Yalçın Doğan

AİHM hatta ‘Neden görevden almadın’ diye soruyor

26 Kasım 2010
GÖREVDEN alınan askerlerle, generallerle ilgili bir örnek yok. Ama, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) Türkiye’den polisle ilgili çok sayıda dava var.

Ben Avrupa Hukukuna inanıyorum, Avrupa Hukukunun insan haklarına denk düştüğüne güveniyorum. AB’ye tam üyelik başvurusunun kabulünden sonra, 2005 ve 2006 Avrupa Hukukuna uyum için bizde reformların gerçekleştiği dönem. Avrupa Hukuku aynı zamanda bizim hukukumuz.
Türkiye’de her şey o kadar siyasal ki, hukuki uygulamalar bile, bizim siyasal görüşümüze göre şekilleniyor. Sokaktaki adamdan Başbakana kadar.
O nedenle, üç generalin iki bakan tarafından görevden alınmasına AİMH gözlüğü ile Avrupa Hukuku açısından bakıyorum.
Ve çok çarpıcı bilgilere ulaşıyorum.
İŞKENCE DAVALARI
AİHM’de Türkiye’den çok sayıda işkence davası var. Davalara göre, polis işkence yapıyor. Şimdi sıkı durun:
İşkence yaptı mı, yapmadı mı, soruşturuluyor. Soruşturma idari işlem. Bu işlemin tarafsız olması için, hakkında soruşturma açılan polislerin görevden alınması gerek. Ama, İçişleri Bakanlığı almıyor.

Yazının Devamını Oku

Türkiye ve AB, dostlar alış verişte görsün

25 Kasım 2010
SÜREKLİ çeşitli organizasyonlar düzenliyorlar. Sürekli değişik toplantılara katılıyorlar. Sürekli birileriyle buluşuyorlar.

Hayır, biz değil, Brüksel’de AB üyeliği için çalışan küçük ülkeler.
Brüksel’de büroları var. Sabah, akşam mutlaka fırsat yaratıyorlar. Mutlaka AB yetkilileri ya da parlamenterlerle görüşüyorlar. Çayda, kahvede bir araya geliyorlar, yemeklerde birlikte kadeh kaldırıyorlar. Hem bilgi topluyorlar, hem arayı sıcak tutuyorlar. Onlarla içli, dışlı dostluk kuruyorlar.
Kendileriyle ilgili her rapor öncesi ve sonrasında, seksen defa görüş alış verişinde bulunuyorlar.
Örneğin, Hırvatistan ki, bizimle aynı anda tam
üyelik adayı, şu anda bırakın
üye olup olmayacağının tartışmasını, çoktan tam üye olmuş muamelesi görüyor.
O kadar ki, AB’nin komisyonlarında Hırvatistan’ın

Yazının Devamını Oku

Biri ittifak diye kuyuya taş attı

24 Kasım 2010
AHMET Türk, Feridun Yazar, Yaşar Kaya gidiyor, önce Refah Partisi yönetimi ile görüşüyor. Kürtlerin partisi HEP (Halkın Emek Partisi) adına.Karşıda Necmettin Erbakan, Recai Kutan, Fehim Adak var. Yıl 1991. Konu seçim ittifakı, amaç 91 seçimlerine birlikte girmek.

Erbakan ve arkadaşları haddinden fazla cin. Orta Anadolu’da MHP güçlü. Erbakan ve arkadaşları Orta Anadolu için MHP ile ittifakı düşünüyor.

Doğu ve Güneydoğuda HEP güçlü. Erbakan ve arkadaşları bu bölgeler için HEP ile ittifakı düşünüyor. Tabii olmuyor.

HEP o sırada seçimlere girme hakkını kazanamıyor, yasa gereği belli sayıda yerde örgüt kuramadığı için.

RP ile anlaşamayınca, ittifak şansını Erdal İnönü liderliğinde SHP’de deniyor.

HEP SÖZÜNDE DURMADI

İnönü sonradan çok tartışılsa bile, Kürtlerin Mecliste temsil edilmesinden yana. Onları SHP listelerinden seçime, oradan Meclise taşıyor.

