Yalçın Doğan

Sadece o fotoğraf servis ediliyor

13 Ekim 2010
TÜRKİYE - Almanya maçı bitiyor, Türkiye 3-0 yeniliyor, Almanya Başbakanı Merkel Alman futbolcuları kutlamak için soyunma odasına iniyor. Hepsini tek tek kutluyor, ama o kutlama töreninden dünya medyasına sadece tek bir fotoğraf servis ediliyor, dağıtılıyor:

Merkel’in Alman milli takımında forma giyen Türk asıllı futbolcusu Mesut Özil’i kutlayan fotoğrafı.

Türk asıllı olduğu halde, Alman milli takımında oynayan Mesut Özil, o maçta Türkiye’ye bir de gol atıyor.

Asıl olay sahada ve saha dışında. Maç sırasında top ne zaman Mesut’a gelse, Türk seyirciler onu ıslıklıyor. Saha dışında da, Mesut hakkında ileri, geri pek çok laf ediliyor, yazılıp çiziliyor.

Ancak, hiç kimse Merkel-Mesut Özil fotoğrafının sırrına dikkat etmiyor.

ELVAN ÖRNEĞİ

Mesut’a Türkiye’de belli bir çoğunluk kızıyor, Türk asıllı ama Alman milli takımında oynuyor, gerekçesiyle. Yeni bir kör milliyetçilik örneği.

Hemen akla gelen ilk soru: Türk milli takımını o zaman neden bir Hollandalı çalıştırıyor? Türkleri neden bir Türk çalıştırmıyor? Neden elin gavuruna teslim ediliyor takım?

Ya da başka bir soru: Uzun mesafe koşucusu Elvan Abeylegesse Etiyopya asıllı, bir Türk ile evleniyor, Türk vatandaşlığına geçiyor. Sonra Türk milli formasıyla koşuyor. Elvan kazandığında neden milli duygularınız kabarıyor ve onu alkışlıyorsunuz? O Etiyopya asıllı, Türk değil ki.

Etiyopya milli forması altında koşmadığı için neden onu ıslıklamıyorsunuz? Çok basit, çünkü o Türkiye için koşuyor.

Al sana bir kör milliyetçilik örneği daha, bu defa tersinden.

UYUMA KATKI

Asıl soru başka, asıl soru şu:

Neden sadece o fotoğraf servis ediliyor? Bütün Alman milli takım oyuncularını tek tek kutlarken, neden sadece Merkel-Mesut fotoğrafı?

Son zamanlarda Almanya’da yeniden kazan kaynıyor, Türklere karşı tavır kitaplarda, gazetelerde yeniden alevleniyor.

Merkel, Mesut’la fotoğrafını dağıttırarak, Almanya’da yaşayan Türk toplumunun Almanya’ya uyum sağladığını göstermek istiyor. İşte, Türk asıllı ama, Alman milli takımında, üstelik gol de attı, kutlamasıyla.

Mesut iyi oynayarak, Almanya’daki Türklere hizmet ediyor. Bırakın ıslıklamayı, aslında Mesut’u alkışlamak gerek. Özellikle de, Almanya’da yaşayan ve maçta onu ıslıklayan Türklerin alkışlaması gerek.

Kötü oynasaydı, asıl o zaman üzülmeleri gerekirdi.

Mesut’un bize attığı gol, Almanya’da yaşayan Türk toplumunu, hiç olmazsa bir süre rahatlatıyor. “Türkler Almanya’ya uyum sağladı mı, sağlamadı mı” tartışmalarına olumlu bir hat çekiyor.

Ah, yok mu o kör milliyetçilik, bağnaz açı, neyin yarar, neyin zarar sağlayacağını kökünden saptırıyor. İnsana bindiği dalı kestiriyor.

Demokrasi ve kalkınma müzesi

TÜRKİYE’nin kırk yılına damgasını vuruyor. Muhalefet lideri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak. Süleyman Demirel.

