Yalçın Doğan

Heşt TV kanatlarımın altında

4 Aralık 2008
KÜRTÇE konuştuğu için hakkında altı ay hapis cezası var.<br><br>Ama, Kürtçe TV nasıl olmalı konusunun tartışıldığı TRT’nin toplantısına o da davet ediliyor. Kürtçe konuşma yasağı ile Kürtçe TV yayını aynı anda. İkisi de, aziz devletimizin iradesiyle. Burada, yaşadığımız topraklarda.

Aziz devletimizin mahkemeleri seçim sırasında Kürtçe konuşanlara hapis cezası kesiyor. Aziz devletimizin resmi yayın organı TRT ise, Kürtçe TV yayını için harekete geçiyor. Her ikisi de, burada, yaşadığımız topraklarda.

ORHAN MİROĞLU

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin çoğunluğu Kürtlerin davetli olduğu bir yemek düzenliyor. Kürtçe TV nasıl olmalı, toplantısı.

Toplantıya DTP’nin eski genel başkan yardımcılarından Orhan Miroğlu da davetli. Miroğlu geçen yıl seçimlerde DTP Mersin milletvekili adayı. Adaylık sırasında bir toplantıda Kürtçe konuşuyor, o nedenle hakkında dava açılıyor.

Altı ay hapse mahkûm oluyor. Henüz hapis yok. Her üç ayda bir hakkında rapor tutuluyor, Kürtçe konuştuğu kayıtlara geçerse, altı ay yatacak.

Bu birinci perde.

YAYIN OCAKTA

Şimdi ikinci perde.

Kürtçe yayın, Kürtçe eğitim derken yıllar akıp gidiyor. Bir öyle, bir böyle, birbiriyle çelişen yıllar.

TRT Kürtçe TV yayını için harekete geçiyor. TRT Genel Müdürü Şahin, "2009 sonbaharında yayına geçmeyi düşünmüştük, ama şimdi 2009 Ocak ayına yetiştireceğiz" diyor. Muhtemelen yerel seçimler nedeniyle öne çekiliyor.

Dizi filmler, çocuk ve kadın programları, herhangi bir TV kanalında ne varsa, bu kanalda da o olacak. Programlar on iki saat Kürtçe, altı saat Arapça, altı saat Farsça.

Adı Heşt TV, Kürtçe 8 anlamında. Ya da TRT 1, 2, 3, 4’ün devamı olmak üzere TRT 8.

KERİM DEVLET

Kürtçe yayın yapacak TRT 8 nam-ı diğer Heşt TV’nin başına Dışişleri kökenli biri geliyor.

Kürtçe, Arapça, Farsça, İngilizce bilen Sinan İlhan. Dışişlerinde idari personel kadrosunda. Heşt TV’den önce, Irak Özel Temsilciliği İstihbarat Masasında görevli.

İdari personel ve istihbarat görevi, bence ilginç. Şimdi Kürtçe yayın yapacak TV’nin başına. Aziz devletimiz boşluk bırakmıyor. Bu ilk nokta.

İkincisi, aziz devletimiz girişimde bulunuyor ama, sanki kanatlarını Kürt siyasal hareketine muhalif olanlara açıyor. Malum, aziz devletimiz boşluk bırakmıyor. Boşluktan hoşlanmıyor. Her şey elinin altında ve denetime tabi. Kerim devlet modeli.

Aziz devletimiz rahat, çünkü, Heşt TV kanatlarımın altında vaziyeti.

Aman, kanatlarının altına al, ne olur, ne olmaz.

Deniz Feneri’nde oy balam

CHP Trabzon milletvekili Akif Hamzaçebi, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a soru önergesi veriyor. "Deniz Feneri yolsuzluğunu inceleyecek misiniz?"

Bir buçuk aydır Atalay’dan çıt yok. Ölü toprağı.

Hamzaçebi geçenlerde bütçe komisyonunda aynı soruyu yineliyor. Atalay yine bildiğiniz gibi, soruyu es geçiyor. Ne Deniz Feneri var, ne böyle bir soru. Ölü toprağı.