HEP’in başında o sırada Fehmi Işıklar var. Yapılan anlaşmaya göre:

HEP kendini feshedecek, milletvekilleri SHP’de kalacak, HEP tabanı SHP’ye geçecek. Yani, ittifakı aşan bir birliktelik.

Ne var ki, HEP sözünde durmuyor. Seçildiklerinden kısa süre sonra, Kürt milletvekilleri SHP’den istifa ediyor. Taban filan da, SHP’ye geçmiyor.

Çünkü, bu ittifakta HEP tabanının fikri sorulmuyor.

Kaldı ki, HEP kendini yaşatmak istiyor. Fehmi Işıklar SHP’de kalıyor, Işıklar engellemeye çalışmış olsa bile, HEP’in başına Feridun Yazar geçiyor.

SHP ZARAR GÖRDÜ

Yirmi yıl önceki ittifak öyküsünün kaba özeti böyle.

Şimdi CHP ile BDP arasında, birilerinin ortaya attığı, fakat iki tarafın yöneticilerinin de yalanladığı ittifak haberleri almış başını gidiyor. Hele BDP yöneticileri daha şenlikli. Bir dedikleri diğerini tutmuyor.

Böyle bir ittifak olmaz, çünkü:

BDP hâlâ PKK denetiminde.

Kürt sorununda ne BDP, ne CHP’nin somut çözümü henüz yok.

Türbandan Kürt Sorununa kadar, CHP’nin kafası henüz karışık.

BDP hâlâ Kürtlerin partisi olarak kalmak eğiliminde.

Kaldı ki, böyle bir ittifak için, parti tabanı ve seçmenin nabzını yoklamak gerek. 1991’de SHP kendi tabanı ve seçmeninin nabzını yoklamadan, ittifaka giriyor ve bundan epey zarar görüyor. Hem o seçimde, hem sonrasında.

Bugün biri kuyuya bir taş atıyor, ittifak diyor, burası Türkiye, çıkartabilirsen, çıkart.

Kim doğru yazıyor

FIKRADAKİ gibi, yukardan bakınca herhalde öyle görünüyor.

Majestelerinin bir gazetecisi, Lizbon’da Türkiye ne istediyse, onu aldı diyerek, iktidarı öve öve bitiremiyor.

Başbakan bile daha temkinli sözler söylüyor.

O arkadaşın huyudur, iktidara kim geçerse, at değiştirmekte mahir olduğu için, kendini acele oraya yazdırıyor. Bir bakıyorsunuz FKÖ’nün yaman savunucusu, bir bakıyorsunuz İran İslam Devrimi’nin yılmaz bekçisi. Kürtlerin has dostu, Özal’ın elçisi. Şimdilik AKP şapkasıyla dolaşıyor. Yarın CHP iktidar olsun, sollamadığı kimse kalmaz.

Bir başkası, aslında dikkatli ama, kendini ara sıra kaptırıyor, “Amerika ile bizim aramızda sorun olmadığını” yazıyor.

Washington ve New York’ta ayyuka çıkmış durumda, tüm araştırma kurumları ki, Amerikan yönetimine veri sunuyorlar, Türkiye’ye kuşkuyla bakıyor. Kongre benzer tutumda, “önümüze Türkiye ile ilgili bir tasarı gelse de, dünyanın kaç bucak olduğunu göstersek” havasında. Amerikan gazetelerinde yazılanlar cabası.
Bu arkadaşlar hiç mi Batı basınını görmüyor? İzledikleri toplantılarda hiç mi başkalarının sözlerini duymuyor, davranışlarını görmüyor?

Orada yazılanları okusalar, gördüklerinin altını çizseler, sonra aynaya baksalar yeter.

‘Hayata Dönüş’ kararı verenler nerede

MAHKEME tam on yıl sonra kuruluyor. On yıl sonra.

19 Aralık 2000 yılında Bayrampaşa Cezaevinde tutuklular direnişe geçiyor, F tipi cezaevini protesto için. Direnişe son vermeleri için, araya pek çok kişi ve kurum giriyor, ancak tutuklular direnişten vazgeçmiyor.

Yönetim direnişi kırmak üzere, adına “Hayata Dönüş Operasyonu” verdiği müdahalede bulunuyor.

