İzmir Bornova’da bulunan BAYETAV Sanat’ta, Anadolu’nun kadim üretim yöntemlerine ve farklı türler arasındaki alışverişe dair etkileyici bir sergi açıldı geçtiğimiz günlerde. Araştırma ve programlarını Dilşad Aladağ’ın üstlendiği “Mahsul Vakaları” sergisi, Anadolu’nun kalkınma tarihinde ne çeşit mahsullerin olduğu sorusundan yola çıkan ve devam etmekte olan bir araştırma sürecine paralel düzenlenen bir sergi. Saha görüşmeleri ve arşiv araştırmaları ile zemini oluşan Mahsul Vakaları sergisini ziyaret edenler, türler arası birliktelikler hayal edebileceği bir alanı deneyimlemiş oluyor.
Adana’dan İzmir’e kırsal yaşam ve bir gelecek tahayyülü
Adanalı Dilşad Aladağ, mimarlık üzerine aldığı eğitimin ardından doktora çalışmalarına Sanat ve Tasarım alanında Almanya’da devam ediyor. Aladağ’ın üzerinde çalışmakta olduğu “Mahsul” projesi, Anadolu’nun Akdeniz kıyılarındaki kırsal modernleşme sürecini araştırıyor. Culture Civic Kültür Sanat Destek Programı ile Adana’da başlayan ve “BAYETAV Bir Arada Yaşarız Destek Programı” kapsamında aldığı destek ile İzmir’e doğru uzanan bu proje, bir aradalıklara ve iş birliklerine dayalı bir sergi olarak “Mahsul Vakaları” başlığıyla 27 Nisan’da ziyarete açıldı.
Pamuk üretimiyle özdeşleşen Adana’nın coğrafi ve kültürel tarihine dair araştırmalarla başlayıp İzmir’e uzanan proje, kırsal yaşamı romantik bir bakış açısıyla yorumlamakla ilgilenmiyor. Kırsal yaşamın da problemleri olduğu gerçeğine ve bu gerçeğe dair nasıl çözümler üretildiğine de odaklanıyor.
Tarihe atıfta bulunan kolektif bir çaba
Sergiyi gezerken, sanat pratiği temelli işler izlemekten ziyade kolektif bir çabanın güncel yaşam dertlerimiz ile ilgili aktarımlarını ve bu dertlerimize çözüm olabilecek tarihi referansları olan önerileri görebiliyoruz. Türler arası birliktelikler hayal edilerek kurulan bu öneriler, arşiv belgeleri, yayınlar, ses, çizim, fotoğraf ve video gibi farklı mecra ve malzemelerle sunuluyor. Serginin girişinde, İz Öztat ve Fatma Belkıs’ın kurmaca karakterlerden oluşan bir metinden ve doğal boya ile renklendirilmiş tahta baskı yöntemiyle yapılan 8 adet tülbentten oluşan yerleştirmesi bulunuyor. “Suyu Kim Taşır, Özgür Akacak” isimli yerleştirme, Kastamonu’daki Loç Vadisi kadınlarının kullandığı sarı yazma sembolizminden yola çıkıyor. Mitler, halk masalları, ağıtlar gibi sözlü tarih iletilerini taşıyan bu yerleştirme, elektrik enerjisi gerektirmeyen manuel yöntemler tercih edilerek oluşturulmuş. Sergi mekânında ilerlemeye devam edince, ahşap kaide üzerinde bir incir ağacı ve buluntu nesnelerden oluşan Dilşad Aladağ’ın “Yerliler ve Yersizler” isimli yerleştirmesi izleyenleri karşılıyor. Bu iş, incir ağacı, ağaçkakan, ağaç kurdu ve insanın Akdeniz kıyılarında iz bırakan dolaşık yaşam öyküsüne ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi’ne atıfta bulunuyor. Bu kanunnameye göre, kişiler ektikleri ağaca belirli bir süre bakması durumunda, ağacın çevresindeki beş adımlık yerde ekim yapma ve bunun üzerinden para kazanma hakkına sahip oluyor. Bu mesafeyi kullanarak kanunnameye atıfta bulunan yerleştirmenin diğer parçalarını da incir, üzüm, zeytin, delice gibi türler oluşturuyor.
