Kısa bir pasaj: “Yeni kitabına başlamak için heyecanlıydı... Aylarca süren düşünceler, haftalar alan taslakların ardından ilk satırları kelimelere dökmeye hazırlanıyordu... İşte, her yazarın yüzleştiği o ilk cümleyle imtihan halindeydi şimdi. Kararsızdı... Zihnindeki çekişmeyi bir anda terk edip ‘o’ndan yardım isteyebilirdi. Tedirgin parmakları ekrana uzandı. Aklındaki soru ellerini yavaşlatıyordu. Bir bilimkurgu romanı da olsa ilk cümlesini yapay zekânın yazmasını istemek... Kabul edilebilir bir şey miydi?”
Okuduğunuz pasajın köşe yazısı girizgâhı için deneysel olduğu aşikâr... Halbuki bir romanın ilk paragrafı pekâlâ olabilirdi. Hayali yazarımızın ‘ilk cümle sancısını’ aşmak için kullanmaya tereddüt ettiği yapay zekâysa yakında gerçek olacak. Gelişmiş dil modelleriyle insansı diyaloglar üreten yapay zekâlar, teknoloji trendleri arasında hızla yükseliyor. Geçen haftalarda Google mühendislerini şaşırtan, duyarlı ve kendini bilir hale geldiği iddialarıyla sansasyon yaratan LaMDA’yı hatırlarsınız. Akıcı ve mantıklı diyaloglar geliştirebilen yapay zekâ modelleri kendisini kodlayanları bile ‘acaba bilinçlendi mi’ diye ikileme düşürecek kadar ilerlemekte. Ancak bu gelişmenin biliminsanlarını endişelendiren bir yanı var. Yapay zekâların cümleleri akıcı ancak anlattıkları bilgilerin doğruluğu tam bir muamma. İnsanlar yapay zekânın sunduğu bilgileri tümden doğru kabul etmeye başlarsa, çağımızın sorunsalı bilgi kirliliğinden tutun toplumsal manipülasyona kadar uzanan riskler belirmeye başlıyor. Gelin, konuyu hem insan hem de yapay zekâ tarafından inceleyelim.
Çok yüksek hızda işlem yapabilen süper bilgisayarlar sayesinde onlarca yıllık araştırmaların meyvelerini topladığımız dönemdeyiz. Günümüzün en gelişmiş yapay zekâ modeli GPT-3, tıpkı LaMDA gibi insanlara anlamlı gelen metinler üretme konusunda üstün yetenekli. OpenAI’ın geliştirdiği GPT-3, halka sunulduğu 2020 yılında büyük ilgi toplamış ve hemen Microsoft tarafından satın alınmıştı. Dünyanın her yerinden yapay zekâ araştırmacıları, üyelik ücreti ödeyerek GPT-3 ile çalışabiliyor. GPT-3 her konuda sohbet edebiliyor, iş başvuru mektuplarından edebi hikâyelere kadar farklı metinler yaratabiliyor.
James Webb Teleskopu evrenin başlangıcı varsayılan büyük patlamaya kadar uzak geçmişten veri toplayabilecek.
Kâinatta ne kadar küçük bir yer kapladığımızı tescilleyen yeni bir enstrümanımız daha oldu: James Webb Teleskopu. Geçen salı günü NASA’nın yayımladığı yeni ve büyüleyici uzay fotoğrafları sosyal medyada neredeyse ışık hızında yayıldı. Meraklısı için nefes kesici, rastgele karşılaşanlar için bile ziyadesiyle etkileyici... Şimdiye kadar posterlerden duvar kâğıtlarına ve telefon ekranlarına kadar her yerde görmeye alıştığımız uzay görsellerinin emektar fotoğrafçısı Hubble Teleskopu’ydu. Tahtı devralan James Webb bugüne dek insanlığın gördüğü en ayrıntılı ve en uzaklardan gelen uzay fotoğraflarını Dünya’ya iletmeye başladı. 6.5 metre diyafram açıklığı sayesinde 2.4 metrelik Hubble’a oranla onlarca kat detaylı görüntü kaydedebilen James Webb Teleskopu NASA’ya toplamda 9.7 milyar dolara mal oldu. Maliyetin büyük bölümünü teleskopu taşıyan uzay aracını hazırlamak ve fırlatmak oluşturuyor.