Hayata dönüş, hayata veda haline geliyor. Müdahale sırasında, bir bölümü tutuklu, 28 kişi hayatını kaybediyor. Tam facia.

Yıllar yılı bu işin sorumluları hakkında yargıya başvurular var. Nihayet dün operasyona katıldığı öne sürülen 39 er mahkeme önüne çıkıyor.

Durum garip. 39 er herhalde kendiliğinde operasyon planlamıyor, kendi kendine “şu direnişi kıralım”, demiyor. Herhalde birileri onlara emir veriyor. Birileri müdahale için karar alıyor.

Ama, o emir verenler, karar alanlar, onlar kimse, onlardan hiç biri dün yargı önünde değil.

Bu nasıl iş?
Yazının Devamını Oku

Lizbon’dan geriye kalan kaygı

23 Kasım 2010
BATI basınından izliyorum NATO Zirvesi ve füze kalkanı haberlerini. Füze kalkanı değil, doğrusu füze savunma sistemi. Amerikan, İngiliz, Alman Basınında çıkan haberler, bizdekilerden çok farklı.

O kadar yazılıp çiziliyor ama, yine de önce biraz özet teknik bilgi aktarmak gerek.

Füze savunma sistemi füze yerleştirmek değil, karşı tarafın bize füzesini attığını saptayacak radar sistemi kurmak.

Kısa, orta ve uzun menzilli füzeler var. Savunma sistemi menzili 1.500 kilometreyi aşan uzun menzilli füzelerin hareketini saptayan sistem. Tartışma konusu olan bu.

NATO’ya göre, düşman, füzesini ateşlediğinde, NATO bunu ne kadar erken algılarsa, o füzeyi imha edecek sistem, devreye o kadar erken giriyor.

Radarlar, füzeyi ateşlemesi düşünülen ülkeye ne kadar yakın olursa, füzenin ateşlendiğini o kadar erken haber veriyor.

O radarlar hangi ülkeye yerleştirilecek? Türkiye işte burada mercek altına alınıyor.

ZORLA KABUL

Füze savunma sistemi NATO çerçevesinde ama özünde Avrupa ve Amerika’nın korunmasına yönelik.

Düşmanın füzesinden kendini korumak için radarların yerleştirileceği ülkeler arasında Polonya ile birlikte Türkiye de var.

NATO’da düşman artık Rusya değil. O çok eskide kalıyor. Avrupa, daha çok Amerika, füzenin İran’dan atılacağı kaygısını taşıyor.

İran’a en yakın yer Türkiye. İran’la ilişkilerini düşünerek, Türkiye radarları istemiyor.

Ancak, Lizbon’da kabul etmek zorunda kalıyor.

Komuta düğmesinin biri bizde, öteki başkasında, hikaye. Radarlar burada mı, değil mi, ona bakmak gerek.

KRİTİK AN

Özellikle Amerikan basınına göre Lizbon’da NATO Zirvesinde kritik an perde arkasında yaşanıyor:

“Türkiye’de eksen kaydı mı, kaymadı mı” görüşü.

Türkiye eğer gerçekten eksen kayması yaşıyorsa, “İran’a karşı düşünülen savunma sistemini kendi topraklarında istemez”. Bu durumda:

Batı ile Türkiye’nin ilişkileri gözden geçirilir.

Bu kadar açık değil ama, yazılan ve söylenenlerden çıkan anlam bu.

Ancak, buna gerek kalmıyor, Türkiye Lizbon’da NATO’nun dediğini yerine getiriyor. Getiriyor ama, NATO ülkelerinin kafasında bin türlü soru işareti bırakıyor.

Ankara’nın gerekçelerini ve manevralarını elin oğlu kayda geçiyor. Eksen kayması kaygılarıyla. Dedikodu ötesinde, çok ciddi olarak.

17’nci ekonomide 160 ölü

TÜRKİYE gelişmiş ülke filan değil, şimdi unutulan, yıllarca çok kullanılan kavramla, azgelişmiş bir ülke.

Gayri safi milli hasılasına, ihracatına, ithalatına, makro kalemlerine bakıldığında, dünyanın 17. büyük ekonomisi. Ama, asla o büyüklüğün ülkesi değil.