Gündelik yaşam alanlarında kurulan sergi
1940 yılında oluşturulmaya başlanan Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu, günümüzde 900’ün üzerinde sanatçının 2700’ü aşkın eserini kapsıyor. Müzede Prof. Dr. Gül İrepoğlu küratörlüğünde hazırlanan bir kalıcı sergi ve bir süreli sergi bulunuyor. “Türk Resmini İzlemek” isimli kronolojik düzenlemeyle kurulan kalıcı sergi, müzenin 4. Ve 5. Katında bulunuyor. “Başlangıcın Temel Taşları” başlığıyla izleyiciyi karşılayan kalıcı sergi, kendi içinde farklı odalara ayrılıyor. “Kadın Portreleri”, “Anadolu Esinlenmeleri”, “Deniz Coşkusu” gibi temalara ayrılan odalarda, Nuri İyem, Abidin Dino, İbrahim Çallı, Osman Hamdi Bey gibi Cumhuriyet Dönemi’nin önemli sanatçılarının eserlerine rastlıyoruz. Kalıcı sergi farklı temalarda oluşmasına karşın tüm resimler birbiriyle bağlantı kuruyor. Örneğin Nuri İyem’in kadın portrelerini izlerken aynı zamanda Anadolu insanına dair izler bulabiliyoruz. Geçtiğimiz günlerde, Osman Hamdi Bey’in ikincisini 1907 yılında tamamladığı “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli tablosu da müzenin kalıcı sergisine katıldı.
Müzenin 3. ve 2. Katlarındaki süreli serginin başlığı ise “İstanbul’un Resmi”. Türkiye İş Bankası’nın zengin koleksiyonundan seçilen İstanbul’a dair peyzaj resimlerinden oluşan bu sergi, Tarihi Yarımada, Galata Köprüsü, Haliç ve dillere destan İstanbul Boğazı’nın eşsiz güzellikteki tablolardan başlayarak, Anadolu Yakası’nda Üsküdar, Salacak, Kız Kulesi rotasıyla güneye doğru uzanırken Şile’den Adalar’a varıyor. Serginin devamında “İstanbul’un Çiçekleri” ve “İstanbul’un Balıkları” gibi daha spesifik başlıklardan oluşan odalar bizi karşılıyor. Bu olağanüstü güzellikteki eserler sadece görsel bir haz yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda köklü tarihiyle dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’un semtlerinin farklı dönemlerde nasıl göründüğüne dair bir belge niteliği de taşıyor.
Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi, çocuklar ve yetişkinler için de oldukça keyifli etkinlikler sunuyor. Pazar günleri çocuklarla yapılan atölye içerikleri, müzede ziyarete açık olan sergilerin içerikleriyle paralellik kuruyor. Hem üç boyutlu maketlerin ve seramiklerin yapıldığı hem de drama ile bir araya getirilen resim etkinliklerinin yapıldığı bu atölyeler çocuklara müze içinde yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri bir alan sunuyor. “Black Box” isimli etkinlik mekanında ise söyleşi, dinleti, okuma tiyatrosu gibi herkesin katılımına açık etkinlikler düzenleniyor. Bunların yanında müzenin giriş katında İstiklal Caddesi’ndeki akışı keyifle izleyeceğiniz bir kafe ve sevdiklerinize ya da kendinize birbirinden güzel hediyeler alabileceğiniz bir müze mağaza da bulunuyor.
Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’ni Salı – Pazar günleri arası ziyaret edebilirsiniz. Detaylı bilgi için müzenin web adresini mutlaka ziyaret edin.
Kasım 2023’te “Şehir Nerede” başlığıyla Emre Zeytinoğlu küratörlüğünde açılan ilk sergi, İstanbul’daki merkez-çevre ayrımın silikleşmeye başladığı, alışılmış anlamıyla “İstanbullu” olmanın ve “kültüre yabancı olduğu ileri sürülen” sonradan gelmiş kesimin tekliğinden söz edilemediği düşüncesinden yola çıkmıştı. İlk sergiyle bağlantılı olarak 24 Şubat’ta “Görünmeyen Kent” başlığıyla yine Emre Zeytinoğlu küratörlüğünde açılan ikinci sergi ise bir kentin simgesel yapılarının ve meydanlarının inşasında unuttuğumuz “görünmeyen”in rolüne odaklanıyor. Özellikle İstanbul gibi büyük ve göç alan şehirlerde bu “görünmeyenler”e sıklıkla rastlarız. Orada olduğu bilinen fakat simgeleşmiş yapılar, tarihi meydanlar gibi “görünenler”in arkasında kalan binalar, insanlar, üretimler işte bu “görünmeyenler”dir. Her bir kent mensubunun da kendi zihninde idealleştirdiği ve sadece kendisinin görebildiği bir kent vardır. Aslında kent ne bireysel bir ideal tanımla ne de hafızada yer edinen simgesel yapılarla açıklanabilir. Kent, sıradan sokaklarda saklı kalmış sıra dışı mekanlarla karşılaştırır bizi zaman zaman. Renksiz ve sadece gerektiğinde uğranılan sıradan sokakların içindeki binalara açılan kapılar umulmadık çeşitlilikte ve zenginlikte bir dünyanın girişi olabilir.