Demirel kendi adıyla anılan üniversitede düzenlenen törene katılmak üzere, Isparta’ya iki gün önceden gidiyor. Doğduğu İslamköy’de yapılmakta olan müzeyi denetlemek için.

İslamköy’de doğduğu ev halen müze. O evin yanında, kardeşi Şevket Demirel’in yaptığı bir başka bina daha var. O bina büyük bir müze oluyor, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi.

Bir, iki ay içinde açılması öngörülen müzede:

- Elli yılın tarihi var. Devlet arşivi ile birlikte, Demirel’in kişisel arşivi. Türkiye’nin son elli, altmış yılını araştırmak isteyenlere özgün bir arşiv. Sıkı koruma altında bulunuyor. Gerçek tarih orada yatıyor.

- 45 bin kitaptan oluşan bir kütüphane. Demirel hem kendisi kitap meraklısı, hem de ona çok sayıda kitap getiriliyor.

- Kendisine yurt içi ve yurt dışında armağan edilen giysiler, yerel kıyafetler. O giysiler müzede mankenlere giydiriliyor.

- Demirel’in hayatını fotoğraflarla anlatan bir bölüm.

Müzeyi profesyonel bir ekip hazırlıyor. Bu tür bir müze Türkiye’de bir ilk.

13 yıl neden saklanır

BURASI otoriter yönetimlerin at koşturduğu tipik Orta Doğu ülkeleri gibi.

İnsanların telefonlarını dinlemek, özel hayatlarını kayıt altına almak otoriter rejimlere özgü bir yöntem.

Hele, bir zamanlar dinlenen telefonlardan alınan kayıtların yıllarca saklanması ibretlik, rejimin niteliğini sergileyen bir örnek. Şu kayıt bulunsun, günü geldiğinde işe yarar, hafiyeliği. Yazdığı kitap nedeniyle, sol örgütle bağlantısı var, gibi garip bir gerekçe oluşturularak tutuklanan Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın makam odasında bulunduğu öne sürülen dinleme kayıtları var. Toplumun değişik kesimlerinden bazı kişilerin telefon kayıtları. 13 yıl öncesine ait.

Telefon dinleme istisna değil, kural haline geliyor. Bunu yaşayarak öğreniyoruz.

Ancak, o kayıtlar doğru ise, onları 13 yıl saklamak, 13 yıl önce hangi planın sonucu? Neyin hazırlığı? Olayın bir başka ürkütücü yönü de, burada.
Yazının Devamını Oku

Ha 1968, ha Kusturica’yı protesto

12 Ekim 2010
GİZLİ kararname. İsimler tersten yazılmış, Sartre Jean Paul, Beauvoir de Simone, Neruda Pablo.

Bu insanların dünya felsefesine, düşüncesine, edebiyatına katkılarını burada anlatmaya kalkmak gereksiz.

Biz onların Türkiye’ye girişini yasaklıyoruz.

Yıl 1968, gizli bir Bakanlar Kurulu kararnamesiyle, dünya çapındaki bu insanların Türkiye’ye girişi yasak, çünkü onlar komünist.

Skandal 1971’de patlak veriyor, Sartre Türkiye’ye gelmek istediğinde, ona vize verilmiyor.

Yazının Devamını Oku

İletişim müthiş: “Siz yalnız değilsiniz”

9 Ekim 2010
“ÇİNGENE lakaplı Arjantinli şarkıcı kimdir?” Yarışmaya katılan Lilian Ramirez isimli kadın on beş, yirmi saniye düşünüyor ve doğru yanıtı veriyor. Yarışmada bir sonraki soruya geçilmiyor, uzun bir sohbet başlıyor.

Bir zamanlar bizde “Kim Beş Yüz Milyar İster” başlığı ile popüler olan bilgi yarışması, dünyanın pek çok ülkesinde hala ekranlarda. “Kim milyoner olacak” başlığı ile hala geniş bir izleyici kitlesine sahip.
 