Bir haftalık tatilde trafik kazalarında 160 kişi ölüyor, 870 kişi yaralanıyor.

Bırakın dünyanın 17. ekonomisini, 27, 47, 77. ekonomilerinde bile, bu kadar trafik kazası yok, trafik kazalarında bu kadar ölüm yok.

Büyük ekonomi aynı zamanda düzgün eğitim sistemine, düzgün sağlık sistemine, düzgün insan ilişkilerine, düzgün kent alt yapılarına, düzgün bir sistemin bütününe
en yakın yaşanan ekonomi demek.

Bu tanımlarla Türkiye’nin ilgisi yok. Sosyal açıdan felç olmuş bir ülke, bir takım rakamlarla kendini kandırıyor.

Bir haftalık trafik kazaları bilonçosuna bakın, kaçıncı büyük ekonomi olduğuna siz karar verin.

NBA kralından iki sayı

DÜNYANIN sayılı futbolcuları, basketçileri, sporcuları Türkiye’ye gelince, onlara burada bir şeyler oluyor. Son örnek, Beşiktaş’ın transfer ettiği İverson.
Adam dünyanın en iddialı basketbol liginde, NBA’de sayı kralı. Yıllık 1.5 milyon dolara Beşiktaş’a geliyor. Beşiktaş’lılar seviniyor.

Gelin görün ki, NBA sayı kralı İverson Fenerbahçe karşısında sadece iki sayı atabiliyor, tek bir basket.

Belki henüz erken, belki daha alışacak, ama bir maçta sadece tek bir basket atması biraz garip.

Bolca gördüğümüz diğer örnekleri gibi, basket yerine yakında Reina’da havlu atarsa, ünlü transferler meselesi üzerinde ciddi ciddi durmak gerek.
Yazının Devamını Oku