Sergiye katılan sanatçılardan biri olan Sinan Logie’nin tamirhanelerin arasındaki atölyesi de işte böyle bir yer. Kentin kalabalığından geçerek atölyeye giren sanatçıların, tasarımcıların ve müzisyenlerin buluşup, sanatsal üretimde bulunduğu bu atölyenin içinin ve dışının görüntülerinden oluşan sergideki “Duyulmayan Kent” isimli tek kanallı video, bize aslında serginin çıkış noktasıyla ilgili ip ucu veriyor. İçerideki kolektif üretime ve çok renkliliğe karşın, dışarıda gündelik koşuşturma içindeki insan topluluğunun olduğu görüntüler, bir süre sonra izleyende sadece tek tip siluetlere baktığı izlenimini veriyor. Bu kalabalık siluetler Derya Ülker’in resim ve kolajdan oluşan çalışmasında da karşımıza çıkıyor.
Kenti oluşturan temel yapının aslında o kentin kalabalığı olduğunu hareket halindeki siyah insan ve hayvan figürlerinden anlayabiliyoruz Ülker’in çalışmasında. Nuri Kuzucan’ın resimlerindeki durağan binalar ise görünen dışarısı ile görünmeyen içerisi arasındaki sınırı sorgulamamızı sağlıyor. Çağla Meknuze’nin “Ayşe” adlı şiir, fotoğraf ve videodan oluşan ve yakın tarihe ve kentsel kararlara referans veren çalışması, “Kıbrıs 74” adlı bir geminin Kadıköy rıhtım inşaatındaki görüntülerinden oluşuyor. Mehmet Ali Boran’ın “Refresh Memory” isimli videosu, kentin ve kentte yaşayan insanların belleği üzerine düşündürüyor. Bir kentte yaşayan insanların acısının, sevincinin, hüznünün o kente dair oluşturduğu belleği ve bu belleğin insan kaderi üzerindeki belirleyiciliğini gösteriyor. Volkan Kızıltunç “Momentum” adlı iki kanallı videosunda, gündelik yaşam içinde tanıklık ettiğimiz fakat sıradanlaştığı için neredeyse görmediğimiz kent içindeki insanların hareketine odaklanıyor. Kerem Ozan Bayraktar yapay zekâ yardımıyla oluşturduğu görüntülerden oluşan “Bahçe” isimli çalışmasında, bitki örtüsünden oluşan manzaraları, bilgisayar oyunlarından ve mimari çizimlerden aşina olunan izometrik perspektif ile resmetmiştir.
“Görünmeyen Kent” sergisi 12 Mayıs’a kadar YUNT’ta görülebilir.
2022 yılının ocak ayında Bursa Organize Sanayii Bölgesi’nde kapılarını açan İmalat-Hane, açıldığı günden itibaren Türkiye güncel sanatının nabzını tutan dinamik çağdaş sanat galerilerinden biri olarak önemli sergilere ve etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Uzun yıllar boyunca İstanbul’a odaklanmış Türkiye sanat ortamı, günümüzde İstanbul dışındaki şehirlerde de varlığını başarıyla sürdürüyor. İmalat-Hane buna imkan sağlayan sanat mekanlarından biri. Bunun Türkiye çağdaş sanatı açısından önemi çok büyük.
Özellikle günümüzün ekonomik koşullarında genç ya da deneyimli fark etmeksizin, sanatçıların büyük şehirlerde yaşamını ve pratiğini sürdürmesi oldukça zor. Sanata dair maddi (ve hatta manevi) desteğin son derece kısıtlı olduğu bir coğrafyada, toplumsal ve ekonomik krizlerden doğrudan etkilenen kesimin başında maalesef sanatçılar geliyor. Bu sebeple, küçük şehirlerde oluşturulan sanat inisiyatifleri, kurulan sanat galerileri ve müzeler hem sanatçıların pratiğini devam ettirmesinde hem de bu şehirlerde yetişen genç sanatçı adaylarının kendilerini geliştirmesinde büyük önem taşıyor.