Hamzaçebi bıkmıyor, Abdullah Gül’e çağrıda bulunuyor, Devlet Denetleme Kurulu’nun Deniz Feneri’ni incelemesi için. Gül o kurulu harekete geçiriyor.

Çankaya ile hükümet arasında ayrılık şarkıları. Ahhh, ahhh, ne bu sevda olaydı, ne de bu ayrılıklar, oy balam.
Yazının Devamını Oku

Son komediye yolculuk, seçimin iptali

3 Aralık 2008
ÇOCUK yedi yaşına giriyor, tespit yapılıyor, okula gidiyor. Genç yirmi yaşına giriyor, tespit yapılıyor, askere alınıyor.<br><br>Genç on sekiz yaşında, ne hikmetse, tespit eksik, seçmen olamıyor. Eksik seçmenle, eksik seçime gidiliyor, eksik bir iktidar oluşuyor. 2002’den bu yana seçmen kütüklerinde komedi yaşanıyor. Yıllara göre, seçmen sayısına bakmak, komediyi tüm çıplaklığı ile sergiliyor.

2002’de seçmen sayısı 41 milyon 300 bin. İki yıl sonra, 2004’te seçmen sayısı 43 milyon 500 bine çıkıyor. İki yılda iki milyon artış. 2007’de, yani 22 Temmuz seçimlerinde seçmen sayısı 42 milyon 500 bine düşüyor. İki yılda iki milyon artan seçmen sayısı, üç yılda bir milyon geriliyor.

2008’e geldiğimizde, seçmen sayısı 48 milyon 300 bin. Bu kez de, bir yıl içinde seçmen sayısı altı milyon artıyor.

Nüfus üç yılda bir milyon gerilirken, savaş mı çıkıyor? Yooo. Sonra bir yıl gibi kısa sürede altı milyon artıyor, göç mü var? Yooo.

O zaman seçmen kütükleri hatalı, eksik, yanlış.

HER ŞEY YANLIŞ

Bu yanlış üzerinden seçim yapılıyor. Bu yanlış üzerinden yanlış bir Meclis oluşuyor. Bu yanlış üzerinden ortaya yanlış bir iktidar çıkıyor. Bu yanlış üzerinden yanlış oluşan Meclis yanlış bir Cumhurbaşkanı seçimi yapıyor.

Şarkıdaki "her yer karanlık" sözü gibi, seçimde her şey yanlış.

Bu yanlışı, 2007’nin Mayıs ayında, o sırada CHP milletvekili Bülent Tanla Meclis kürsüsünden dile getiriyor:

"Hükümeti, parlamentoyu ve yetkilileri 22 Temmuz seçimleriyle ilgili seçmen kütüklerine yönelik göreve davet ediyorum. Bu seçmen kütükleri yanlış ve eksiktir. Bu kütüklerle yapılacak seçim sonuçlarına razı olacaksak, daha sonra çıkacak tartışmaları içimize sindirmemiz gerekir".

Tanla’nın 22 Temmuz’dan iki ay önce yaptığı uyarıyı ne AKP, ne Yüksek Seçim Kurulu dikkate alıyor. Yanlış kütüklerle yanlış seçime gidiliyor.

Şimdi bu faturayı ödeme zamanı yaklaşıyor.

ÇARPIK DEMOKRASİ

Seçmen kütüklerini ve seçim kurallarını düzenleyen yasanın 29. maddesi, "seçmen kütükleri eksiksiz belirlenir" diyor. İşte, öyle değil, belirlenmemiş. Durum yasaya aykırı.

Bunun sorumlusu Yüksek Seçim Kurulu (YSK). Buna rağmen, YSK "doğru" diyorsa doğru, yanlış diyorsa yanlış. Çünkü, YSK kararları kesin. O kararlarla ilgili, kimsenin yargıya başvurma hakkı yok.

Bu nasıl bir demokrasi ki, hukuka aykırı bir durum karşısında, kimse hakkını arayamıyor? Yanlış üzerine kurulu, çarpık bir demokrasi.

Başından beri çarpıklığı sorgulayan Bülent Tanla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile bağlantı kuruyor.

Önümüzdeki günlerde AİHM’e dava açılabilir, 22 Temmuz seçimlerinin iptali için.