Bilime keyifli bir yolculuk

20 Kasım 2010
SANIRSINIZ ki, doktora, hayır doçentlik, hatta profesörlük tezi. O kadar iddialı, o kadar ayrıntılı ve derine inen bilimsel analizlerle dolu. Taha Akyol’un son kitabı “Bilim Ve Yanılgı” elimden düşürmeden, polisiye roman heyecanıyla okuduğum bir kitap. Bilim felsefesi, bilim tarihi, sosyoloji ve tarih felsefesine dönük zengin bilgi ve analizler tarihsel perspektif içinde aktarılıyor. Batı ile İslam Dünyası bilimleri karşılaştırmalı olarak tanıtılıyor.
Bilim ve felsefe üzerine, bizde yazılan okuduğum pek çok kitap arasında Adnan Adıvar’ın eseri “Din ve Bilim” bende derin haz bırakıyor. Çok temel bir yapıt.
O kitaptan sonra, bilim konusunda şimdi Taha Akyol’un kitabında benzer bir haz duyuyorum.
Müthiş bir kaynakça eşliğinde, İslam bilimcilerinden Batı düşünürlerine uzanan geniş halkada bilim yolculuğa çıkıyorsunuz.
GECİKME-GERİLEME
Üniversiteye gitmeye hazırlanan ve “ben ne okuyayım” diye soran gençlere yıllardır aynı şeyi söylüyorum:
“Önce matematik ve felsefe okuyun, sonra istediğiniz mesleği seçin”.
Taha Akyol’un kitabında benim kendimce edindiğim bu tez doğrulanıyor. İbni Haldun’dan Platon’a kadar çeşitli düşünürler, “doğru düşünmek için geometri bilmek şarttır” (s.34) fikrinde buluşuyor.
Başlangıcından itibaren bilimin Batıda ve Doğuda gelişmesinden en büyük etkenler arasında ticaret, kentleşme, deniz yer alıyor. “Zenginliklerin taşıyıcısı deniz” (s.52), burada Akdeniz, İslam’ın hizmetine girdikten sonra, İslam’da bilim hızla ilerliyor.
Tabii bir de, bilim dört duvar arasında yapılmayacak. Piyasaya açılacak. Her türlü mal ve hizmet üretiminde ve bunların pazarlanmasında rol alacak. Bilim o zaman gelişiyor.
Batıda ve Doğuda bilimin yükselişi ve Doğudaki gerileme nedenleri üzerinde dururken, Akyol kitapların tercümesindeki öneme dikkat çekiyor.
Batıda Rönesansı ateşleyen İbni Rüşd’ün eserleri on bir cilt halinde 1552’de Venedik’te basılıyor. Türkçe’de tam tercümesi 1986 yılında yayınlanıyor. (s.80) Ya da Descartes’in 1637’de yazdığı “Metod Üzerine Konuşma” adlı ünlü eseri bizde 250 yıllık gecikmeyle yayınlanıyor (s.85).
Doğunun ya da Osmanlı’nın ve bizim bu ölçüde içe kapanık olmamız, önce bilimde gerilemeyi getiriyor. Bilimdeki gerilemeyi ekonomik gerileme ve az gelişmişlik izliyor.
Akyol, bu ve benzeri genel ilkeleri kitabında somut örneklerle kanıtlıyor.
İKİSİ DE BAŞ TACI
Gerileme deyince, kitapta Sovyetlerin çöküşünü bilimsel verilere dayanarak, Akyol çok iyi anlatıyor. (s.150-165).
Aslında Sovyetlerde bilim çok gelişiyor, ama ideoloji bilimin kullanılmasını önlüyor. İdeoloji ve parti bilimin önüne geçiyor, sistem iflas ediyor.
Taha Akyol kitabında başından sonuna kadar, her fırsatta ideolojilere duyduğu öfkeyi dile getiriyor. Kitapta temel tezlerinden biri bu.
Buna rağmen, Akyol özellikle YÖK’e dönük değerlendirmelerinde kitabın özünde yer alan objektiflikten uzaklaşıyor. Yine verilere dayanıyor, ama bana göre daha taraflı gözle bakıyor.
Günümüz Türkiye’sine dönük değerlendirmelerinde yine katılmadığım noktalar var.
Bilimsel açıdan beni asıl cezbeden bölümlerden ikisi, Prof. Ali Fuat Başgil’e Saygı, Mehmet Ali Aybar’a Saygı bölümleri. Başgil muhafazakar, Aybar sosyalist, ama Akyol’un kitabında ikisi de baş tacı.
Taha Akyol’un kitabına bakıyorum, günlük yazılarına bakıyorum, Kitap bilimsel tezler, günlük yazılar ise, ister istemez daha polemikçi üslup içeriyor.
Kitapta çok ve pek çok bilgi var. Kıskandıran ölçüde. Polisiye roman gibi sürükleyici olması, o pek çok bilginin birbirine tarih ve mantık sırasıyla bağlanmasından ileri geliyor.
Bir zamanlar ideolojiyi her türlü değerin üstünde tutan, kitabında bilimsel erdeme ulaşan Taha Akyol’u kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

‘Sen imam hatiplisin aramızda işin yok’

19 Kasım 2010
ALTAN Öymen 90’ların sonunda CHP Genel Başkanı. CHP Genel Başkan Yardımcıları arasında Yaşar Seyman var.

Seyman halen Birgün gazetesinde yazıyor. Birgün’de 16 Kasım tarihli yazısında günümüze denk düşen bir anısını aktarıyor:
“O günlerde Paris’e gittiğimde, CHP Genel Başkan Yardımcısı olarak Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etmiştim. O gezide Paris’te yaşayan kızı Elif Güney ile söyleşi yaptım, o söyleşi Cumhuriyet’te yayınlandı. Aynı gün CHP Parti Meclisi toplantısı vardı”.
Seyman’ın yazısı bundan sonra heyecan kazanıyor:
“Genel Başkan Altan Öymen beni kutladı, aynı Parti Meclisinden tepkiler aldım. CHP Genel Başkan Yardımcısı olarak Yılmaz Güney’in mezarına nasıl gidersin, diyenler oldu”.
Şimdi başkan yardımcısı değil, doğrudan Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu benzer ziyaretler gerçekleştiriyor. Sosyalist Enternasyonal toplantısı için Paris’te bulunması nedeniyle, Yılmaz Güney ile Ahmet Kaya’nın mezarlarına çiçek bırakıyor, Güzin Dino’yu ziyaret ediyor.
Geniş kapsamlı kabullenme ve kucak açma.
O GENÇ