Aynı yarışma Şili’de de yapılıyor. Şili’de eylül ortasında yayınlanan program çok özel.

Şili’de yerin 700 metre derinliğinde mahsur kalan 33 madenci için, Kim Milyoner Olacak yarışması düzenleniyor. Yarışmaya katılanlar yerin altında kalan madencilerin yakınları. Lilian Ramirez o madencilerden birinin eşi.

Özel durum burada ortaya çıkıyor.

SARSICI ÖRNEK

23 Eylül tarihli Die Zeit gazetesinde çıkan uzun bir haber-röportaj olayın bütün ayrıntılarını yazıyor. Ben de, size oradan yararlanarak aktarıyorum. Die Zeit’taki haber-röportajı okuyorum, eşine pek rastlanmayan yarışma.

Yarışmaya katılan Lilian Ramirez’in yanında, ona sorularda yardımcı olmak üzere, bilgisine güvenilen bir oyuncu oturuyor. Lilian bilemezse, oyuncu katkıda bulunuyor.

Soru soruluyor, yanıt alınıyor, ardından yer altında mahsur kalan madencilerle ilgili sohbet başlıyor. Lililan’a eşi ve ailesi ile ilgili özel sorulara geçiliyor. Her sorudan sonra, 700 metre aşağıda kurtarılmayı bekleyen madencilere selam ve övgü eksik değil. Lilian:

“Bu yarışmadan kazancağım para ile eşime araba alacağım, şoförlük yapsın, onu bir daha madene yollamam”.

Salondan alkışlar.

Lilian kendi tutamıyor, “o bana seni seviyorum demez pek, ama bakın bir mektup yazmış vaktiyle, bana olan aşkını itiraf ediyor”.

Lilian özel mektubu okuyor, salonda gözyaşları. Yarışmayı yöneten diğer soruya geçiyor:

“Bir Şili filmi olan Nana’nın baş rolünü kim oynadı?”

Doğru yanıtın ardından yine bir kaza ile ilgili sohbete geçiliyor. And Dağlarına düşen bir uçakta, kar ve buzullar arasında 72 gün sonra kurtarılan insanların öyküleri anlatılıyor. Yaşayanlar ölmüş olan diğer yolcuların etini yiyerek hayatta kalıyor.

Öyle sarsıcı bir örnek ki, madenciler de kurtarılacak, umudu yarışmayı izleyen milyonlarca insanın inancına dönüşüyor.

ÇOK KİLOMETRE

Lilian ve yardımcısı El Ezher Üniversitesinin Kahire’de mi, İskenderiye’de mi kurulduğunu bilemiyor. Ama, on bin Euro kazanarak yarışmadan ayrılıyor.

Yerine geçen Carolina bir başka madencinin kızı. Yarışmayı yöneten kişi onun babasını kahraman ilan ediyor, yer altında verdiği hayati mücadeleden dolayı aileyi topluca kutluyor.

Carolina 49 bin Euro kazanıyor.

Yarışma bir süs. Yarışma fikri muhteşem. Amaç topulumu, hayat mücadelesi veren insanların yanında motive etmek. Ailelerine maddi katkıda bulunmak. Yer altındaki insanları tek tek Şili Halkına tanıtmak, yer altında ve üstündekilere moral aşılamak. İşin özü şu:

“Siz yalnız değilsiniz, biz sizin yanınızdayız”.

Bilgi yarışması orkestra şefi gibi, özel yaşamlar üzerinden koca bir ülkeyi yer altındaki insanların kurtarılmasına odaklıyor.

Ulusal bir felakette dayanışma ne imiş, cümle alem görüyor.

Burası Türkiye, Şili ile aramızda coğrafi olarak on beş bin kilometre var. Yok hayır, çok daha fazla, binlerce ve binlerce kilometre var.

