimdi bir milletvekili önerisiyle geliyor. Tam el çabukluğu marifet. Aynı yasa, 2005 yılında hükümet tasarısı olarak geliyor. Tasarı olunca, ilgili kurumlardan görüş almak gerek. O tarihte, kıyamet kopuyor. Hatta, şimdiki Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin o tarihte Baroları ziyaretinde, "bu kanun bir daha gelmez" diyor. Hayat bu, şimdi aynı Mehmet Ali Şahin, üstelik Adalet Bakanı olarak, bu yasanın yılmaz bekçisi.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI

Fazla gürültü çıkmasın, ilgili kurumlardan görüş alınmasın, diyerek, bir milletvekilinin yasa önerisiyle, aynı tezgah yeniden kuruluyor. Çünkü, yasa önerisinde, görüş almak zorunluğu yok.

Yangından mal kaçırarak, yargıç ve savcıları yeni yöntemlerle mesleğe almakla ilgili bu yasa, Anayasa Mahkemesi kararına aykırı.

1995’te Anayasa Mahkemesi, "yargının bağımsızlığı ve siyasal baskılardan uzak kalması için, mesleğe alınacak yeni yargıç ve savcıların sınavını Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu yapar" diyor. Bu kurul şimdi devre dışı.

Ayrıca, AB İlerleme Raporlarının tamamına aykırı. Yargı bağımsızlığını defalarca vurgulayan AB’nin, bu yasa sonrasında ayağa kalkacağı kesin.

Öyle bir yangından mal kaçırma ki, Meclis’te bir tasarı komisyonda kabul edildikten sonra, genel kurula inmesi için, bir kural var. Muhalefet şerhleri tasarıya ekleniyor, tasarı ondan sonra baskıya giriyor ve genel kurula gidiyor. Oysa AKP, bir gece yarısı tasarıyı, muhalefet şerhlerini beklemeden bastırıyor ve genel kurula indiriyor. İçtüzüğe açıkça aykırı.

Yargıyı siyasallaştırdığı için özünde zaten aykırı olan bir tasarı, şimdi her haliyle, aykırı hale düşüyor.

NEDEN BU TELAŞ

Yangından mal neden böyle kaçıyor?

1-Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin önemli bölümü şu anda yurtdışında. Onlardan tepki gelmesin diye.

2-Dört bin yargıç ve savcı kadrosu boş, dört bin. Bunları bir an önce doldurmak için.

Hiç abartmadan, şu gerçeğin altını çizmek gerek: Yargı, Cumhuriyet tarihinin en ağır siyasal saldırılarından biriyle karşı karşıya.

Normal olan, bu yasanın Anayasa Mahkemesi’nden dönmesi. Normal olan, bu yasa nedeniyle, Türkiye-AB ilişkilerinin çok ağır yara alması.

AKP kadrolaşmak için, her şeyi göze alıyor.
Yazının Devamını Oku

Milli irade FIFA’ya mağlup

29 Kasım 2007
FIFA 2007 Mart ayında Türkiye’ye mektup yazıyor: "Sizin ülkenizde Futbol Federasyonu genel kurulunda görevli, özellikle kulüpleri temsil eden delegelerin FIFA talimnamesine aykırı olarak, kendi haklarını uygulamakta sürekli baskı altında kaldıkları görülmektedir".

Bu uzun cümlenin Türkçesi, sizin federasyon özerk değil, siyasal etki altında, bunu değiştir, demek.

Bundan FIFA’ya ne? Bir ülkede futbol yönetimi özerk değilse, FIFA kuralına göre, o ülke uluslararası karşılaşmaların dışında tutuluyor. Avrupa ve Dünya Şampiyonaları, Şampiyon Kulüpler, UEFA şampiyonluğunda o ülke ve takımları dışlanıyor. Ülke küme düşüyor.

Bu tehlike karşısında, AKP Futbol Federasyonu’nun yapısını ve denetimini değiştiren yeni bir yasa hazırlıyor.

GENEL KURUL

Yeni yasa kuşbakışıyla futbolun yönetimini kulüplere bırakıyor gibi. FIFA’nın istediği yönde, siyaset futboldan elini çekiyor gibi.

Oysa, masum görünen yasa, tam tersine, federasyonu daha beter siyasal etki altına alıyor. Özerklik bir yana, AKP’nin futbolda egemenliğini ilan ediyor. Genel kurul üzerinden, AKP federasyonu ele geçiriyor.

Yasanın özü, genel kurulun yapısıyla bağlantılı. Genel kurul ne kadar bağımsız ise, federasyon o kadar özerk. Ancak, durum hiç öyle değil. Her ne kadar, spordan sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu, yasayı ister istemez savunsa da, söyledikleri ne yazık ki, doğru değil.