En azından altı milyon seçmen kayıtlı değil. Altı milyon seçmen aniden kütüklerde yerini alıyor. Nüfus hareketlerinin böylesine oynak biçimde, mantıki açıklamadan uzak ve tutarsız olması, seçimin AİHM’de iptaline yol açabilir. Eğer iptal olursa, anlamı şu.

Bu Meclis meşru değil.

Pek çok siyasal rezaleti yaşamaya alışkın Türkiye, bir de bunu yaşar, ne olacak.
Yazının Devamını Oku

Hamdolsun 41 bin işyeri kapandı

2 Aralık 2008
KARA liste, uzayıp giden tren yolları gibi. Kredi kartı borcunu ödeyemeyen, tüketici kredisini ödeyemeyen, işsiz kalan, çeki karşılıksız çıkan, senedi protesto edilenlerden oluşan bir kara liste. Mutsuz ve huzursuz, krizin en acı biçimde vurduğu kitle. Kitle mutsuz ve huzusuz, kriz değişik biçimlerde vuruyor da, vuruyor, kimsenin ağzını bıçak açmıyor, ama Tayyip Erdoğan’a göre, "kriz inişe geçmiş durumda".

Oysa, iş dünyası ve çalışanlar ve istatistikler ve ekonomik veriler tam tersini söylüyor.

GERÇEK İŞSİZLİK

Geçenlerde işsizlik oranı yüzde 9.8 ve işsiz sayısı iki buçuk milyon kişi olarak açıklanıyor. Eksik.

Bilimsel tanıma göre, durum daha vahim. Kısa süreli çalışanlar, işsiz olduğu halde iş aramayanlar, mevsimlik çalışanlar dahil edilirse, işsizlik oranı yüzde 16.2, işsiz sayısı dört milyon 339 bin. Çok yüksek rakamlar. Krizle birlikte artan ve krizi bağıran rakamlar.

kapanan iş yerleri ekleniyor. 2008 Ocak-Ekim arasında 41 bin 95 iş yeri kapanıyor. Geçen yılın aynı dönemine göre, kapanma oranında artış yüzde 49.9 gibi çok ürkütücü bir rakam.

BİREYSEL BORÇLAR

Kara listenin devamında ödenemeyen kredi kartları borcu ile bireysel kredi borcu var. İkisi de, artıyor.

Bireysel kredi borcunu ödeyemeyenler 241 bin kişi. Kredi kartı borcunu ödeyemenler 818 bin kişi. Son altı yıl içinde böyle yüksek rakamlar yok.

Karşılıksız çıkan çek oranı yüzde 12.2 artıyor. Protestolu senet artışındaki oran yüzde 14. Bunlar krizin kişisel boyutunu gösteriyor.

DÖVİZ KAÇIYOR

Krizin kişisel boyutu dışında, döviz boyutu var. Onu da, sıcak para gösteriyor.

Merkez Bankasının 19 Kasım 2008 tablosundan alıyorum. Bir yıl önce, Aralık 2007’de yabancı kaynaklı sıcak para miktarı 107 milyar 115 milyon dolar.

Eylül 2008’de bu miktar 82 milyar 506 milyon dolara, Ekim 2008’de ise, 53 milyar 880 milyon dolara düşüyor. On aylık düşüş ya da kaçış 53 milyar 880 milyon dolar. Dolar kriz nedeniyle kaçıyor, dolar onun için yükseliyor.

Göstergeler kriz çanları çalıyor. Yine de, Hamdolsun, kriz azalıyor.

Yolsuzluğun öteki kanıtı

DEVLET resmi istatistik kurumu TÜİK açıklıyor.

En çok suç işleyenler arasında, işsizler ilk sırada. Onları üst düzey yöneticiler, müdürler ve kanun yapıcılar izliyor. Suç işleyen işsizlerin sayısı 11 bin.

Suç işleyen yöneticilerin sayısı 10 bin. En çok dolandırıcılık ve İcra İflas Kanununa muhalefet, yani yolsuzluk.

Bunlar 2006 verileri. Yolsuzluk ve dolandırıcılığa bulaşan yöneticiler AKP döneminde göreve geliyor. Onların atamaları AKP imzalı. Belediyelerde ve kamu kurumlarında.