Yeni Anayasa Mahkemesi’ne Ayna: Hicabi Dursun

ANAYASA Mahkemesi üyeliğine TBMM pardon, AKP tarafından seçilen ilk üye Hicabi Dursun. Dursun’un durumu yeni oluşacak Anayasa Mahkemesi’nin aynası.

Geçen yıl Sayıştay’da boş üyelik var, Hicabi Dursun üyelik için aday. Ancak, Sayıştay’daki oylamada o da, başkası da seçilemiyor. Seçme işi Meclise kalıyor.

Adaylar arasından Hicabi Dursun AKP oylarıyla Sayıştay üyesi oluyor.

AKP ve Dursun ilk yarıda 1-0 önde.

Üç gün önce ikinci yarı başlıyor. Anayasa Mahkemesine Sayıştay’dan bir üye gelecek. Adaylardan biri Hicabi Dursun, ama Sayıştay’ın Anayasa Mahkemesine önerdiği adaylar arasında en az oy alan kişi.

Mecliste tartışmalı oturumda Hicabi Dursun AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçiliyor. AKP Anayasa Mahkemesinde bir üye daha kazanıyor.

“Anayasa değişikliği referandumunda demokrasi için evet diyen” solcu, molcu, aydın maydın, liberal miberal ve şürekasının kulakları çınlasın.

Bak şu seçimlere, yeni Anayasa Mahkemesi ne olacak, hangi demokrasi gelecek, anla.
Yazının Devamını Oku

Haberal otuzdan fazla dava açtı

8 Ekim 2010
TAHLİYE talebinin her geri çevrilmesinden sonra, Ergenekon tutuklusu Prof. Dr. Mehmet Haberal istemini reddeden yargıç ya da yargıçlar aleyhine iki girişimde bulunuyor. Bir, ceza davası açmak için HSYK’na başvuruyor. İki, doğrudan tazminat davası açıyor.

Türkiye bugünlerde tarihiyle yüzleşiyor. 12 Eylül’den tutun da, geride kalmış ölümlere, ihmallere, cinayetlere, idamlara, insan hakkı ihlallerine, cezaevi uygulamalarına kadar çeşitli dosyalar tozlu raflardan indiriliyor. Onlarla ilgili diziler, filmler çevriliyor, romanlar yazılıyor.

Eminim ilerde bir gün de, Ergenekon için roman yazılacak, belki halen yazılıyor olabilir, filmi çevrilecek. Her yönüyle.

Bin türlü konusu, tutukluların kimlikleri, tutuklu yakınları, davanın seyri, iddianamenin içeriği, avukatlar ile davaya bakan yargıç ve savcıların kimlikleri, cezaevinde yaşananlar dahil olmak üzere.

ONUR ÖDÜLÜ

O roman ya da filmde dava sırasında dışarıda neler yaşandı faslı yer alacağı zaman, hemen bugünden bir örnek var.

Amerikan Cerrahlar Birliği Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı onursal üyeliğe layık görüyor. Onu tanıtırken, “ünlü bir cerrah ve hayırsever” ifadelerini kullanıyor. 25’ten fazla aldığı ulusal ve uluslararası ödüllere bir yenisi ekleniyor.

“Ünlü ve hayırsever cerrah” şu sıralarda hakkını aramakla meşgul. Arka arkaya davalar açıyor.

Daha önce yargıçlar hakkında açtığı tazminat davasını kazanıyor. O dava Yargıtay’a gidiyor, Hukuk Genel Kurulundan sonuç bekleniyor.

Ondan ayrı olarak:

Haberal otuzdan fazla dava açıyor. Tahliye talebini reddeden yargıçlar aleyhine beş, on ve yirmi bin liralık tazminat davaları.

Hukuken bu tür davaları hemen açmak mümkün.