İmalat-Hane’de duyularla muhatap olan bir sergi
6 Ocak’ta İmalat-Hane’de izleyicilere kapısını açan sanatçı TUNCA’nın “Muhatabı Olmayan Mutfak” isimli sergisi, bizi sadece izlemeye değil koklamaya ve tat almaya da davet ediyor. Uzun zamandır gastronomi ve sanatı bir araya getirerek katılımcı performanslarla desteklediği sergilerinde TUNCA, bizi tarihi bir yolculuğa da çıkarıyor. Titizlikle hazırlanmış sergileri ve son derece tutarlı bir şekilde hazırladığı kavramsal alt yapıyla kişisel belleğimizin toplumsal bellekle kesiştiği olayları keşfetmemizi sağlıyor. Sanatçının “Muhatabı Olmayan Mutfak” sergisinin çıkış noktası 2014’teki “Desire” başlıklı sergisine kadar uzanıyor. Art-On İstanbul’daki bu sergide dünya siyaset tarihinin önemli isimlerinin en sevdiği yemekleri ve bu yemeklerin yenildiği ortamları görmüştük. Yemek yeme eylemi insanın en arkaik eylemlerinden biridir, insanın yüz mimikleri yemek yerken çok da kontrol edilemez. Toplumlar tarafından yüceltilen politikacıların kendilerinin tanrılaştırılmış imajlarının bozulmasını istemediklerinden olsa gerek, kimi siyasetçilerin yemek yerken fotoğrafını dahi göremeyiz. Göremiyor olsak da bu isimlerin en sevdiği yemeklerin içeriğinden ve tarifinden TUNCA’nın performansları ve sergi kataloğuna eklediği yemek kitabı sayesinde haberdar olabiliyoruz.
TUNCA, 13 Ocak’ta “Muhatabı Olmayan Mutfak” sergisi kapsamında ilk performansını küratör Ece Pazarbaşı ve şef Okan Tapan’ın katılımıyla gerçekleştirdi. Menüde, 1969 yılında Apollo 11 uzay aracının aya iniş ve sekiz günlük uçuş görevinde yer alan Amerikalı astronot Neil Armstrong’un ilk gün öğününden esinlenerek Pazarbaşı ve Tapan’la birlikte hazırlanan lezzetler vardı. Performans İmalat-Hane’nin içinde sergi için tasarlanmış olan, herkesin birbirini görebildiği ve birbiriyle rahatlıkla ilişki kurabildiği dairesel yapıdaki mutfakta gerçekleşti.
3 Şubat’ta ise Vedat Ozan ve Arzu Acurol’un da katılımıyla “Kokular ve Tatlar” temalı ikinci performans yapıldı. Özellikle pandemi sürecinde özlediğimiz toplu yemek masalarının özlemini giderircesine sohbetin, kokuların ve tadın damaklarda kaldığı oldukça keyifli bir deneyimdi. “Rakı Balık Ayvalık” kitabın yazarı Arzu Acurol’un hazırladığı menüde, kuru fasülyeli marasa, kestaneli iç pilav, kış paludesi, nohut mayalı nişan ekmeği, küllü suyla acıbademli ev baklavası, duziko ve Türk kahvesi vardı. Yemeklerin ve içeceklerin tadımları yapılırken, TUNCA sanat pratiğinin yemek kültürüyle ilişkilenme sürecinden bahsetti. Vedat Ozan da performans sırasında yediğimiz yemeklerin içeriğindeki tatlar ve kokularla ilgili bilgi verip bu kokuları bize sunarken, örneğin bugünkü ismiyle tanıdığımız meyvelerin tarihini ve etimolojisini de anlattı.