Yolsuzlukla mücadele sloganıyla iktidara gelip, yolsuzluktan enselenen geniş bir kadroyu iş başına getirmek, gerçek bir marifet.
Yazının Devamını Oku

Hercai menekşenin babası 100 yaşında

30 Kasım 2008
Brüksel’de 1908’de doğan Levi-Strauss felsefe ve hukuk okuyor. Ama masa başında oturup, tezler üretmek ona göre değil. Güney Amerika’da kabile toplumlarını dolaşıyor. Balta girmemiş ormanlarda toplumlar arıyor. "Dünya insansız başladı, yine insansız bitecek."

Bu ürkütücü cümle, bana yıllar önce Charlton Heston’ın çevirdiği filmi anımsatıyor. Astronot uzay gemisiyle sonsuzluğun keşfine çıkıyor. Bilim öyle ilerlemiş ki, hayat donduruluyor, yaşam birkaç yüzyıl sürüyor. Astronot onca süreden sonra, Dünya’ya döndüğünde, insanlık çoktan çökmüş, ilkel yaşam yeniden başlamış. Yeniden oraya dönülmüş. Yeniden "Maymunlar Cehennemi". Olmadı, baştan.
/images/100/0x0/55eaa594f018fbb8f88da879
Uygarlığın bu vahşetini hiç kimse bu kadar acı biçimde dile getirmiyor. Bu tek bir cümle için, Claude Levi-Strauss ömrünü yıllarca bilime adıyor. Etnolog, antropolog ve sosyolog olarak. Farklı kültürleri inceleyerek.

Brüksel’de 1908’de doğan Levi-Strauss’un babası ressam. Aile Paris’e taşınıyor. Sanat ve düşünce yaşamının tam ortasına. Levi başarılı bir öğrenci. Felsefe ve hukuk okuyor.

1930’larda Paris’te bir lisede felsefe öğretmenliğine başlıyor. Ama, öğretmenlik onu kesmiyor. Brezilya’ya Sao Paulo Üniversitesi’ne gidiyor.

NAMBİKWARALAR SADE İDİ ORADA İNSANLAR BULDUM

Felsefe, sözcük ve kavramlar üzerinde cambazlık. Felsefe, istenildiğinde taşın topraktan, istenildiğinde toprağın taştan daha üstün olduğunu, aynı gerçeklik içinde kanıtlayan bir maymuncuk.

Üniversite hocalığı da, öğretmenlik gibi, Levi’yi pek kesmiyor. Dünyada onca farklı kültür ve yaşam biçimi varken, masa başında oturup, "o bunu yazmış, doğru", hayır, "öteki bunu söylemiş, yanlış" gibi tezler üreterek, felsefeye katkı ona göre değil. Pasif, üretken olmaktan uzak.

Oysa gidip görmek var, dünyayı gezmek var. Levi için yeni bir yaşam başlıyor. Güney Amerika’da kabile toplumlarını dolaşıyor. Balta girmemiş ormanlarda toplum ve toplumlar arıyor.

Tropik bölgelere yaptığı tehlikeli gezilerde parçalanmış toplumların yaşamla mücadelesinin içinde buluyor kendini. Levi Strauss yabandaki uygarlığı arıyor. Kültürün, uygarlığın insanları nasıl yozlaştırdığını kanıtlamaya çabalıyor. Burnundan kıl aldırmayan Batı uygarlığına reddiye, elle dokunur, gözle görülür biçimde işte karşısında duruyor. Sonradan yazıyor:

"En sade biçime indirgenmiş bir toplum arıyordum. Nambikwaralar öyle sade idi ki, orada yalnızca insanlar buldum."

Bire bir somut örneklerle. Ona göre:

"Tarihin tüm evrelerinde insanlar hep sevdi, hep kin duydu, hep savaştı, hep acı çekti, hep araştırdı, hep kendi uygarlıklarını kurdu. Hatta, yamyamlarda bile, bir insani yön, bir gelişmişlik vardı. Gerçekte hepsi kendine göre ilerlemiş ve hepsi yine kendine göre barbardı. Bizim şimdi barbar olduğumuz gibi."