Bundan ayrı olarak:

Aynı yargıçlar aleyhine ceza davası açabilmek için HSYK’a başvuruyor, ceza davası için HSYK’nın izni gerek.

DİSKETLER HÂLÂ POLİSTE

Haberal müthiş bir hukuk savaşı veriyor.

Bir de, polisler hakkında suç duyurusunda bulunuyor, İçişleri Bakanlığı’na başvuruyor.

Polisler, çünkü:

Gözaltına alındığında, polis hastanede, evinde, üniversitede yaptığı aramalarda çok sayıda diskete el koyuyor. Onların Haberal ile ilgisi yok.
Aradan once zaman geçmesine rağmen, disketler hala poliste. Haberal “polisin aramasını haksız ve geniş tuttuğu” gerekçesiyle, polisler hakkında da suç duyurusunda bulunuyor.

Sadece Haberal değil, Ergenekon’da her bir zanlı ayrı bir roman.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “tutukluluk fiili cezaya dönüştü” diyerek, itirazını kamu oyu ile paylaşıyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç benzer tepkide.

Ergenekon üçüncü yılını doldurmak üzere.

Hilmioğlu’na iki hayati rapor

ERGENEKON tutuklularından biri de, Malatya Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu.

Hilmioğlu’na ileri derecede siroz tanısı konuyor. Hastalığın ardından Cerrahpaşa Hastanesi tarafından verilen iki raporda, “Cezaevi koşullarında bu hastalık kansere dönüşür” deniyor.

Prof. Hilmioğlu buna rağmen, hâlâ cezaevinde.

Borsa ve altın keyfini çıkarıyor

SICAK para Türkiye’de en neşeli günlerini yaşıyor. Dolar 1.40’larda sürünürken, sıcak para sahipleri artık kimlerse, hepimizin sırtından ceplerini doldurmakla meşgul.

Borsa ve altın başını almış gidiyor. Dolar düşerse, borsa ve altın yükseliyor, kural bu.

Doların düşmesi ihracatı vuruyor, ihracatçılar kan ağlıyor. Birinci derecede ihracatı düşünen Devlet Bakanı Zafer Çağlayan doların düşmesini kaygıyla izliyor.

Karin aklını kaçırmış

İSVEÇ’te yeni kabine açıklanıyor. O açıklamayla birlikte, İsveç devlet televizyonunda haber ve program sunuculuğu yapan Karin Hübinette görevinden istifa ediyor. Diyor ki:

“Kız kardeşim kabinede bakan oldu, benim sunuculuk yapmam, tarafsızlık ilkesine aykırı düşer”.

Bu Karin aklını kaçırmış galiba. Belli ki, dünyadan haberi yok. Gelsin Türkiye’ye, kardeşi bakan olsun, sunuculukta en kral programlar ona verilir, sunuculuktan genel müdürlüğe, oradan müsteşarlığa emin adımlarla yürür. Eğer sunucu değilse, anında sunucu olur, ona bütün yollar açılır.

Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip olduğuna göre, İsveç gibi bir ülkeyle arasında o kadar uygarlık farkı olacak.
Yazının Devamını Oku

400 ayrı panelde iktidar arayışı

7 Ekim 2010
“DEĞİŞİM için yeni kuşak” panelinde bir kadın kalkıyor, panelistlerden birine “yeni kuşağın bir parçası olarak size şunu sormak istiyorum” diyor.

Yeni kuşağın parçası kadın 77 yaşında.

Panel Manchester’de İngiliz İşçi Partisi’nin son kongresinde. Panele katılan partinin yeni başkanı Ed Miliband soruları yanıtlıyor.

Ed Miliband’ın başkan seçildiği kongre nedeniyle Manchester’de sosyal demokrasinin geleceği ve sosyal politikalarla ilgili 400 ayrı panel düzenleniyor.

