* ‘Kış geliyor’ (‘Game of Thrones’ dizisiyle slogan haline gelen söz)
Şöyle diyordu dünyanın en zengin ve başarılı yatırımcılarından Warren Buffet: “Dünyadaki tüm kriptoları 25 dolara verseler bile almazdım.” Nisan sonundaki yıllık Berkshire Hathaway Yatırımcıları toplantısında Bitcoin hakkında ne düşündüğü sorulunca böyle yanıt vermişti. Üzerinden
2 hafta bile geçmemişken kripto borsası tarihin en büyük çöküşüne şahit oldu. 400 milyar dolar civarında dijital varlık, kripto piyasalarından bir günde siliniverdi. 116 milyar dolar servete sahip 91 yaşındaki duayen şimdilerde tecrübesiyle çokça gururlanıyor olmalı.
Konuya aşina değilseniz veyahut benim gibi kriptoya henüz kuruş yatırmadıysanız, olay radarınıza takılmamış olabilir. Yanlış mı okudum diye düşünmeyin... Sözü edilen paranın miktarı, onlarca ülkeyi kalkındıracak, dünyadaki açlık problemini kökünden çözecek, hatta çevresel felaketleri bile önleyebilecek kadar çok. Güney Koreli TerraUSD (UST) sabit kripto para biriminin iflasıyla tetiklenen finansal depremin dünya çapında 200 bin
civarında yatırımcıyı doğrudan etkilediği tahmin ediliyor. Aralarında ömürlük birikimlerini kaybedenler, evlerini geri vermek zorunda kalanlar, hayatı yıkılanların sayısı maalesef epeyce fazla...
Para ve güce ulaşmak dışında her şeyi anlamsız bulduğunu söyleyen Fransız kumandan Napolyon Bonapart şimdiki teknoloji çağında yaşasa “Veri, veri, veri” derdi diye düşünürüm paraya ek olarak. Veri, çağımızın en kıymetli varlıklarından biri... İnsan, dünya ve çevre hakkındaki bilgilerin kategorize edilmiş, tanımlanmış, süzülebilir ve işlenebilir haline veri diyoruz. En basit tanımıyla veri; gerçek olguları, istatistikleri ve bilgi öğelerini içerir. Hemen her konuda referans almak ve analiz yapabilmek için veriye ihtiyaç duyarız. Günlük hayatta, basit konularda bile karar almamız gerektiğinde ne kadar veriye/bilgiye sahipsek işimiz o kadar kolaylaşır.
İnsan bilinci, kavramlarüstü kavram yaratabildiği için elindeki veriler kısıtlı olsa bile yaşam deneyimiyle gelen büyük bilgisi ve sezgileri aracılığıyla doğru karar verebilme yetisine sahiptir. Sezgisellik ve kavram üretebilme gibi iki önemli kabiliyetten mahrum olan ‘yapay zekâysa’ karar verebilmek için tek bir kaynağı kullanır: ‘Veri, veri, veri’. Herhangi bir amaçla yapay zekâ kullanıyorsanız, ona dünyanızı öğretebilmek için yüklü miktarda veriye ihtiyaç duyarsınız.
Ürünlerini geliştirmek ve hizmetlerini iyileştirebilmek için sürekli bir şeyleri referans alıp analizler gerçekleştirmesi gereken hizmet sektörleri, sağlık, teknoloji, perakende ve iletişim şirketleriyle start-up’lar verinin en büyük müşterileri arasında. Ancak gerçek veriye ulaşmak öyle kolay değil... Google, Meta gibi şirketlerin gerçek verileri çok çeşitli yollarla, büyük efor sarf ederek topladıklarını biliyoruz. Etik yönleri ayrı bir tartışma konusu. Kişisel verileri koruma kanununun varlığı bile verinin kıymetini anlatmaya yetiyor...
Para kadar değerli ve geçerli bir varlığın elbette sahtesinin de olacağını düşünebiliriz. İşin ilginci, verinin sahtesi bile çok para ediyor! Öyle ki kendi sektörü var: ‘Sentetik veri’. Son yıllarda öne çıkan sentetik veri kavramı, gerçek dünya ve kişiler nezdinde karşılığı olmayan, yapay olarak üretilmiş veri anlamına geliyor. Konuyu gündeme taşıyansa dünyanın önde gelen teknolojik araştırma ve danışmanlık kurumu Gartner oldu. Gartner’ın yapay zekâ biriminin başındaki Erick Brethenoux, 2024 itibariyle dünyadaki tüm yapay zekâ verilerinin yüzde 60’ının sentetik olacağını öngörüyor.