Barbarlık fiilen kendi yaşamına da yansıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’ya dönmek zorunda kalıyor. Silah altına alınıyor. İki yıl dayanıyor. 1941’de Amerika’ya kaçıyor. New York’ta bir üniversiteye.

Uygarlıkla hesaplaşması, insanlığı yargılaması dur durak tanımıyor. 50’lerin ortasında yeniden Fransa’ya döndüğünde, artık ünlü bir düşünür ve araştırmacı. Sıra, arkaya arkaya kitap yazmaya geliyor. İlle de, insan ve toplumların yapısı üzerine.

Paris’te kendi bilimsel alanının en yüksek koltuğuna oturuyor.

65 MİLYAR YILI VAR OYSA DAHA YÜZ YAŞINDA

İnsan geliştikçe, uygarlaştıkça, barbarlığa daha çok yakınlaşıyor. İşte, savaşlar. Oraya gitmeye ne gerek var. İşte, komşuluk düşmanlığı, işte aile içi cinayetler. İnsanın kendi sonunu hazırlaması.

Pek çok çalışması içinde, "Yaban Düşünce" bu düşüncelerini topladığı kitap. Hercai menekşe. Çiçeğin Fransızca adı "La pensee sauvage", yaban düşünce.

1908-2008. Claude Levi-Strauss bugün yüz yaşında. Paris’te hálá insan ve uygarlığı ile haşır neşir bir filozof.

Bundan başka yaşam yok. Kim bilir, belki altmış beş milyar yıl sonra. Bu evren çöktükten, uygarlık insanın kendi elleriyle battıktan sonra.
Yazının Devamını Oku

Bu ülkede işkence olağan

29 Kasım 2008
ADLİ Tıp yirmi dört kez mahkûm oluyor Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde. 1993 ile 2002 arasında. Sonrasında kim bilir, ne kadar mahkûmiyet var.

Adli Tıp yanlış rapor veriyor. Bundan zarar görenlerin bir bölümü AİHM’ye başvuruyor. Zarar görenlerin hepsi gitmiyor. Ama, AİHM’ye giden, tazminat almadan dönmüyor.

Daha önce belki bu ölçüde kamuoyuna yansımıyor. Üzmez rezaleti, Üzmez’in tahliyesine yol açan rapor Adli Tıp Kurumu’nu deşifre ediyor. Yoksa, kendini ele veren yanlış raporlardan yeteri kadar var. O yanlış raporlar sonucu, yerine gelmeyen adalet var. Mesele zaten bu.

Adli Tıp Kurumu çıban başına dönüşüyor. İlerleme Raporuna girecek ölçüde. AB Brüksel’den uyarıyor, "Adli Tıp Kurumu’nu düzeltin" diye.

DEFALARCA UYARI

Aslında aynı uyarıyı Türkiye içinden yapanların sayısı hiç de az değil.

Örneğin, Adli Tıp Derneği Başkanı Doç. Dr. Serhat Gürpınar Adli Tıp Kurumu’nu eleştiriyor. Eleştirdiği anda, hakkında soruşturma açılıyor. Tam bize özgü bir davranış.

Eğer bir kurum yirmi dört kez mahkûm oluyorsa, o kurumun biraz kendine dönüp bakması gerekmiyor mu? Eleştiri yapanı susturmanın yolu varken, kendini düzeltmeyi düşünmek çok geride.

Sadece dernek başkanları değil, ceza hukukçuları ve işin uzmanları özellikle Adalet Bakanlığı’nı defalarca uyarıyor. Defalarca toplantılar yapılıyor. Ama, değişen hiçbir şey yok.

Oysa, kağıt üstünde her şey var. Yasa, yönetmelik, vs., ama uygulanmıyor. Yasalar, yönetmelikler süs gibi.

HER ŞEY MÜMKÜN

Bilirkişi raporu denilen rapor bilirkişilerce, yani uzmanlarca yazılmıyorsa, yani Adli Tıp Kurumu’nda mekanizmalar tıkanıksa;

bu ülkede işkencenin önüne geçmek mümkün değil,

özellikle çocuklara yönelik cinsel istismarı engellemek mümkün değil.