Sanat izleyicisinin gündelik yaşam pratiklerini deneyimleyen katılımcıya dönüşmesi
Hayatın her anından beslenen sanatın, en temel insani ihtiyaçlardan ve zevklerden biri olan yeme-içme rutininden uzak olması zaten düşünülemezdi. Özel günlerde birlikte olduğumuz insanlarla yemek masasında toplanmak adeta şifa verir. Yemek yapmanın neredeyse bir terapi olmasının yanında yapılan yemeği insanlara servis etmenin de iyileştirici bir yanı vardır. Doğanın bir parçası olarak meyveler ve sebzeler tüm güzelliğiyle her çağın sanatçısını cezbetmiştir. Sert ışık ve gölgeyle oluşan dramatik etkili Barok Dönem natürmortları, çiçeklerin de eşlik ettiğin Rokoko ve Art Nouveau natürmortları, resim üzerindeki üçüncü boyut arayışına dahil edilen Kübist natürmortlar, 20. Yüzyıl’ın Postmodern sanat akımlarından Pop-Art’ın konu aldığı tüketim nesnesi haline gelen yiyecekler ve daha nice sayısız örnekler verilebilir. Sadece resim ile değil heykel ve 3 boyutlu yerleştirmelerle de sanat tarihinde yiyeceklere rastlanılabilir.
20. Yüzyıl’dan söz etmişken, özellikle 1990’lı yıllarda yükselip 2000’lerde etkisini devam ettiren “Katılımcı Sanat” pratiklerinde de yemeklerle karşılaşıyoruz. Bu defa duvara asılan bir tuval, bir fotoğraf ya da bir heykel değil de yeme-içme eyleminin ta kendisiyle karşılaşıyoruz. Bu eylem bir restorana gidip yemek sipariş edip yemekten oldukça farklı bir içerik barındırıyor elbette. Tayland’lı sanatçı Rirkrit Tiravanija (1961), 1990’lı yıllarda başladığı galerilerde yemek pişirerek izleyicilerle bir araya gelme pratiğine günümüzde hala devam ediyor. 1992 yılında New York’ta Galeri 303’ü tamamen boşaltarak bu mekânda bir yemek pişirme alanı düzenledi. “İsimsiz” adlı sergisinin açılışına gelen ziyaretçilere yiyecek ikram etti. Sergi süresince de ziyaretçilere her gün ücretsiz Thai yemekleri dağıttı. Bir kamusal alan olan sanat galerisinde insanların bir aradayken yedikleri geleneksel yemekler sanatçıyla izleyici arasında bir etkileşim de yaratır.
Geleneksel sanat yöntemlerinden çok farklı bir yaklaşımla oluşturulan ve ilişkiye dayalı olan bu sanat pratiğinde toplumsal boyut ön plandadır. Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nin politik çatışma halinde olduğu ülkelerin mutfaklarından yemekleri hazırlayarak insanlara servis eden Conflict Kitchen (Çatışma Mutfağı) da temelde bunu bir sanat pratiği olarak yapar. Sanatçılardan ve akademisyenlerden oluşan topluluk, yemek servisinin yanında etkinlikler, performanslar ve yayınlarla güncel toplumsal meselelerin tartışıldığı ortamlar yaratılır. Söz konusu ülkelerin gündelik yaşamına ve kültürüne, geleneksel yiyecekleri aracılığıyla daha yakından bakılır. Bu alışılmadık tatları deneyen Amerikalı bireylerde oluşan merak sayesinde ise devlet yetkilileri tarafından politik çatışma halinde oldukları söylenen toplumlarla bir bağ kurulmuş olur.
Tiravanija ve Conflict Kitchen bu konuda verilebilecek örneklerden sadece ikisi. Yemeğin ve yemek yeme eyleminin bir araya getirici, uzlaştırıcı-barışçıl bir ortam yaratma özelliği olduğu hepimiz tarafından sık sık deneyimlenen bir gerçek. Sanat pratiklerinin dönüşümü sayesinde bu gibi rutinler birbirini hiç tanımayan insanların bir araya gelerek ortak bir noktada buluşmasına olanak sağlıyor. Günümüzde hala sanat ve yemeğin birlikteliğine katılımcı sanat pratikleri kapsamında devam eden sanatçılar bulunuyor. Türkiye’den de örnek verebileceğimiz isimlere bir sonraki yazıda değineceğim. Tunca Subaşı’nın 13 Ocak’ta İmalathane’de açılan “Muhatabı Olmayan Mutfak” başlıklı sergisi üzerine yazacağım bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Tarih öncesi dönemde kadın figürleri çoğunlukla tanrıça, kabile lideri ya da şaman gibi sıfatlarla yer aldıkları heykeller ya da kayalara yapılmış resimler olarak karşımıza çıkar. Zaman zaman erkek yöneticilerin eşleri olarak sanat tarihinde yer bulan kadın figürlerinin üzerine, Orta Çağ’a doğru karanlık çökmeye başlar. Sanatın, felsefenin, bilimin en parlak dönemi olarak tarihe geçen Rönesans Dönemi’nde kadın figürlere resimlerde ve heykellerde eş, kutsal anne, izleyenden gözlerini kaçıran çekingen masum figürler olarak yer verilir. Örneğin bu dönemde bahsedilen “deha” sanatçılar erkektir. Çizgi filmlere dahi karakter olarak giren bu sanatçıların ve izleyen yıllardaki “büyük” erkek sanatçıların gölgesi kadın sanatçıların üzerindedir. Kapalı ve gizli bir mekân olarak ev içindeki işlerle vaktini geçirmek zorunda kalan kadınların içinden, o yıllarda neden hiç büyük sanatçı çıkamadığına bu koşullarda çok da şaşırmamak gerekir. Bu durum günümüze kadarki süreçte elbette büyük bir değişim geçirdi. Kadınlar her alanda olduğu gibi sanatın tüm alanlarında da varlıklarını kanıtladı.