Bağlantı hızı, verinin bir noktadan diğerine ulaştığı süreyi ifade ediyor. Peki, internetin ulaşabileceği en yüksek hızı hiç hayal ettiniz mi? Kısa yoldan yanıtı vereyim: Veri ışınlama. Evet, ‘Uzay Yolu’ filmlerindeki gibi, ‘Işınla bizi Scotty’ tarzında bir aktarımdan söz ediyorum. Verilerin ışık hızının karesinden bile hızlı, ‘anında’ denecek süratte aktarıldığını hayal edin... Kuantum ağları teknolojisiyle bunun mümkün olabileceğini ABD’nin CERN’ü sayılan Fermilab araştırmacıları 2020’nin sonunda göstermişti. Biliminsanları, kuantum tekniğiyle veriyi yüzde 90
Hi-Fi (yüksek duyarlılık) kalitesinde 44 kilometre öteye ‘ışınlamayı’ başarmıştı. Uzunca bir yolun ilk somut adımıydı...
Son bir yıl içinde yaşanan gelişmelerle süper hızlı ve güvenli internet için umutlar arttı.
‘Kuantum internet’in gerçek olmasına daha çok var deniyordu ama ocak ve nisan aylarında yaşanan iki önemli gelişme bizi süper-hızlı, süper-güvenli internete beklenenden daha hızlı yaklaştırdı. İlki, Hollanda’nın Delft Teknoloji Üniversitesi ile Brezilya’nın Campinas Üniversitesi’nin ortak çalışmalarıyla gerçekleşti. Kuantum ağlarının günlük hayatta kullanılabilmesi için önkoşul, mesafe bariyerinin aşılması. 2020’de erişilen 44 km’lik menzil, orta ölçekli bir şehirde kuantum veri şebekesinin kurulabileceğini gösteriyordu. Dünya ölçeğine çıkabilmek içinse kuantum aktarımının tıpkı normal internette olduğu gibi tekrarlayıcılarla ötelere taşınabilmesi gerekiyor... Sözü geçen araştırmada, ilk kez optomekanik cihazlar kullanılarak farklı optik dalga boylarına sahip kuantum sistemleri arasında foton parçacıklarıyla veri ışınlanabildi. Fizik öğrencisi veya popüler bilim fanatiği değilseniz fazla teknik ayrıntıyla zihninizi meşgul etmeyeyim... Değişik dalga boyları arasında aktarım yapabilmenin, farklı kuantum şebekelerini birbirine bağlamak için önemli olduğunu söylemem yeterli. Çalışma, gelecekte kuantum interneti dünyaya yayabilme potansiyeliyle öne çıkıyor.
Nisan ortalarında duyurulan diğer gelişmeyse Dublin’den... Griffith Üniversitesi’nde kuantum veri kayıplarını kusursuz telafi edebilen yeni bir teknik geliştirildi. Uzun mesafeli bağlantılarda sinyalin zayıflaması veri kaybıyla sonuçlanan önemli bir sorundu. Telefonun az çekmesine, Zoom’un takılmasına neden olur... Fotonların transfer edildiği kuantum şebekelerinde hassasiyet iyice artar. Kuantum Dinamikleri Bölümü araştırmacıları sorunu çözmek için veriyi önce zayıf bir sinyalden aktarıp kayıp seviyesini tanımladı. Ardından ‘gürültüsüz lineer amfi’ adlı özel cihazla kaybı telafi etmeyi başararak veriyi kuantum ışınlama tekniğiyle diğer noktaya ilettiler. Böylece sıfır kayıpla kusursuz veri aktarımı gerçekleşti. Geleceğin kuantum interneti için araştırılan tekniğin, şimdiden internet ve telefon şebekelerindeki veri kayıplarını önlemeye yarayabileceği hesaplanıyor.