Yazının Devamını Oku

Bayramı Araplar kurtardı

18 Kasım 2010
ONE minute ve Gazze çıkarması. Doğrudan doğruya Başbakan Erdoğan’ın kişisel inisiyatif kullandığı iki olay. İkisinde de, hedef İsrail.
Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanına karşı çıkışı, “öldürmeyi siz iyi bilirsiniz” sözleri Arap Dünyasında yankılanıyor. O çıkış Avrupa ve Amerika’da da ses getiriyor. Batıda diplomatik olarak Türkiye’yi zor duruma düşüren sonuçlar alınmış olsa bile, Arap dünyası one minute çıkışına milliyetçi açıdan bakıyor.
İsrail karşısında zaman zaman yenilgiye uğramanın acısıyla, İsrail’e duyduğu hınçla, Erdoğan’ın çıkışını alkışlarla karşılıyor.
Erdoğan Arap dünyasına, Orta Doğuya, İslam alemine oynuyor. Bunun semeresini de alıyor. Arap ya da İslam ülkeleriyle ticari ilişkiler, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olmadığı ölçüde, gelişiyor.
DOKUZ YILIN RAKAMLARI
AKP iktidara geldiği günden itibaren, Türkiye’nin İslam (Arap) ülkelerine ihracatı ve onlardan ithalatı her yıl düzenli biçimde artıyor. Avrupa’ya azalırken, İslam Dünyasına artıyor.
TÜİK verilerine göre, son dokuz yılda Türkiye’nin OECD ülkelerine ihracatı yüzde 47.9’dan yüzde 38.6’ya, ithalatı yüzde 68’den yüzde 53.1’e geriliyor.
Buna karşılık, aynı dönemde İslam ülkelerine ihracatı 13.4’ten 15.1’e, ithalatı da, yüzde 13.4’ten yüzde 28.1’e artıyor. İthalatta artış iki katını aşıyor.
Değer yargılarıyla, subjektiv gözlemlerle bakmak yerine, eksen kayması tartışmalarına bu rakamlarla bakmak gerek.
İslam ülkelerine ihracat ve ithalat rakamlarıyla bakıldığında, evet böyle bir kayma var, demek mümkün.
Çünkü, ticaret aynı zamanda politik bir tercihi yansıtıyor. Elbette, malını kime satarsan sat, ama kiminle ticaret yapmak istiyorsun, bir niyet ise, o niyetin arkasında politik bir tercih var, demektir.
AH O GEMİ
Arap dünyasında ya da İslam aleminde kalplerin Türkiye için çarptığı ikinci olay, Gazze’ye insani yardım göndermek.
Yardım götüren geminin rotası, gemi yola çıkmadan önce alınmış kararlar, geminin başına gelenler, Batı gözlüğü ile diplomatik skandal. Durup dururken İsrail ile savaş tamtamlarının vurulmasına neden olan bu olaylara, Amerika ve AB fena içerliyor.
Ama aynı gemi macerası Erdoğan’ın İslam aleminde popülaritesini bir kez daha körüklüyor.
Arap ya da İslam alemi bu çıkışları unutmuyor. Bugünlerde o çıkışlar çok başka alanda kendini gösteriyor.
Şu bayram günlerinde Türkiye’nin büyük kentleri, özellikle İstanbul Araplarla dolu. Arap turistler akın akın.
Hepsi de, iyi para bırakıyor. İyi alış veriş yapıyor, iyi lokantalara gidiyor, geziyor, görüyor.
Araştırıyorum, ama somut rakamlara ulaşmak henüz mümkün değil. Belki bayramdan sonra, ama Arap turistlerin bayram günlerinde Batılıları geçtiğini söylemek abartılı olmaz.
Esnaf, Araplar sayesinde hayatından memnun. Bayramı Araplar kurtarıyor.