Zamanının çoğunu evde geçiren büyükannelerimiz, ciddi bir emek harcayarak dantel, nakış, kanaviçe gibi ev dekorasyonunda yerini alacak el işi ürünler üretirdi. Kumaş, iğne, ip, yün gibi malzemelerle yapılan ve kadın emeğini çağrıştıran el işine dair ürünlerin uzun yıllar boyunca sanat pratikleri içinde yer alması tartışılmaya bile kapalı bir konuydu. İkinci Dünya Savaşı sonrası, kadın hakları ve feminizm için de bir hareketlenme oluşmasına zemin hazırlayan toplumsal dönüşümler sayesinde, kadın sanatçılar bir yandan varlıklarını ortaya koyarken bir yandan da kadın emeğine ait olarak görülen bu tür malzemeleri sanat pratiklerine dahil ettiler. Bu malzemelerle çalışan sanatçılardan çok sayıda örnek verilebilir ancak günümüz Türkiye sanatından bahsedecek olursak, bazı sanatçıların bu malzemeleri oldukça etkili bir şekilde kullanarak söylemlerini görselleştirdiğini görebiliriz. Çalışmalarında iplerden oluşturduğu figürlerle toplumsal ve kişisel hafıza, göç, cinsiyet gibi kavramlardan yola çıkan Gözde Ju bu sanatçılardan biri.
Sanatçının işlerine bakıldığında, dantellerin önünde duran karakalem çizimleri andıran iplikten oluşmuş figürler canlanmış gibi hissedilebilir. Çiçekler, kadınlar, anılar bir araya gelip izleyenle karşılıklı bir sohbete girecek gibi sıcak bir ortam duygusu verir. Benzer malzemelerle çalışan diğer bir sanatçı Gözde İlkin de ortak bir hafızayı paylaştığı herkese oldukça tanıdık gelebilecek şekilde buluntu kumaşlar, masa örtüleri, perdeler üzerine geçmişi hatırlatan desenler ve motifler çalışır. Doğaya ait formların yanı sıra ailesinden kalan eşyalardan da yola çıkarak oluşturduğu çalışmalarında, izleyenlerle kolektif belleğe dayalı bir bağ kurar. Her iki sanatçının da yaptığı çalışmalarda sarkan ipler, sanki köklerimizi bize hatırlatıyor gibidir.
Gözde Ju ve Gözde İlkin’in sergilerinde bulunup işlerini incelemek bizi biraz geçmişe götürür. Ev sıcaklığını hissettirirken aile ve toplum kavramını sorgulatır. İnce ve titizlikle işlenmiş kumaşlar ve ipler bizi köklerimize yaklaştırırken içinde bulunduğumuz toplumun kadına ve kadın emeğine olan yaklaşımını düşündürür. Gözde İlkin’in devam eden kişisel sergisi “Invisible Bonds, Companion Roots” Paris-B Galeri’de, Gözde Ju’nun “Yüzünde Bir Ev” isimli kişisel sergisi Fırın Art Space’te görülebilir.
