Paylaş
Türkiye harekatın içinde mi değil mi? Suriye'de Dabık'a girecek miyiz girmeyecek miyiz? Rakka harekatı ne zaman? Türkiye Irak ve Suriye'de ne kadar kalacak? Bu bir bölgesel savaş mı? Bu sorular Türkiye'de gündemi haftalardır hatta aylardır meşgul ediyor.
2011 yılından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki otoriter ve totaliter rejimlerin bazılarının sarsılmasına bazılarının da yıkılmasına yol açan halk hareketleri Suriye'ye yansıdığında bu ülkede bir rejim değişikliğinin kolay olmayacağı ve istikrarsızlığın çok uzun süreceği belliydi. Aksi takdirde uluslararası toplumun önde gelen ülkeleri Suriye'ye de Irak'a olduğu gibi güçlü bir askeri müdahaleyi göze alırlardı.
Böyle bir müdahale iki nedenden ötürü gerçekleşmedi. Birincisi, Irak deneyimi tüm dünyaya bu tür dış müdahalelerin mevcut rejimleri yıkabildiğini ancak yerine yenisinin kurulmasını kolaylaştırmak ya da desteklemek konusunda başarısız kaldığını göstermişti. İkinci neden ise, Suriye'deki rejimin yapısının çok daha güçlü ve dirençli olması ve "yıkma" girişiminin çok daha büyük insani maliyetlere yol açacağının hesaplanmış olmasıydı.
Irak savaşından yeni çıkılmıştı. Başarılı olunduğu tartışmalıydı. Üstelik bazı ülkelerde Irak savaşına müdahil olmaları nedeniyle siyasi liderler ve devlet adamları hakkında da hukuki sorgulama süreçleri başlamıştı. Böyle bir ortamda uluslararası toplum Irak konusunda tam anlamıyla aklanmandan Suriye'de ona benzeyen bir sıcak çatışmanın içine girmekte tereddüt etti.
Bu arkaplanda Türkiye'nin dış politikasına Suriye konusu adeta karabasan gibi çöktü. Türkiye uluslararası toplumda görülen "müdahale yorgunluğu"nu kavrayamadığı gibi, rejim değişikliklerine yönelik askeri yöntemler yerine toplumsal dönüşümlere yönelik yumuşak güç kullanımının uluslararası ilişkilerde yükselen bir eğilim haline gelmekte olduğunu da algılayamadı. Bu algı engelli durum Türkiye'nin Suriye konusunda izlediği dış politikanın da bir dizi hatalar zincirine dönüşmesine yol açtı.
Türkiye imparatorluk geçmişinden gelen, devlet geleneği bin yıllara uzanan tecrübenin imbiğinden geçmiş bir toplumun yaşadığı ülkedir. Kurtuluş Savaşı mazlum halklara örnek olmuştur. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinde öne çıkan liderlerin örnek aldıkları dünya tarihine mal olmuş bir şahsiyettir. Onun gibi liderler sadece bir ulusun değil dünyanın dahi birkaç yüzyılda bir görebildiği kişiliklerdir.
Hal böyle olunca, bu uzun tarih yolculuğunda bir halkın varmış olduğu nokta ve erişmiş olduğu rejim o halkın toplumsal olgunlaşmasının da ileriye doğru gittiği bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkar. Kazanımlara sahip çıkmak, onlara yenilerini eklemek ve hakça bir düzen içinde insani değerleri öne çıkararak yaşamak toplumsal barışı olduğu gibi komşularla olan barış, huzur ve uyumu da beraberinde getirir.
Bu süreci geri döndürecek türden adımların atıldığı, tarihi ileriye doğru değil de geriye doğru okumaya çalışan bakış açılarının dönemsel olarak egemen olduğu toplumlar kendi olgunlaşmalarının önünde en büyük engeli yine kendileri oluştururlar. İnsanlık tarihi bu engellemelerin örnekleriyle doludur. Bugün de dünyanın birçok ülkesini pençesine alan otoriterleşme eğilimleri insanlığın ve toplumların gelişmesine öncelik vermeyen anlayışların halklara dayatılmasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye'de Sykes-Picot anlaşmasının artık öneminin kalmadığından ve Ortadoğu'da yüzyıl önce kurulmuş olan yapılanmaların ve çizilmiş olan sınırların artık hükmünü yitirdiğinden söz etmek bir tür dış politika uzmanlığı referansına dönüştü. Oysa uluslararası toplumda böyle bir heves yok. Kimse Irak ve Suriye'nin bölünmesini istemiyor, aksine mevcut sınırları olabildiğince korumaya çalışıyor.
Bununla beraber, Irak ve Suriye'nin oluşturduğu ortak alanın dış sınırları değil de iç sınırları ve idari bölünmeleri yavaş yavaş aşınıyor. Bu gelişmenin başlıca sebeplerinden birinin de IŞİD olduğundan kimse kuşku duymuyor. Bugün gerek Suriye, gerek Irak'ta verilen mücadele de öncelikli olarak IŞİD'e yönelik. Bu konuda Türkiye'de kafalarda karışıklık olsa da uluslararası toplumda ve IŞİD'le mücadeleyi sürdüren uluslararası koalisyonda herhangi bir tereddüt yok.
İşte bu nedenledir ki, uluslararası toplum da IŞİD'in pençesine düşen komşu toplumlar da terörle mücadelede net ve belirgin bir anlayış ile yollarına devam etmek istiyorlar. Türkiye'nin IŞİD'le mücadelenin yanı sıra başka mücadelelere taraf olma niyeti içinde olmadığından emin olmak istiyorlar.
Bundan yedi sekiz yıl kadar önce bölge ülkeleri tarafından örnek rol model olarak görülen Türkiye bölgesel sorunların çözümünde oynadığı kolaylaştırıcı rol nedeniyle takdirle karşılanıyor, övgüyle anılıyordu. Bugün ise Türkiye'nin içinde bulunabileceği çözüm formülleri ve arayışları bölge ülkeleri tarafından daha başlamadan ölü doğmuş addediliyor.
Bunun sebeplerinin bölge ülkelerinden kaynaklandığını ileri sürmek elbette bir yöntem. Ancak bölge ülkeleri de Türkiye'ye baktıklarında önceki rol modelin giderek örnek alınmaması gereken bir dönüşüm içinde olduğu düşüncesiyle hareket ediyorlar. Onların düşünceleri böyle olunca Türkiye de bölgesindeki sorunların çözümüne katkı sağlayıcı ve kolaylaştırıcı özelliklerinden giderek uzaklaşıyor.
Paylaş