Bir yılda 5728 yeni başvuru

AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye’yi insan hakları ihlallerinde şakır şakır tazminat ödemeye mahkum ediyor.
Son bir, iki yıl içinde AİHM Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini belirleyen 553 karar alıyor, Türkiye’yi 553 olaydan dolayı mahkum ediyor. 2009 yılında Türkiye 6.1 milyar Euro tazminat ödemek zorunda kalıyor. Bu çok yüksek bir tazminat.
İnsan hakları diye, yeri geldikçe, halka sözler veriliyor, ancak Ekim 2009’dan bu yana, AİHM’e 5728 yeni başvuru yapılıyor. Bu çok yüksek bir rakam.
Adil yargılama, özgürlük ve güvenlik haklarının ihlali iddiasıyla.
Bu başvurular ve bu rakamlar Türkiye’deki demokratik işleyişin, bütünüyle demokratik sistemin nasıl teklediğini gösteriyor. AİHM rakamları bunun kanıtı.
Sistemi işletmek, aksayan yönlerini düzeltmek siyasal iktidarın görevi.

Prof. Görmez gerçekten görmüyor

DİYANET İşleri Başkanlığına yeni atanan Prof. Dr. Mehmet Görmez bayramın ilk günü İstanbul’da vaaz veriyor:
“Kimse bize hayvan sevgisi, hayvan hakları dersi vermeye kalkmasın. Karıncayı incitmenin bile, mahşerde soru olacağını idrak eden bir medeniyetin çocuklarıyız”.
Anlaşılan yeni başkan ne TV haberlerini izliyor, ne gazete okuyor. İki, üç gündür kurbanlık hayvanlarla ilgili haberler, fotoğrafları ve görüntüleriyle, kurbanlıklara nasıl kötü davranıldığını açıkça gösteriyor. TV’lerde ilk haber bunlarla ilgili, gazete manşetleri bunlarla dolu.
Prof. Görmez, meğer gerçekten görmüyormuş, şimdi öğreniyoruz.
Kaldı ki, kimsenin kimseye ders vermeye niyeti filan yok, sadece hayvan haklarıyla ilgili yerinde uyarılar yapılıyor. Bu kadar celallenmenin anlamı ne?
Daha ilk demeçte, bu üslup, ilerisi için pek ümit vermiyor.
Yazının Devamını Oku

Hangi sosyalist hangi Enternasyonal

17 Kasım 2010
KÜRSÜDE İngiliz İşçi Partisi lideri Tony Blair. 1999 yılında Sosyalist Enternasyonal toplantısında: “Şu sosyalist kelimesinden kurtularak, yerine daha modern bir kavram bulmak gerek”.
Bu önerinin kendisi bile, Sosyalist Enternasyonal üyesi partilerin sosyalist olmadığının kanıtı. Onlar zaten sosyalist değil, sosyal demokrat.
İki gündür Paris’te Sosyalist Enternasyonal toplanıyor. Dünyadaki sosyal demokrat partilerin şemsiye örgütü. Örgüte Türkiye’den CHP katılıyor.
Kendisi olmasa bile, adı Sosyalist Enternasyonal olan bu örgütün anası komünizm.
İlk kez 1864’te Londra’da Emekçiler Enternasyonal Derneği olarak kuruluyor. Bu 1. Enternasyonal. Marks ve Engels’in damgasını taşıyor. Marks derneği açılış konuşmasında, daha önce yazdığı ünlü sözünü tekrarlıyor: “Dünyanın bütün işçileri birleşiniz”.

2, 3, 4’ÜNCÜ ENTERNASYONAL

1. Enternasyonal o kadar devrimci ki, Fransız Proudhon’u ünlü sözü, “mülkiyet hırsızlıktır” sözüne rağmen, onu dışlıyor.
Bernard Shaw’dan, hatta bir ara Mussolini’ye kadar çok farklı kişilerin ve dünya çapında sosyalist liderlerin, örneğin Lenin, katıldığı 2. Enternasyonal 1889 ile 1914 arasında kuruluyor.
Özellikle savaşa karşı tavır alıyor. Sosyalizmi kurma çabalarını sürdürüyor.
1919’da kurulan 3. Enternasyonal ki, Komintern olarak anılıyor, komünist partilerin birliği. Ama neler oluyor, örneğin Alman komünistleri Nazileri destekliyor. 1938’de 4. Enternasyonal kuruluyor, Stalin Avrupa’yı ürkütmemek için, daha sonra bunu feshediyor.
Şimdiki Sosyalist Enternasyonal’in bunlarla ilgisi yok, 1951’de kuruluyor.
Sosyal demokrat ama, İsrail İşçi Partisi ya da Ermeni Devrimci Federasyonu (TAŞNAK) ya da Kürdistan Yurtseverler Birliği gibi, milliyetçiliği ağır basan, hatta etnik milliyetçi tutumu ile bölgelerinde savaş çıkartan partiler de bu şemsiye altında buluşuyor.
Ekonomik olarak, buraya üye partilerin hepsi liberal politikalar güdüyor.
Aralarında ne ölçüde dayanışma var, o da tartışmalı. Sadece Paris’teki gibi, bir araya geldiklerinde karşılıklı çiçek atıyorlar.
Onlardan biri kendi ülkesinde iktidarda ise, başka ülkedeki muhafazakar bir iktidarı bal gibi destekliyor.
Ruhunu ve özünü yitiren bu örgütün bir araya gelmesi, renkli sahneler içeren etkinlikten öteye geçmiyor.

