Paylaş
Hayatın her anından beslenen sanatın, en temel insani ihtiyaçlardan ve zevklerden biri olan yeme-içme rutininden uzak olması zaten düşünülemezdi. Özel günlerde birlikte olduğumuz insanlarla yemek masasında toplanmak adeta şifa verir. Yemek yapmanın neredeyse bir terapi olmasının yanında yapılan yemeği insanlara servis etmenin de iyileştirici bir yanı vardır. Doğanın bir parçası olarak meyveler ve sebzeler tüm güzelliğiyle her çağın sanatçısını cezbetmiştir. Sert ışık ve gölgeyle oluşan dramatik etkili Barok Dönem natürmortları, çiçeklerin de eşlik ettiğin Rokoko ve Art Nouveau natürmortları, resim üzerindeki üçüncü boyut arayışına dahil edilen Kübist natürmortlar, 20. Yüzyıl’ın Postmodern sanat akımlarından Pop-Art’ın konu aldığı tüketim nesnesi haline gelen yiyecekler ve daha nice sayısız örnekler verilebilir. Sadece resim ile değil heykel ve 3 boyutlu yerleştirmelerle de sanat tarihinde yiyeceklere rastlanılabilir.
20. Yüzyıl’dan söz etmişken, özellikle 1990’lı yıllarda yükselip 2000’lerde etkisini devam ettiren “Katılımcı Sanat” pratiklerinde de yemeklerle karşılaşıyoruz. Bu defa duvara asılan bir tuval, bir fotoğraf ya da bir heykel değil de yeme-içme eyleminin ta kendisiyle karşılaşıyoruz. Bu eylem bir restorana gidip yemek sipariş edip yemekten oldukça farklı bir içerik barındırıyor elbette. Tayland’lı sanatçı Rirkrit Tiravanija (1961), 1990’lı yıllarda başladığı galerilerde yemek pişirerek izleyicilerle bir araya gelme pratiğine günümüzde hala devam ediyor. 1992 yılında New York’ta Galeri 303’ü tamamen boşaltarak bu mekânda bir yemek pişirme alanı düzenledi. “İsimsiz” adlı sergisinin açılışına gelen ziyaretçilere yiyecek ikram etti. Sergi süresince de ziyaretçilere her gün ücretsiz Thai yemekleri dağıttı. Bir kamusal alan olan sanat galerisinde insanların bir aradayken yedikleri geleneksel yemekler sanatçıyla izleyici arasında bir etkileşim de yaratır.
Geleneksel sanat yöntemlerinden çok farklı bir yaklaşımla oluşturulan ve ilişkiye dayalı olan bu sanat pratiğinde toplumsal boyut ön plandadır. Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nin politik çatışma halinde olduğu ülkelerin mutfaklarından yemekleri hazırlayarak insanlara servis eden Conflict Kitchen (Çatışma Mutfağı) da temelde bunu bir sanat pratiği olarak yapar. Sanatçılardan ve akademisyenlerden oluşan topluluk, yemek servisinin yanında etkinlikler, performanslar ve yayınlarla güncel toplumsal meselelerin tartışıldığı ortamlar yaratılır. Söz konusu ülkelerin gündelik yaşamına ve kültürüne, geleneksel yiyecekleri aracılığıyla daha yakından bakılır. Bu alışılmadık tatları deneyen Amerikalı bireylerde oluşan merak sayesinde ise devlet yetkilileri tarafından politik çatışma halinde oldukları söylenen toplumlarla bir bağ kurulmuş olur.
Tiravanija ve Conflict Kitchen bu konuda verilebilecek örneklerden sadece ikisi. Yemeğin ve yemek yeme eyleminin bir araya getirici, uzlaştırıcı-barışçıl bir ortam yaratma özelliği olduğu hepimiz tarafından sık sık deneyimlenen bir gerçek. Sanat pratiklerinin dönüşümü sayesinde bu gibi rutinler birbirini hiç tanımayan insanların bir araya gelerek ortak bir noktada buluşmasına olanak sağlıyor. Günümüzde hala sanat ve yemeğin birlikteliğine katılımcı sanat pratikleri kapsamında devam eden sanatçılar bulunuyor. Türkiye’den de örnek verebileceğimiz isimlere bir sonraki yazıda değineceğim. Tunca Subaşı’nın 13 Ocak’ta İmalathane’de açılan “Muhatabı Olmayan Mutfak” başlıklı sergisi üzerine yazacağım bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Paylaş