Adli Tıp Kurumu’ndaki bozukluğun böyle bir sonucu var.

Örneğin, biri işkence görüyor, Adli Tıp, "işkence yok" diye rapor veriyor, dava düşüyor, işkenceci cezadan kurtuluyor. Bu kadar somut, bu kadar basit.

Bu ülkede işkence olağan. Ama, káğıt üstünde yasak. Bu ülkede telefonları serbestçe dinlemek olağan. Ama, káğıt üstünde yasak. Bu ülkede káğıt üstünde yasak olan pek çok şey, olağan.

Son şımarıklık gazeteciden nefret

YAŞADIKLARIMDAN, ayrıca okuduklarımdan yola çıkarak, bir iktidarın basından bu kadar nefret ettiği bir başka dönem bilmiyorum.

Yüz yıl öncesi, İttihat Terakki macerası hareket noktası. Yüz yıldan bu yana, sağda-solda gelmiş geçmiş ne kadar siyasal iktidar varsa, hepsiyle basın ilişkisi hep mesafeli. En cici olduğumuz dönem, en kaka olduğumuz döneme eşit. Çünkü, sabit fikir, iktidarlar doğru, basın hep yanlış ve yalan. Patronlar, gazeteler ve tek tek gazeteciler iktidarların hedefi.

Cumhuriyet döneminde iktidar-basın ilişkilerinin en kötü örneği 1950-60 Demokrat Parti dönemi. Gazetecilerin içeri atılıyor, basın özgürlüğü yok edilmek isteniyor. Ve devamındaki baskılar.

AKP, basınla ilişkilerde DP’ye yaklaşıyor. DP’den sonra, patron ve gazeteler başta, birebir gazetecilerle en çok uğraşan, onları yok sayan, ama onlardan çok etkilenen, onları ret eden, onlara boykot uygulayan iktidar AKP iktidarı.

Bazı meslektaşlarımızı dışlamanın uç noktası önceki gün. AKP, bazı arkadaşlarımıza bir toplantının izlenmesini yasaklıyor.

Bu önce terbiye ve nezaket dışı. Ardından mesleğin icrasına sınır getirmek. Kişi haklarına saldırı. Neden, çünkü senin sevdiğin haberleri yapmıyorlar.

Bu şımarıklığın ve kendini bilmezliğin bir sonu olacak nasıl olsa.
Yazının Devamını Oku

Çarşafın hasadı alay ve küp

28 Kasım 2008
BİR buçuk yılda elli eyalette örgütleniyor. Seçimde on bir milyon seçmeni sandığa götürüyor. Sonunda başkanlığı kazanıyor. Obama. Bir seçimin nasıl kazanılacağını görmek için, Obama ve taraftarlarının nasıl çalıştığını bilmek gerek. Demek ki, neymiş?

1- İyi örgütlenme gerekiyormuş. Çarşaf, rozet v.s. gibi, adına açılım denilen yapay manevralara gerek yok. Örgütlenmek için de, demek ki, halkın içine girerek çalışmak gerekiyor. Çarşafa bel bağlayan CHP’de olmayan çalışma.

2- Oy vermeye pek de hevesli olmayan büyük seçmen kitlesini sandığa götürmeyi başarmak gerekiyormuş. Çarşafa bel bağlayan CHP’de olmayan çalışma.

MEZARA KADAR

Obama’nın başarısında bir başka etken daha var.

Obama siyasi merdivenleri yirmi yıldır aynı sloganla çıkıyor. Mücadelesini yirmi yıldır aynı sloganla yürütüyor. Change ve hope, değişim ve umut. Israrla, kulvar değiştirmeden, yalpalamadan, kafa karıştırmadan, başkasının malına göz dikmeden, kendi üretimi ve inancıyla ve inatla.

Çarşafa bel bağlayan Deniz Baykal’da olmayan bir inat, olmayan bir istikrar. Baykal ne yapıyor? Gününe göre, modaya göre, o anda toplumun odağına yerleşen ne ise, kendi özüne uygun düşüp düşmediğine bakmadan, onun peşine düşüyor.