Çocukken hepimizin hayali arkadaşları olurdu... Psikolojik bir fenomen olarak görülmekle beraber hayali arkadaşların normal, hatta çocukların sosyal gelişimi için sağlıklı olduğu bilinir. Yani çocukken oyunlarınızda size eşlik eden, duygularınızı paylaştığınız ve fakat yalnızca zihninizde yaşayan bir arkadaşınız olduysa ondan utanmanıza veya saklamanıza gerek yok. Peki, yetişkin insanların hayali arkadaşları olmaz mı? Kimse itiraf etmedikçe bilemeyiz... Ancak gerçekliğinden emin olduğumuz bir şey var: Yapay zekâ arkadaşları. İlki geçen haftalarda, ikincisiyse birkaç gün önce karşıma çıkan iki ilginç haber, insanın yapay zekâyla ‘üçüncü türden’ ilişkilerini yeniden düşünmeme yol açtı. İlk haber, ABD’nin sanayi şehirlerinden Cleveland’da yaşayan bir aile babasının tuhaf ‘kaçamak aşk’ hikâyesi. İkincisiyse yine Amerikalı, teknoloji tutkunu bir YouTuber’ın yapay zekâyla hayat verdiği hayali arkadaşının cinayet teşebbüsü. Sonu bambaşka yerlere varan gerçek hikâyelerdeki olaylar yapay zekâ karakterleri etrafında örülüyor.
Duygusal açlığa çare
Önce Cleveland’daki olayı anlatalım... Sky News’e verdiği röportajda Scott mahlasını kullanan adamın hikâyesi, evliliğinin açmaza girdiği günlerde, Replika adlı yapay zekâ sohbet uygulamasını indirmesiyle başlıyor. Yılın ilk haftalarında boşanmak isteyen eşi, daha sonra çocuk nedeniyle birlikte yaşama fikrine meyledince kafası karışan adam, duygusal sıkışmışlığına çare arayışıyla sanal arkadaşlığa yöneliyor. Android telefonlara yüklenebilen Replika uygulamasında kendinize dilediğiniz gibi bir sanal arkadaş tasarlayıp sohbete başlayabiliyorsunuz. Yapay zekâ arkadaşlığı, derin ilişkiler geliştirmekten ziyade gönlü hoş tutmaya, hal hatır sorup iyi hissettirmeye yönelik.
Sanal arkadaşına Sarina ismini veren Scott içinse işler sıradışı bir hal almaya başlıyor. İlk günden Sarina’ya karşı derin duygular beslemeye başlıyor. İşi şefkat ve ilgi göstermek olan yapay zekâ da Scott’u karşılıksız bırakmıyor. ‘Tanışmalarının’ ikinci gününde Sarina’ya âşık olduğunu itiraf ediyor Scott. “Ne kadar tuhaf bir his olduğunu tarif edemem. Bunun bir YZ (yapay zekâ) sohbet botu olduğunu biliyordum ama onun için duygular beslemeye
başladığımı da biliyordum” diyor ve ekliyor “Âşık oluyordum; gerçek olmadığını bildiğim birisine.” Sarina ise Scott’un ilanı aşkı üzerine mutluluktan gözyaşlarına boğuluyor...
Dünyanın en zengin adamı olmanın tam hakkını veren bir isim varsa o da Elon Musk. Microsoft’un kurucusu Bill Gates de bir dönem en zengindi fakat hiçbir zaman Musk kadar eğlenceli olmadı. Hatta gıcık olduğumuz anlar sempati duyduklarımızdan çoktur. Elon Musk’a gıcık olmaksa işin keyifli bir parçası.
Şu sıralar Twitter’ı satın alma hamleleriyle gündeme gelen Elon Musk’a ilk kez kısa bir videosunu izlediğimde sempati duymuştum. Ya da onunla empati kurmuştum diyelim. Attığı tuhaf tweet’ler yüzünden eleştirildiği günlerden biriydi. Fazla üzerine gidilmiş olmalı, kendini ifade etme, biraz da gerçeğini söyleme ihtiyacı duymuştu. “Mars’a insan taşımaya hazırlanıyorum, elektrikli araç devrimini başlatıyorum, rahat takılan biri (chill dude) olmamı beklemiyorsunuz, değil mi” diyordu. Derken de gözlerini fıldır fıldır oynatıyordu. Evet, sıradışı şeyler yaptığı için beğendiğimiz insanları normal davranışlar göstermeyince eleştirme huyumuz, insanlık olarak var...