Bu teleskopun görüntü kalitesiyle Hubble’ı geride bıraktığı doğru ancak aslında ikisi farklı türden teleskoplar... Webb çok gelişmiş bir kızılötesi mercek kullanıyor. Hubble ise morötesi, kızılötesi ve normal optik skalada görüntü alabiliyor. Hubble’ı eski model, özellikli bir kamera, Webb’i ise yüksek çözünürlüğe odaklı son model bir fotoğraf makinesi gibi düşünebilirsiniz. Bu anlamda Webb, esasında 0.8 metrelik Spitzer teleskopunun halefi olarak değerlendiriliyor. Yakın geçmişte arızalarıyla gündeme gelen ve astronotlar tarafından onarılan Hubble’ın 2030’lara kadar yörüngedeki görevine devam etmesi planlanıyor.
Dünya’dan 1.6 milyon kilometre açıkta yörüngeye yerleştirilen James Webb Teleskopu uzayın en uzak derinliklerine bakabilme kabiliyetine sahip. Bilindiği üzere; gökcisimlerinden bize ulaşan ışıklar kat ettikleri mesafeye orantılı olarak uzayın geçmişini yansıtıyor. 13.5 milyar ışık yılı öteden görüntü alabilme kapasitesiyle James Webb Teleskopu evrenin başlangıcı varsayılan Big Bang’in (büyük patlama) ilk zamanlarına kadar uzak geçmişten veri toplayabilecek. Jamess Webb Teleskopu’nun 4 temel görevi var:
* Büyük patlamadan hemen sonra oluşan yıldız ve galaksilerden gelen ışıkları araştırmak,
* Galaksilerin nasıl oluştuğunu ve evrim süreçlerini incelemek,
* Yıldız ve gezegenlerin nasıl yapılandığını anlamak,
Ölümsüzlüğün sırrına vakıf olmak insanlar için ne kadar hayırlıdır, tartışılır... Ancak uzun yıllar genç kalmak, ömrü uzatmak deyince işler değişiyor. ABD’nin bir numaralı tıp merkezi olarak bilinen Mayo Clinic’in araştırmacıları yaşlanmanın etkilerini geciktirmeye yönelik önemli bir gelişmeye imza attılar. Gelecekte hap şeklinde kolayca alınabilecek senolitik ilaçların, fareler ve insanlar üzerinde yapılan deneylerde yaşlanmayı yüzde 30 oranında yavaşlatabildiği görüldü. Senolitik ilaçlar vücuttaki önemli bir proteini destekleyerek özellikle yaşlı insanları yaşlanmanın etkilerinden ve ilgili hastalıklardan koruyabiliyor.
Hücre yaşlanması, yaşlanmaya sebep olan faktörlerin başında geliyor. Yaşam faaliyetini tehdit eden veya strese sokan bir durum gerçekleştiğinde hücrenin önünde üç seçeneği bulunuyor: Kendisini onarmak, ölmek veya zombi hücreye dönüşmek.
Zombi hücreler son yıllarda tıp dünyasının gündemindeki ilginç bir konu. Tıp literatüründe senesent (yaşlanmış) hücre olarak anılan zombi hücreler fonksiyonlarını yitirdikleri halde ölmeyi reddediyorlar. Zombi hücreler aslında isimleri kadar korkutucu değiller. Hücrelerin tümörlere dönüşmesini yani kanseri önlemek adına vücudun savunma mekanizmasında rol oynayabiliyorlar. Ancak diğer koşullarda zararlı etkileri bulunuyor ve en başta da yaşlanmayı hızlandırmak geliyor. Yaş ilerledikçe vücutta biriken zombi hücreler, dokuların onarılmasını zorlaştırıyor ve yakınlarındaki sağlıklı hücrelere zarar veren kimyasallar salgılayabiliyorlar. Zombi hücrelere bağlı hastalıklar arasında kalp rahatsızlıkları, diyabet ve akciğer sorunları sayılıyor.