Baykal’da tek bir inat var. Mezara kadar genel başkanlık. Gerisi, hikaye. Durumu idare.

ÇÖZÜM YOK

Örneğin, bir kaza olsa ve CHP iktidara gelse;

1- Ekonomik krizi nasıl çözmeyi düşünüyor?

2- Terör ve Kürt sorununda çözüm önerisi ne?

Türkiye’nin en ağır iki sorunu karşısında CHP ne düşünüyor? Parlak ve fakat boş laflar dışında, CHP’nin çözümü, somut reçetesi ne?

Çarşaf ya da bir başka şey, oraya takmıyorum. Hatta, olabilir diye düşünüyorum. Ama, çarşaf ve benzeri simgesel davranışlar geniş kitleler açısından hiçbir şey ifade etmiyor. Sorunlarına çözüm getirmiyor. Mesele burada.

Çarşaflılar CHP ile alay ediyor, CHP’liler ise, küplere biniyor. Çarşafın hasadı özetle bu, alay ve küp.

AKP’nin büyük silahı, işte konutlar

TÜRKİYE’de 81 il var. O zaman 81 ilde. Türkiye’de 484 ilçe var. O zaman 484 ilçede.

Türkiye’de üyesi epey çok alt gelir grubu var. O zaman alt gelir grubunda.

İnsanların en önemli sorunları arasında, ön sırada konut geliyor. O zaman konut.

Tıpkı 22 Temmuz genel seçimleri gibi, AKP Mart’taki yerel seçimler için, elindeki en büyük kozlarından birini yine kullanıyor. 22 Temmuz’u kazanırken, AKP’ye çok puan getiren proje, Toplu Konut projesi.

81 ilde ve 484 ilçede TOKİ sosyal konut yapıyor. Bu konutlar büyüklüğüne göre, ayda 100 YTL ile 300 YTL arasında değişen taksitlerle alt gelir grubuna satılıyor. Adam, gecekonduda otursa, daha pahalı. Ayda hem 100 ya da 300 YTL ödüyor, hem de sonuçta evin sahibi oluyor.

Sosyal konutların yanı sıra, TOKİ son altı yılda 441 okul, 435 spor salonu, 324 ticaret merkezi, bu arada 262 cami, kütüphane, çocuk yuvası, hastane yapıyor. 800 bin kişiye ek istihdam sağlıyor. 141 belediyede gecekondu dönüşüm programı uyguluyor.

Ne çarşaf, ne içi boş nutuklar, ne yapay manevralar, AKP yerel seçimlere ucuz konut projesiyle giriyor. Seçimde en büyük silahı bu ucuz konutlar.

Bunlardan bazılarını Konya ve Kayseri’den biliyorum. Bir zamanların, örneğin aç pencereyi, bir daha kapatamazsın, aç dolabı, kolu elinde kalıyor, türü değil. Çevre düzenlemesi dahil, adam gibi konutlar.

CHP bula bula çarşafı buluyor, AKP konutlarla yoluna devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

’Bu koltuklar bizim’, mesele yok

27 Kasım 2008
ÇARŞAF, daha net olarak, kara çarşaf, Anadolu geleneği değil. Yunan’da, matem geleneği. Balkanlar’a ve Anadolu’ya Yunanistan’dan yayılıyor. Çarşaflılara rozet takarak, partiye üye kaydeden Deniz Baykal kara çarşafı Anadolu geleneği olarak gösteriyor ve fena halde yanılıyor.

Bir haftadır çarşafla çalkalanan CHP’de, sorun MYK’ya yansıyor. Genel başkanla birlikte 21 kişilik MYK’da en çok tepki Genel Sekreter Önder Sav’dan geliyor. MYK’nın diğer üyeleri eleştirsin mi, görmezden mi gelsin, pek belli değil.

Buna hızlı Atatürkçü geçinenler dahil. Örneğin, üniversiteden gelenler.

YANSIMA FARKLI

Çarşaf ve rozetin MYK’ya yansıma biçimi farklı. Çarşaf olarak değil.

Partide bir politika değişikliği ya da yeni bir açılım önce MYK’da ele alınıyor. Oysa, çarşaflıyı parti üyesi yapmak, MYK’da hiç konuşulmuyor.