Türk solu birbirini hep yedi

60’ların sonu, İstanbul Aksaray’da dönemin etkin öğretmen örgütlenmesi Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) genel merkezi.
Türkiye İşçi Partisi (TİP) 15 milletvekili ile Meclis’te. Dünyada ve Türkiye’de sol rüzgarlar kuvvetle esiyor. O sırada Sovyetler Prag’ı işgal ediyor. Sosyalistler allak bullak. Bir yandan emperyalizmle mücadele, öte yandan emperyalist bir müdahale, başkalarının özgürlüğüne, bağımsızlığına zincir vurma emeli.
TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar tavrını gecikmeden koyuyor, “güler yüzlü sosyalizm” sözü tarihe mal oluyor.
İşte, o günlerde TÖS’te bir panel düzenleniyor. Devrim Stratejisi panelinde Türkiye’de ve dünyada solun iktidara gelme yöntemi tartışılıyor. Sadun Aren, Behice Boran, İlhan Selçuk, Mihri Belli’nin katıldığı panel üç gün sürüyor.
Üç günün sonunda Türk Solu bir daha asla bir araya gelmemek üzere parçalanıyor. Altı, yedi tane sosyalist parti kuruluyor.
Bu aktardığım sosyalist sol ile ilgili, sosyal demokratlarla değil. Sosyal demokratların parçalanması 12 Eylül dönemine rastlıyor.
BDP’nin eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın gönlünden Türkiye’deki sosyal demokrat ve sosyalist partilerin CHP önderliğinde blok oluşturarak, seçime birlikte girmeleri geçiyor.
Saf bir öneri. Şimdiye kadar zaman zaman bu yönde denemeler yapılıyor. Hiç birinden somut sonuç çıkmıyor.
Birbirini yemek varken, bir araya gelmek ne demek.

Sırada 2B affı mı var

HER yönüyle çok konuşulacak olan vergi affı ile müthiş bir adım atan AKP iktidarı, bir başka atak daha yapabilir.
2B affı.

Yani, orman niteliğine sahip hazine arazileri üzerine yapılmış binalara tapu vermek. Bir ara çok tartışılan 2B son zamanlarda unutuluyor. Ancak, şimdi bu yönde bir çalışma olabilir. O da en az vergi affı kadar önemli ve ses getirebilir.

Tipik az gelişmişlik

VURDUM duymazlık, zaman kavramının önemsizliği, süründüren bürokratik işlemler, adam sen de tutumu, sözünde durmamak, bugün git yarın gel sürüncemesi, hayat tarzı olarak bıkkınlık yaratmak, bunu başkalarına aktarmak. Bütün bunlar az gelişmişliğin ortak yönleri.
Başbakan Erdoğan Mimar Sinan tarafından yapılan Mihrimah Sultan Camii’nin hizmete açılışında, “Mimar Sinan üç yılda yapmış, biz on bir yılda restore ettik” diyor.

Erdoğan, tipik az gelişmişliğe işaret ediyor. Dünyanın 17 büyük ekonomisi olmak pratikte çok şey ifade etmiyor.
Büyük ekonominin iki temel özelliği var, insan davranışları ve kentlerin alt yapısı. Gelişmişlik derken, bilim bu iki temel ögeye bakıyor.
Yazının Devamını Oku