ESKİ VE YENİ ORANLAR

Tasarı komisyonda görüşülürken, CHP Yalova milletvekili Muharrem İnce çarpıcı bir tespitte bulunuyor:

"Yürürlükteki yasada kulüplerden gelen delegelerin genel kuruldaki oranı yüzde 62. Yeni yasada kulüplerin delege oranı yüzde 88’e çıkıyor".

Fena mı? Federasyon yönetimi, Başesgioğlu’nun dediği gibi, kulüplere bırakılmıyor mu? Siyaset uzaklaşmıyor mu?

Kazık ayağı öyle değil. CHP’li İnce devam ediyor:

"Kulüplerin yüzde 60’ı belediyelerin elinde".

Belediyeler kimin elinde? Büyük çoğunlukla AKP’nin. Kulüplerin delege oranı artarken, aslında belediyeler yoluyla AKP’nin genel kuruldaki oranı yükselmiş oluyor. Bu da, Futbol Federasyonu’na siyaseten el koymaktan başka bir şey değil.

UZAKTAN KUMANDA

Bir, iki ve üçüncü lig kulüpleri genellikle o kentlerin belediyeleri tarafından besleniyor. Bu kulüpler belediyelerin yönetiminde.

Geçen yıl Yerel Yönetim Yasası’nda AKP, "belediye başkanları spor kulüplerinin başkanı olamaz" diye bir kural getiriyor. Bu göstermelik. Uzaktan kumanda ile bir, iki ve üçüncü lig takımları pratikte bal gibi, belediyelerin denetiminde. Belediyeler olmasa, o kulüplerin yaşaması güç.

Bu kulüplerden federasyon genel kuruluna gidecek delegeler, belediye başkanlarının, yani AKP’lilerin belirleyeceği kişiler.

Özerklikmiş, hıh, al sana siyaset, hem de en hasından. TBMM’den geçecek yasa, sonradan FIFA’ya takılıyor ve FIFA, "bu yasa olmaz" diyor.

Milli iradenin temsil edildiği Yüce Meclis FIFA’ya yeniliyor. Çok tatsız olmaz mı?

Belediyelere yüzde 20 ek kaynak

YENİ bir vergi tasarısı hazırlanıyor. Yerel yönetimleri güçlendiren bir tasarı.

Buna göre, belediyelerin vergi gelirlerinden aldığı pay yüzde 20 artıyor. Yerel yönetimlere ciddi kaynak aktarımı. Belediyeler bu ek geliri nasıl kullanacak? Tasarı bu soruya iki yönden yanıt getiriyor.

1-Belediye bütçesi içinde, personel harcamaları bütçenin yüzde 30’undan fazla olamaz. Bazı belediyeler biraz para buldu mu, bunu hemen personel alımında kullanıyor. Bu kural, bu isteği dizginliyor.

2-Belediye yatırımları İller Bankası süzgecinden geçiyor. Bu kural da, belediyelerin keyfi yatırım yapmasını engelliyor. Yatırımlara İller Bankası’nın rehberlik etmesi öngörülüyor.

Yerel yönetimlere, merkezden yönetimin azalması gerektiğine inanan bir vatandaş olarak, bu tasarıyı, en azından bu maddeler çerçevesinde, doğru buluyorum.
Yazının Devamını Oku

Hayat havadan sudan geçiyor

28 Kasım 2007
ARAL Gölü. Asya’da ve dünyada en büyük göller arasında. Geride kalan elli yılda suyunun yarısını kaybediyor. Göldeki su kaybı, son üç yılda daha da hızlanıyor. Tuzlanma ile birlikte, gölün kıyı şeridi 250 kilometre kısalıyor.

Sarı Irmak. Çin’de dünyanın en uzun nehirleri arasında.

Beslediği 800 göl kuraklıktan ortadan kalkmak üzere. Su miktarı hızla azalan nehir, yağmur yağdığında taşıyor ve sel baskınlarına neden oluyor.

Rio Grande. Meksika-ABD sınırını çiziyor. Üç bin kilometre uzunluğu ile dünyanın en uzun yirmi nehri arasında. Son yıllarda 400 kilometrelik bölümünü kaybediyor. O bölüm şimdi çorak ve tuzlu.

Owens Lake. 800 bin yıldır var. 520 kilometrekare büyüklüğünde. Kuzey Amerika’daki Owens Gölü, şimdi kurumaya yüz tutuyor. Saldığı zehirli tozla kentleri tehdit ediyor.

Çad Gölü. Afrika’nın en önemli göllerinden. Yanlış kullanım nedeniyle, suyunun yüzde 95’ini kaybediyor. Tamamen kurumakla karşı karşıya.