Bunlardan biri de, “Değişim için yeni kuşak”, (New Generation for Change). Burada yeni olan, fikirler ve değişim. 77 yaşında bir kadın değişimi vurguluyorsa, sosyal demokrat partiler ne güne duruyor?

Yazının Devamını Oku

Gül’e dışarıda bir görev

6 Ekim 2010
ARALARININ açılacağını kimse beklemesin. O yöndeki dedikodulara kimse itibar etmesin.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan arasında zaman zaman şu ya da bu konuda görüş farkı olabilir, bu normal, ama ikisi arasında temelde farklı bir yaklaşım yok.

İkisi yıllardır dayanışma halinde. Gül, Erdoğan’ın parti içindeki liderliğini kabul ediyor, Erdoğan Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtiriyor. Bundan dolayı ikisi de gocunmuyor.

Öyle anlaşıyorlar ki, örneğin Meclisten geçen yasalar, örneğin rektörlerden valilere, genel müdürlerden büyükelçilere kadar atamalar, örneğin dış politika adımları tam bir uyum içinde.
ŞİMDİ YEDİ YIL

Yazının Devamını Oku

Adaletin bu mu dünya

5 Ekim 2010
KIZ 13 yaşında. İnsan kılığındaki 28 kişi 13 yaşındaki kıza tecavüz ediyor. Tam 28 kişi. Vahşeti dağda, bayırda aramak yersiz. İşte, vahşet bu.

28 kişi yakalanıyor. Yakalanıyor da, ne oluyor?

Mahkeme sekiz yıl sürüyor. Suç zaman aşımına sokuluyor.

Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi kararının devamı var. Sanıklara ırza geçmeye azmettirme suçunun en alt sınırından ceza veriliyor. Bir yıl ile dokuz yıl arasında değişen cezalar. Üstüne üstlük, iyi halden dolayı cezalarda indirime gidiliyor.

Yetmiyor, mahkeme 13 yaşındaki kızın tecavüzde rızası olduğunu kabul ediyor.