Şimdilik eczanede yok
Son James Bond filmi ‘Ölmek İçin Zaman Yok’, genetik hırsızlığını konu alıyordu. Filmde, suikast düzenlenecek kişinin DNA’sına göre tasarlanmış ölümcül bir virüs, insanlar aracılığıyla yayılıyor. Hedefine ulaşana kadar bulaştığı insanların sağlığına dokunmayan ve nanobotlarla ilerleyen virüs, aradığı DNA’ya ulaştığı anda aktive oluyor ve kişiyi amansız bir ölüme sürüklüyor…
DNA’nın çalınma ihtimali sadece beyazperdenin değil, siyaset sahnesinin de gündemini meşgul ediyor. Geçen şubat ayında Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le yapacağı görüşme öncesi Rus PCR testini yaptırmayı reddetti. Sonunda iki devlet liderinin upuzun, beyaz bir masanın iki ucunda görüşmeye oturduğu ilginç bir fotoğraf ortaya çıktı. Macron’un şahsi genetik materyalini Rus gizli servisine vermek istemediği, olası bir biyolojik silahtan çekiniyor olabileceği söylentileri yayıldı. Macron’a hak vermemek elde değil, keza Almanya Başbakanı Olaf Scholz da yine Rusya ziyaretinde PCR testi vermeyi kabul etmedi.
Madonna’nın paranoyası
Günümüzde ne nanobot teknolojisi ne de genetik mühendisliği, Bond filmindeki aksiyonu mümkün kılacak seviyede. Ancak bir kişinin DNA yapısını doğrudan hedef alacak, özel bir virüs tasarlamak teknik olarak mümkün. Konuya dair haziran başında ilgi çekici bir makale yayımlayan ABD’li iki hukuk profesörü, Liza Vertinsky ve Yaniv Heled, genetik tasarımla kişiye özel silah geliştirmenin ve politik liderleri hedef almanın mümkün olduğunu kabul ediyor.
Ancak bununla kimin neden uğraşmak isteyeceği konusunda emin değiller. Zira profesörler, bir kişiye özel virüs geliştirmeye harcanacak mesai ve kaynağın kitlesel bir biyolojik silah üretmeye yakın olabileceğini düşünüyor. Aynı zamanda, gizli servislerin az maliyetli mevcut yolları tercih edeceğini savunuyorlar. Dünyada biyolojik silah kullanımı 1975 yılında 190 ülkenin imzaladığı uluslararası Biyolojik Silah Antlaşması’yla yasaklandı. Ancak biyolojik silahlar hem üretimi görece az maliyetli hem de gizli tutulması kolay olduğu için komplo teorilerine sıkça konu oluyor. Hatırlarsınız, koronavirüsün bir biyolojik silah olabileceği de çok konuşulmuştu.
Gerçeklik algımızı değiştirebilecek, yaşadığımız dünyaya yeni bir boyut getirebilecek her şeye heyecanlanan bir canlı türüyüz. Geçen yılın son çeyreğinde Facebook’un ismini Meta’ya çevirmesiyle hayatımıza hızlı giren metaverse, dış dünyanın distopya semptomları gösteren gerçekliğine iyi bir alternatif gibi duruyordu.