Ganj Nehri. Hindistan’da 450 milyon insana hayat veren efsanevi Ganj artık çok az su tutuyor.

Platte Gölü. Orta Avrupa’da en büyük göllerden olan Platte, kirlenme sonucu yarı yarıya küçülüyor.

GLOBAL ISINMA

Dünyanın beş kıtasında kurumaya yüz tutan, yağmur yağdığında ise, sel baskınlarına yol açan daha pek çok nehir ve göl var. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, hiç fark etmiyor. Çünkü, ortak bir tehdit var:

Global ısınma.

Geçen yıl yaşadığımız kuraklık, bu en büyük tehlikeden bizi de haberdar ediyor. Son günlerde ise, yağmur duasına çıkarken, bu kez sel baskınları.

Sel, kentlerin altyapısına göre, daha zalim olabiliyor. Bizde dökülen altyapılar, hayatı çığırından çıkartıyor.

Bununla birlikte, sellerin Amerika, Almanya dahil, pek çok gelişmiş ülkeyi vurduğu da, bir gerçek.

HAVADAN SUDAN

Birkaç ay önce New York’ta dünyanın en büyük kentlerinin belediye başkanları ile su uzmanları bir araya geliyor. Havadan sudan konuşmak üzere. Dünya Bankası su uzmanı şunu söylüyor:

"Kısa dönemler içinde, birbirine tamamen ters iklim yaşayacağız. Aşırı kuraklık ve aşırı sel baskınları. Şimdi kentlerdeki su kaçaklarını kapatmak, eski boruları yenilemek gerek. Varolan ormanları korumak bir yana, hızla ağaçlandırma şart. Kullanılan suyun yeniden kullanımı ile ilgili teknolojiyi geliştirmek ve ucuzlatmak bir başka şart".

Su krizi hesaplanandan çok daha önce geliyor. Susuzluk nedeniyle göç, su savaşları, ülke içinde ve dışında anlaşmazlıklara dönük senaryolar arka arkaya sıralanıyor.

Bu arada İspanya, Avrupa’nın ilk çölü olmak tehlikesiyle karşı karşıya. Avustralya ise, aynı tehdide en yakın kıta.

SU BAKANLIĞI

Bizdeki kuraklık ülkeyi yönetenleri alarma geçiriyor. Ancak, hala yetersiz.

TV’lerde hava durumu tek başına program olmakla beraber, ana haber bültenlerinde de tekrar ediliyor. Halkın ilgisi fazla. Çünkü, pratik hayat havadan ve sudan geçiyor.

Merkezi hükümet ve belediyeler aynı tempoda değil. Oysa:

1 - Çevre Bakanlığından ayrı bir Su Bakanlığı kurmak gerek.

2 - Bütün Türkiye’de ağaçlandırmaya hız vermek gerek.

3 - Belediyelerin öncelikle su borularını yenilemesi gerek.

4 - Deniz suyundan arıtma teknolojilerini geliştirmek gerek.

5 - Tarımda sulama tekniğini değiştirmek gerek.

6 - Suyu her zaman, her yerde tasarruflu kullanmak gerek.

Dünyanın bugüne kadar karşılaştığı en büyük ortak tehlike. Ve kısa sürede geçici değil.

Türkiye’de ilgili bilim adamlarının katılımıyla Su Kongresi toplama zamanı. Çıkacak kararları, terörle mücadele gibi, kararlı ve titizlikle uygulamak şartıyla.

PKK durdu, terörle mücadele sanki durdu

BİR Türk vatandaşı olarak içim acıyor.

Türkiye’nin terörle mücadele politikası, araçları, stratejisi PKK eylemlerine endeksli gibi. Sanki terörün fonksiyonu gibi.

PKK terör yaptığında, herkes ayağa kalkıyor. Arka arkaya toplantılar, yurt dışı görüşmeler, yurt içi mitingler, konu ne olursa olsun, her konuşmada teröre mutlaka yer vermeler.

Birbiriyle çelişen açıklamalara rağmen, dünya bizim için terörle mücadelede dönüyor.

Ama, PKK teröre ara verdiğinde, hayat sanki normale dönüyor. Hiç bir şey yokmuş ve olmamış gibi, sanki geri plana düşüyor.

Son günlerde yine aynı hava var. PKK duruyor, biz de duruyoruz.

Tartışma çok başka bir alana kayıyor. Şimdi tüm dikkatler Barzani üzerinde. Acaba kendisi mi hasta, yoksa kardeşi mi ya da Milano’da alış veriş turunda mı?

Biz bunun peşinde koşarken, onun adamları PKK ile mücadelede Türkiye’nin henüz hiç bir kazanım elde etmediğini açıklıyor.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin sivil toplum atağı

27 Kasım 2007
PEK renk vermeden Cumhurbaşkanı Gül, Hak-İş Başkanı Salim Uslu’ya soruyor: "Toplu sözleşmeler nasıl gidiyor?"