Yazının Devamını Oku

Şen gittik şen döndük

2 Ekim 2010
SANKİ en lüks lokantalardan biri. Masa örtüsü, çatal bıçak takımından başlayarak, servis edilen yemeklere, masaya oturduğunuz anda yanı başınızda biten alımlı, çalımlı kız garsonlara, şampanyasından viskisine, birasından meyve suyuna kadar kadar, hiç bir eksik yok. Beşiktaş-Rapid Wien maçının oynandığı stadyum. Anlattığım lokanta aslında stadyumun VIP salonu. Rengarenk bir salon. Kıskanıyorum ve imreniyorum.
Şıkır şıkır bir lokanta. Masadan kalkıp, on adım atıyorsunuz, stadyumdaki koltuğa oturuyorsunuz. Şeref tribünündeki koltuğa. Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören’e dönüyorum, salon nasıl, gibilerinden. Demirören söz veriyor:
“Biz daha iyisini yapacağız.”
Dikkat ediyorum, stadyumda, bizdeki gibi loca yok. Bizde loca bol, ama bizim stadyumlarda böyle VIP lokantası yok.
Beşiktaş, beklendiği gibi, Rapid’i yeniyor. Maçtan önce bizim otobüsün Avusturyalı şoförü, skoru Beşiktaş lehine 3-1 tahmin ediyor. Holosko biraz daha becerikli olsa, bencil olmasa, 4-1 bile olabilir.
Zaten maç günü Avusturya Basınına bakıyorum, büyük bir telaş hakim. Maça gelecek seyircileri kastederek, “bugün bizim elli bin golcümüz var” diyerek, takımlarını pompalıyorlar, ama nafile.
HAYATIN OLAĞAN AKIŞI
Maçtan sonra, akşam özel uçakla İstanbul’a dönüyoruz.
Saat gece yarısını çoktan geçiyor. Uyuklayan tek bir kişi yok. Uçak cıvıl cıvıl. Herkes galibiyetin tadını çıkartıyor. Beşiktaş şarkıları eşliğinde.
Ya futbolcular? Günün kahramanları?
Sanki galip gelen onlar değil. Sanki birkaç saat önce sahada nefes tüketen onlar değil. Mütevazı, kendi aralarında ses tonunu hiç yükseltmeden, oradan buradan konuşuyorlar. Ne bir taşkınlık, ne bir sevinç gösterisi. Hiç bir şey olmamış gibi. Hayatın olağan akışı.
Uçağın kalkmasını beklerken, salonda en iyi oyun sergileyenlerden Ernst çoktan bilgisayarına kapanıyor.
MANTALİTE DEĞİŞMİŞ
Ernst’e sorularım üzerine, verdiği yanıtları topluca aktarıyorum:
“İkinci yarıda iyi oynadık. (...) Alman Milli Takımı benimle ilgilenmiyor, benim onunla değil ama, galiba teknik direktör Löw’ün benimle sorunu var. (...) Kritik anlarda bizden biri gol kaçırırsa, takımın kendine gelmesi biraz zaman alıyor.”
Karşımda Oueresma, oturduğu yerde bacağını dik uzatıyor, yürürken sekiyor. Genç Necip temiz yüzlü ve saygılı haliyle çevresini izliyor.
Teknik direktör Schuster aynı tevazu içinde, benim girişimim üzerine, bekleme salonunda birbirimize “çak” yapıyoruz, gülüyor, o kadar.
Bu Beşiktaş’a bir şeyler olmuş. Mantalite değişmiş.
Bu yıl şampiyon olur olmaz, UEFA’da şuraya kadar gider, gitmez, bilemem. Ama, bu Beşiktaş Avrupai özelliğe bürünmüş. Takım olarak güvenli, saygılı, futbol dışında iyi bir eğitimden geçmiş görünümünde.
Viyana’ya giderken “çocuklar gibi şendik”, dönerken yine şen dönüyoruz.

Hanefi Avcı’nın yarattığı ikilik

28 Şubat sürecinde şimdi tutuklanan emniyet müdürü Hanefi Avcı’ya en çok cemaat sahip çıkıyor. O süreçte askerler ve Avcı karşı karşıya.
Aradan on küsur yıl geçiyor, Avcı yazdığı kitapla cemaati yerden yere vuruyor, bu kez ona askerler sahip çıkıyor gibi, bir izlenim doğuyor.
Ankara’dan kaynaklanan bir iddia var:
Avcı başına gelecekleri biliyor, çevresindeki çember daralıyor, kitabı onun için yazıyor. Yazarken dışardan destek bekliyor ya da destek alıyor.
Kitapta anlattığı o kadar mahrem bilgiler var ki, emniyet içinde farklı görüşler beliriyor.
Bir kesim, o olayların anlatılmasını doğru bulmuyor. Avcı’yı suçluyor. Diğer kesim ise, baştan sona onu haklı görüyor.
İddiaya göre, Avcı iktidar partisi içinde de, ikilik yaratıyor. “Cemaat ilişkimizi biraz yumuşatalım” diyenlerle, “cemaat ilişkimizi pekiştirelim” diyenler var.
Bu iddialar bir yana, bir başka gerçek var.
Bugün fiilen görev yapan emniyet güçleri içinde Hanefi Avcı’nın yüzlerce değil, yetiştirdiği binlerce istihbaratçı var.
Emniyet içinde bir de duygusal olarak, öğretmenleri olarak, kendini ona yakın hissedenler var. Şimdi öğrencileri öğretmeni yakalıyor, belli bir hoşgörü içinde ama rahatsızlık duyarak onu gözaltına alıyor.
O kitabı neden yazıyor? Bu sır henüz çözülmüş değil.
Susurluk gibi. Bu kitap ve bu tutuklamadan ortaya daha çok şey dökülecek.
Yazının Devamını Oku