1970 yılına kadar İmroz adıyla bilinen Gökçeada, Türkiye’deki “Cittaslow” yani “sakin şehir” kategorisindeki şehirlerden biri. Tarihi 1200’lü yıllara uzanan Gökçeada’nın günümüze kadar varlığını sürdürmüş tarihi yapıları bulunmaktadır. Kiliseler, manastırlar, camiler ve özellikle ada geleneğinde önemli bir yere sahip olan çamaşırhaneler tarihi dokularıyla Gökçeada’nın simgelerinden bazıları. Türkiye’nin birçok farklı şehrinden göç almış olan adada, eski yıllara nazaran sayıları azalmış olsa da yaşamını devam ettiren Rumlar da vardır. Dereköy, Kaleköy, Tepeköy, Eski Bademli ve Zeytinliköy Rum nüfusunun yoğun olduğu yerleşim yerleridir.
Özellikle dibek kahvesi ve sakızlı muhallebisiyle ünlü olan Zeytinliköy adanın en sık ziyaret edilen köylerinden biri. Koruma altındaki köylerden biri olan Zeytinliköy aynı zamanda adanın en eski kilisesi olan Agios Georgios Kilises’nin de bulunduğu köy. İstanbul Ortodoks Patrikhanesi Patriği ve İstanbul Başpsikoposu I. Bartholomeos da 1940 yılında bu köyde doğmuş. Zaman zaman adayı ziyarete de gelen I. Bartholomeos’un evine komşu ev olan ev ise ressam İsmail Emergil’in resimlerini sergilediği atölyesi. Emergil Gökçeada’ya 1992 yılında gelmiş ve o tarihten bugüne yaz aylarını burada resim yaparak ve sergi açarak geçiriyor. Kış sezonunu ise İstanbul’da geçirirken bir yandan da ihtiyacı olan boya, fırça, tuval, kâğıt gibi sanat malzemelerini temin ediyor. İsmail Emergil’in resimlerinde ada hayatından kesitlere rastlıyoruz. Manzara resimleri, hayvanlar ve Gökçeada’daki evlerinin resimlerini yapıyor. Özellikle Rum köylerindeki evler orijinal halini koruduğu için bu evlerin resimlerini yapmayı tercih ediyor İsmail Bey. Bunların yanında çocukların dünyasından yola çıkarak yaptığı karakter resimleri de var. Zeytinliköy’deki diğer taş evler gibi Emergil’in atölyesi de şirin ve serin bir yapı. Yıllar içinde burada ufak tefek değişiklikler yapmış; evin içine ve dışına yaptığı eklemelerle hem daha kullanışlı hem de daha güzel bir ev haline getirmiş.
Gökçeada’nın merkezinde yer alan Gökçeada Kent Müzesi ise adanın tarihine görsel ve yazılı olarak tanıklık edebileceğimiz bir alan. Daha önce hamam olarak kullanılan bir bina restore edilerek kent müzesi haline getirilmiş. Müzenin içinde geçmiş yıllardan günümüze Gökçeada’nın giyim kültürü, gündelik hayat malzemeleri, adadaki meslek alanlarına dair ürünler, adada yaşayan insanların kişisel koleksiyonlarından çeşitli objeleri görebiliyoruz. Girişte karşımıza çıkan çift taraflı fotoğraflar, adanın belleğini görünür kılıyor. Şenlikler ve müzik festivalleri, eğitim, zeytincilik, sabun üretimi, süngercilik gibi konulara ayrılan farklı alanlarda gezerken, bu konular hakkında bilgi edinebiliyoruz.
Özellikle yaz aylarında ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri Gökçeada. Sadece deniz tatili için değil, ada yerlilerinden zaman zaman hüzünlü zaman zaman keyifli tarihi hikayeleri de dinleyebileceğiniz bir yer. Tarihi taş evlerin, hala kimliğini korumaya çalışan Rum köylerinin, dibek kahvesi yapan kahvehanelerin, lezzetli yemekler sunan restoranların yanında gezebileceğiniz atölyeler ve bir de kent müzesi olduğunu unutmayın.