Konuşulmuyor da, ne oluyor? Atı alan Baykal, Üsküdar’ı, pardon MYK’yı çoktan geçiyor. CHP Politbürosuna kapı arasında dedikodu yapmak kalıyor.

Düşüncesini açıkça dile getirmek o partide pek az kişiyle sınırlı lüks bir eylemden ibaret.

MERAK ETMEYİN

Geçen çarşamba MYK’da yine de rahatsızlık var. Durumu gören Baykal, üyelerin yüreğine su serpiyor:

"Merak etmeyin, onlardan kimse gelip buraya oturmayacak".

Yani, kara çarşaflılar aday olmayacak. Hah, şöyle. Herkes derin bir nefes alıyor. Madem ki, onlar milletvekili adayı ya da MYK üyesi olmayacak, "bu koltuklar bizim", o zaman mesele yok.

Baykal ekliyor:

"Tepki göstermek yanlış. Bizim kırılma noktamız bu değil. Biz laiklik ve Cumhuriyet’ten fedakarlık etmeyiz."

Etmezsin ama, bu arada Türkiye’nin gündemi özden uzaklaşıyor. AKP’nin işine yarayan, saçma sapan bir gündem. Hani, nerede muhalefet? Hani, o şakır şakır yolsuzluk dosyaları?

Türkiye ekonomik krizle kıvranıyor. Hani, senin krize çözüm önerilerin?

Kara çarşaflıların gerçek adresi AKP. Aslı varken, gerçek adres orada dururken, o insanlar bir taklide, bir yapay manevraya neden oy verecek?

Hangi nedenle?

Polis müfettişleri ’yok’ demişti

MESLEKTEN diplomat. Sonradan büyükelçi. Uluslararası anlaşmaları yürütüyor. Gün geliyor, polis müfettişi olarak görev yapıyor. Doğrudan Başbakan bağlı. Kanada’da.

Meslekten hukukçu. Devlet adına davalara katılıyor. Gün geliyor, polis müfettişi olarak görev yapıyor. Doğrudan Kraliçeye bağlı. İngiltere’de.

Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Batı ve güney Avrupa’nın büyük bölümünde polisleri polislikten gelen müfettişler değil, polislik dışından gelenler denetliyor. Bizde ise, farklı. Bizde polisleri, polisten gelen müfettişler denetliyor. Sonuç, bildiğiz gibi.

İşkencede hayatını kaybeden Engin Çeber’in karakoldaki durumunu araştırmak üzere, üç polis müfettişine görev veriliyor. Onlar olayın geçtiği karakola gidiyor, bir rapor yazıyor:

"Engin Çeber karakolda işkence görmemiştir".

İki gün önce Çeber’in ölümüyle ilgili iddianame belli oluyor. NTV’nin haberine göre, iddianame müfettişlerin, işkence yapılmadı, dediği karakolda 13 polisin Çeber’e eziyet ettiği iddiasıyla, haklarında ölüme sebebiyet vermekten yargılanmalarını istiyor.

O üç polis müfettişinin durumu şimdi ne olacak? Görevde ihmal yok mu? Görevi kötüye kullanma? Ya da kayırma? O müfettişlere şimdi kimse, "siz ne yaptınız" diye sormayacak mı?

Hayır, sormayacak.
Yazının Devamını Oku

Apo son olarak Marx, Lenin ve Kürtleri aşmış

26 Kasım 2008
YALNIZLIK başına vuruyor. Yalnızlık, normal olmayan bir ruh hali yaratıyor. İmralı mahkumu Apo’nun ruh hali şu iki cümleyle netleşiyor:<br><br>"Ben Marx’ı aştım, Lenin’i aştım".

Oooo, müthiş. Aşmanın devamı var:

"Ben Kürtleri de aştım, ben her şeyi aştım."Oooo, vay canına.

Bu cümleler otantik. Birebir kendisine ait. Birebir kayıtlardan aktarma.

Apo Kürtleri aşıyor, ama Kürtlerin bir bölümü onu aşmayı bir türlü beceremiyor. O nedenle, o bölümün çuvallaması sürüyor.

Yazının Devamını Oku