Gül’ün sorusu boşuna değil. Satın alma gücünde ciddi gerileme var.

Elemtere fiş, kem gözlere şiş, ekonomik büyüme düşman çatlatıyor, enflasyon düşüşü harikalar yaratıyor, ihracat artışı parmak ısırtıyor, ama bu ekonomik mucizede çalışanların refahı geriliyor.

Gül ikili görüşmede yönelttiği soruyu, Hak-İş Genel Kurulu’na taşıyor:

"Gelir bölüşümü adaletsiz, sendikalara önemli görev düşüyor".

AKP refahtaki gerilemenin farkında. O nedenle, işçi sendikalarının genel kurullarına ilgi AKP’de ilk kez bu kadar yüksek. Örneğin, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar geçtiğimiz hafta sonunda, Hak-İş’in Genel Kurulu’na katılıyor.

İLGİ HEPSİNE

Cumhurbaşkanığı seçim sürecinde Gül sendikaları ziyaret ederken, "sivil toplum örgütleriyle yakın çalışma içinde olacağını" söylüyor.

Genel kurul öncesinde Salim Uslu, Gül’ü ziyaret ederek, bu sözünü hatırlatıyor ve genel kurula davet ediyor. Davet sırasında Gül’ün bir başka sorusu daha var:

"Diğerlerinin, DİSK’in, Türk-İş’in, TİSK’in genel kurulu ne zaman?"

Diğer genel kurullara da, katılacağının işareti olmak üzere. Geçmişte, Cumhurbaşkanları Özal ve Demirel bu tür toplantılara sürekli katılıyor. Sezer’le verilen ara sonrasında, sivil toplum kuruluşlarına, özellikle işçi ve işveren kuruluşlarına ilgi Cumhurbaşkanlığı düzeyinde yeniden artıyor.

MECLİS VE STÖ’LER

Aynı ilgi Meclis Başkanı Köksal Toptan’da da var. Geçenlerde özel sohbetimizde Toptan:

"Herhangi bir yasa tasarısı komisyonda görüşülürken, konusuna göre, ilgili sivil toplum örgütünden görüş alınmasını kurala bağlamak için bir çalışma yapıyoruz. Halen bu, komisyon başkanının inisiyatifine bağlı. Bu kuralı yerleştirmek için, iç tüzük ya da yasa değişikliği yapacağız".

Bunun bir adım ötesi, Meclis binasında STÖ’ler için birer ofis verilmesi yönünde çalışma var.

Ben, sivil toplum kuruluşlarına inanan bir vatandaş olarak, bu tür girişimlerin yararlı olacağını düşünüyorum.

BİR AKSAKLIK

Toptan bu düşüncesini hayata geçirmek amacıyla, geçenlerde TBMM’de bir toplantı düzenliyor.

Köksal’la birlikte çalışan bazı bürokratlar, bazı büyük sivil toplum kuruluşlarını, sendikaları küstürüyor. Kendilerine göre hiyerarşi yaratma işgüzarlığı TİSK’in, Türk-İş’in, Hak-İş’in tepkisi çekiyor. Onlar da, haklı olarak, bu toplantıya katılmıyor. Oysa, Toptan’ın girişimi yerinde.

Muhalefet AKP’nin sivil toplum atağının farkında mı? Sanmıyorum, çünkü bu yönde göze çarpan bir çabaları yok.

Bin tane iki dil bilen genç

AKP’nin Kızılcahamam kampında, Bülent Arınç AKP usulü kadrolaşmanın yeni bir işaretini veriyor.

Onun derdi Dışişleri. "Dışişlerine meslek memuru alımında yeni bir sistem getirin, hükümetin gayretli çalışmalarına ayak uyduracak heyecanlı kimselere ihtiyaç var".

Bunun Türkçesi, biz Dışişlerini ele geçiremedik, şimdi orayı da ele geçirmenin sırası, demek. Bunu okuyunca, geçmişte perde arkasında kalmış bir olayı anımsıyorum.

Başbakan Erdoğan bir-iki yıl önce, o sırada ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’a:

"Bin tane iki dil bilen genç alın, DPT’de yetiştirin, sonra bakanlıklara dağıtın".

Babacan o tarihte notunu alıyor, ama öyle kalıyor. Gerçi, bu girişim, AKP usulü kadrolaşmanın dışında gibi görünüyor. Ancak, Arınç’ın isteği tam kadrolaşma işareti. Erdoğan’ın sözünü yerine getirmeyen Babacan, bakalım şimdi Arınç’a destek verecek mi?
Yazının Devamını Oku