Rönesans döneminde ressamlar ve heykeltıraşlar devlet yöneticilerinin ve soyluların da desteğiyle kendi üsluplarını ortaya koyma fırsatı bulmuştu. Leonardo, Michelangelo, Botticelli, Bellini, Donatello gibi sanatçılar Rönesans Dönemi’nin önemli sanatçılarından bazılarıydı. Asıl adı Donato di Niccolo Betto Bardi olan heykeltıraş Donatello 1380’li yıllarda Floransa’da doğmuştur. Mesleğinin ilk yıllarında birçok meslektaşı gibi O da kuyumculuğa yönelmişti. Sanatçının en bilinen eseri Davut heykelidir. Eski Ahit’te geçen mitolojik bir hikâyenin kahramanları olan Davut ve Golyat arasındaki düellonun hikayesini anlatır Donatello’nun Davut heykeli. MÖ. 11. yüzyılda İsrailoğulları ile Filistinliler’in arasındaki savaşta henüz çocuk yaşta olan ve görevi yiyecek taşımak olan Davut genç yaşına rağmen savaşçı bir dev olan Filistinli Golyat’ı yener. Donatello bu hikâyeyi iki farklı Davut heykeliyle tasvir etmiştir. İnsan ölçülerine uygun olarak yapılan ilk Davut heykeli Floransa yönetimi tarafından 1416 yılında şehrin idari binasında sergilenmiştir. İkinci Davut heykelini ise 1440’larda Medici ailesi tarafından verilen sipariş üzerine yapmıştır.
Donatello’nun çok üretken bir sanatçı olduğu ve çok sayıda eskiz ve model yaptığı söylenir. 1500’lü yılların sanatçılarından ve sanat yazarlarından biri olan Giorgio Vasari, Donatello hakkında “çizimlerini büyük bir virtüözlük ve canlılıkla yapıyor, O’nun eşi benzeri yoktur” diye yazmıştı. İlk aşamada eskizle başladığı heykel yapma sürecini daha sonra kil veya balmumu gibi malzemelerden yaptığı modellerle devam ettirir ve böylece ortaya çıkacak heykelin son halini görme imkânı olurdu.
Donatello ve çağdaşlarının eserlerini izleme olanağı bulduğumuz, Victoria and Albert Müzesi’ndeki “Donatello: Rönesans’ı Şekillendirmek” adlı sergide, resimlerin ve heykellerin yanı sıra bu sanatçıların yaptığı rölyefleri de görebiliyoruz. Orta Çağ ve Rönesans sanatının en sık ele alınan temalarından biri olan Meryem Ana ve Hz. İsa portrelerinin anlatıldığı rölyefler de sergide yer almıştır. Dairesel, dikdörtgen ya da kare form üzerinde anne ve çocuğun şefkatle kucaklaştığı rölyefler aynı zamanda anne ve çocuk arasındaki yakın bağı tasvir eder. En çok dikkatimi çeken rölyeflerden biri Donatello’nun 1425-1435 yılları arasında yaptığı “Bulutlardaki Meryem” (Madonna of the Clouds) oldu. Sert, kırıldıktan sonra geri dönüşü mümkün olmayan ve bu yüzden çok dikkatli çalışılması gereken bir malzeme olan mermerden yapılmış olan küçük boyutlarda bir rölyeftir bu. Alışılagelmiş dikdörtgen şekilli rölyeflerin yerine kare şeklindedir.
Kompozisyonun ön planında bulunan Meryem ve Hz. İsa, birkaç mm yükseklikte olan arka plana göre hayli yüksek ve dikkat çekicidir. Üç boyutlu olmayan bir teknik olarak rölyefte derinlik yaratmak çok da kolay değildir fakat Donatello Bulutlardaki Meryem rölyefinde izleyiciye derinliği ustaca hissettirir. Meryem’in bedenini kaplayan kumaşın kıvrımları mermerin sertliğine karşın oldukça yumuşak ve hacimli bir görüntü verir. Antik Yunan ve Roma heykellerini hatırlatan bu görüntü Meryem’in çevresindeki bulutların devamlılığını sağlayarak adeta gökyüzünde süzülme hissi yaratır. Meryem’in Hz. İsa’yı kendine yaklaştırarak koluyla sarması O’nu korumaya çalıştığını düşündürür. Bu el ve ayak hareketlerinin kumaş üzerinde yarattığı gerginlik ise izleyen göz üzerinde doğallık hissi yaratır. Bu rölyefte anne ile çocuk arasındaki şefkat gözle görülür derecede belirgindir fakat şefkat insani bir duygu olmasına karşın, rölyefteki figürlerin başlarında bulunan hareler dünyevi kavramlara karşın ruhsallığı anımsatır.
Victoria and Albert Müzesi’ndeki “Donatello: Rönesans’ı Şekillendirmek” isimli sergi 11 Haziran tarihinde sonlandı fakat başta Floransa olmak üzere İtalya’da ve dünyanın farklı ülkelerindeki müzelerde sanatçının ve çağdaşlarının eserlerini her zaman görme fırsatı bulabilirsiniz.