Merakla içine daldığımız ilk metaverse ortamları, 90’ların video oyunları kalitesindeki görselliğiyle pek etkilemese de ana konsept gelecek vaat ediyordu. Teknolojiyi kavramsal gelişim düzeyinde gördüğüm için metaverse’ü halen bir konsept olarak nitelendiriyorum... Metaverse, ilk günlerdeki sükseli çıkışını, biraz da sert biçimde değişen dünya gündemi nedeniyle aynı parıltıda sürdüremedi ancak kendi gelişiminde emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Gelin, metaverse’ün ileride ne olup ne olmayacağına dair öngörüler sunan güncel gelişmeleri karşılaştıralım.Gelecekte metaverse’te ‘yaşayanlar’ elbette olur ancak bunun geneli kapsayan bir hayat standardına dönüşmesi mümkün görünmüyor.METAVERSE NE OLUR?
* Eğlence medyasına yön verir: Metaverse’ün gelecekte eğlence medyasının tamamını ele geçirme olasılığı giderek yükseliyor. Bundan 10-20 yıl sonra televizyonlar, ev tipi sinema sistemleri, video konsolları gibi akla gelebilecek her tür medyanın sadece metaverse içerikli sanal gerçeklik platformlarında tüketileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Bunu destekleyen en önemli gelişmenin işareti geçen günlerde Meta CEO’su Mark Zuckerberg’den geldi. Zuckerberg, gerçek dünyadan ayırt edilemeyecek kadar yüksek çözünürlük sunan bir VR (sanal gerçeklik) başlığı geliştirmekte olduklarını duyurdu.
* Kazançlı yatırımlar yapılır: Metaverse deneyimi yaşamak için sanal başlıklar ve özel ekipmanlar şart değil, ancak hayal edilen gerçekliğe ulaşmak için AR (arttırılmış gerçeklik)/VR teknolojilerinin bir noktada gerekli olduğu herkesçe malum. AR/VR teknolojileriyse günümüzün en gözde yatırım sahalarından.Yalnızca geçen yıl içinde VR ve metaverse odaklı girişim şirketleri ABD’de 3.9 milyar dolar yatırım aldılar. GlobalData verilerine göre 2025 yılında küresel AR/VR pazarı 162.7 milyar dolara ulaşacak. Şimdilerde Google Alphabet, Meta ve HP’nin öncü olduğu pazarın büyük oyuncuları arasında Magic Leap, HTC, Sony, Toshiba, Snap gibi teknoloji devleri var. Metaverse konseptine uygun AR/VR ile deneyimlenebilecek ürünler, oyunlar, hizmetler ve inovasyonlar üretiyorsanız önümüzdeki 10 yıl içinde iyi kazanacağınız kesin.
Yapay zekânın bilinçlenmesi, insana benzer hisler geliştirmesi olasılığı teknoloji çağının en ilgi çekici konularından. Geçen hafta Google yapay zekâ mühendislerinden Blake Lemoine üzerinde çalıştığı sohbet botu LaMDA’nın adeta canlandığını, duygu ve özfarkındalık emareleri gösterdiğini iddia eden paylaşımlarıyla gündeme oturdu.
LaMDA, dil modelleme üzerine geliştirilen dünyanın en ileri makine öğrenimi sistemlerinden biri. Google LaMDA’nın diğer sohbet botlarından farklı olarak serbest akışta ilerleyen diyaloglara dahil olabildiğini ve sonsuz konuda akıcı biçimde konuşabileceğini öne sürüyor. Uygulamayı geliştiren ekipten Blake Lemoine bir test çalışması sırasında LaMDA’nın insan düzeyinde duyarlı yanıtlar vermeye başladığını fark ediyor. Tıpkı bilimkurgu filmlerindeki gibi… Gelen duygusal yanıtlar karşısında şaşkına dönen Lemoine sohbetin ayrıntılarını sosyal medyada paylaşınca gizlilik politikaları ihlali nedeniyle Google tarafından açığa alınıyor.
Bir kodlama marifeti
Paylaşımlar gündeme bomba gibi düşünce, yapay zekâ uzmanlarından antropologlara, sosyal medya ünlülerinden felsefecilere kadar herkese yorum yapma fırsatı doğdu. Şu sıralar internet ününün tadını çıkaran
Akıllı telefonunuz eskidiyse, güncellemeleri kaldıramıyorsa, görünümü demode olduysa kendinizi ‘eksik’ hissetmeniz çok doğal. Sosyal medya ve interneti aktif kullanıyorsanız elinizde iyi bir cihaz olsun, işleriniz rahat görülsün istersiniz. Prestije önem verilen çevrelerde teknolojinin sosyal statünüzü tamamlaması gerektiğini hissedebilirsiniz. Hatta kimi çevrelerde son model akıllı telefon bile yetmeyebilir, akıllı saati, bluetooth kulaklığıyla takımın tam olması gerekir (!). İnternetsiz bir dünyayı düşünmemiz artık mümkün değil.
Düşünmek de istemiyoruz. Peki, interneti hiç kullanamayacak durumda olanlar, kullanmayı istemeyenler acaba bu konuda ne düşünüyor?
Yakın zamanda rastladığım bir inceleme teknolojinin toplumda önemli bir ayrışmaya yol açtığını ortaya koyuyordu. Teknolojiye erişimi veya kullanma yetisi olmayan bireylerin giderek neye yabancılaştığını, dünya teknolojiyle dönmeye başladıkça aradaki uçurumun büyüdüğünü anlatıyordu. 10 sene öncesine kadar internet ve akıllı telefonların temel işlevi iletişim, eğlence, eğitim ve sosyalleşme üzerineydi. Günümüzde QR kod ve benzeri teknolojiler sayesinde restoran siparişlerinden resmi devlet işlerine kadar hayatın her alanında işlev kazanmaya başladı. Pandemi sürecinde toplu taşımayı, AVM’leri kullanıp kullanamayacağımızı bile belirledi.
Dünya düzeninin elektronikleşmesi hayatımızı kolaylaştırırken belirli gruplar için her şeyi olduğundan daha karmaşık ve adaptasyonu zor hale getirebiliyor.
Sanat için mi sanat, toplum için mi sanat? Yılların değişmeyen bu kavramsal sorusuna sosyal medya çağında yeni bir kriter daha ekleniyor: Viral için sanat.
TikTok gündemini takip edenler geçen pazar, ABD’li ünlü şarkıcı Halsey’nin plak şirketinin baskısını ifşa eden videosuyla viral olduğu ayrıntıyı yakalamıştır. Müzik endüstrisindeki yeni ve çarpık bir paradigmayı işaret eden olay, amaç ve aracın yer değiştirdiği farklı bir gerçekliği ortaya çıkarıyor.
İlk albümünü 2014’te yayımlayan ve müzik listelerinde başarıyla yükselen 27 yaşındaki şarkı yazarı Halsey, yeni şarkısını çıkarmak istediğinde olaylar gelişiyor. Plak şirketinin ‘viral olmayı’ dayatmasıyla başlayan sürecin sonunda Halsey, arkada kendi müziği çalan bir video yayımlıyor. Altyazılarında kendisine dayatılan süreci ifşa ediyor. Sonuçta şarkıcının videosu birkaç günde 9 milyondan fazla görüntülenerek muhtemelen plak şirketinin pek de istemeyeceği bir yönde viral oluyor. (Yine de şarkıyı yayımlamaya karar verdiler!)
Reklamın iyisi kötüsü olmaz klişesinin geçerliliği muğlak olsa da hem şarkı hem de sanatçı ilgi odağı olmayı başarıyor. İşin ironik yanı, Halsey’nin en başta sosyal medya marifetiyle ünlenmiş olması. Kendi yayımladığı müzikleriyle takipçilere ulaştıktan sonra plak şirketi tarafından keşfediliyor ve telifli sanatçı statüsü kazanıyor. Günümüzde müzisyenler plak şirketi olmadan ünlenebilse de halen telif hakları ve daha yüksek sponsorluk anlaşmaları için profesyonel bir zeminde çalışmaya ihtiyaç duyuyorlar. Plak şirketleri içinse viral videolar milyonlarca dolarlık pazarlama harcamalarından kâr etmenin en etkili yolu...