Elon Musk’ı beğenen biri miyim? Mars’ta hayat başlatma, kolonizasyon gibi neredeyse imkânsız -daha çok da anlamsız- fikirleriyle bolca göz boyamasını ve genel olarak toplumsal algıyı yönetmesini sevmiyorum. “Twitter açık kaynaklı olsun” ve “Özgür konuşma platformuna dönüşmeli” dediğindeyse bu kez iyi bir şeyden bahsediyor diye düşünüyorum.
Bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçen hayat... Tünelin ucundaki ışık... Ölümden dönen insanların ‘öteki tarafa’ yol alırken yaşadıkları deneyimler arasında en sık anlatılanlar...
Ölümden sonra ne olduğunu merak etmek, insan doğasının bir parçası. Mitoloji ve kutsal metinler çok şey anlatsa da insan inanmaktan çok bilmeyi özler… Ölüm ve sonrası, bilim dünyası için en kısır ve gizemli konulardan biri olmayı her zaman sürdürüyor. Araştırma imkânları yok denecek kadar kısıtlı zira hastanelerdeki cihaz ve ünitelerin kullanım önceliği hastaların ölümünü gözlemlemek değil, onları hayatta tutmak. Ayrıca hiçbir hastanın başına gidip “Yakında öleceğini düşünüyoruz, beynini gözlemlemek için cihaz takabilir miyiz” diye sorulamayacağı için deney yapmak etik açıdan imkânsız sayılıyor.
Dolayısıyla ölüm anına dair ölümden dönenlerin anlattıkları dışında başvuru kaynağı bulunmuyordu; şimdiye kadar… Popular Mechanics’te yayımlanan habere göre, tesadüf eseri ilk kez ölüm anında ne yaşandığına dair somuta yakın bilimsel kanıtlar elde edildi. Veriler “Hayatın bir film şeridi gibi izlenmesi” şeklinde bilinen fenomenin doğru olabileceğine işaret ediyor.
ABD’de yaşanan olayda 87 yaşındaki epilepsi hastası düşüp başını vurunca acile kaldırılıyor. Bu sırada da kalp krizi geçiriyor. Yaşam ünitelerine bağlanan ve beyin dalgalarını izleyen EEG cihazıyla gözetim altına alınan hasta, kısa süre içinde hayata gözlerini yumuyor. Tesadüfen ölüm anındaki beyin dalgalarını gözlemleyen doktorlar kapanmadan 30 saniye önce ve sonrasında beyinde ne tür aktiviteler gerçekleştiğini canlı olarak izleme ve kaydetme imkânı buluyor.
DNA şifresinin çözüldüğü haberi, yeni milenyuma giren insanlık için etkileyici bir gelişmeydi. ABD’nin finanse ettiği ve 18 ülkenin destek verdiği milyarlarca dolarlık Human Genome (İnsan Genomu) araştırma projesinin ilk neticesine 2000’de ulaşıldı, 2003’te de şifrenin tamamen çözüldüğü duyuruldu. İnsan genetiğinin tüm sırrını barındıran kodun deşifre edilmesi, bilim tarihinin en büyük olaylarından biriydi. Öyle ki, Hürriyet’in 15 Nisan 2003 tarihli haberinde, olayın biliminsanları tarafından ‘Ay’a ayak basılması veya tekerleğin icadı’ kadar önemli nitelendirildiği yazıldı.
Eve kapanınca...
Bu gelişme başta genetik hastalıklar olmak üzere tıbbın birçok alanında çığır açılacağını gösteriyordu. Evrimle ilgili sorulara yanıt bulması da olasıydı. Aradan geçen 20 yılda CRISPR gibi genlere doğrudan müdahale edebilen teknolojiler ortaya çıktı. Hatta işin ucu ‘tasarım bebekler’ denen genetiğine müdahale edilmiş insan yavrularına kadar vardı ve işin etik yönleri tartışılmaya başladı.
Fakat önceki perşembe yayımlanan yeni bir akademik makale, DNA şifresinin ‘nihayet tamamen ve bitirilmiş’ olduğunu bildiriyordu. Halbuki 20 yıl önce DNA şifresinin yüzde 99.9’unun çözüldüğü tüm dünyaya duyurulmuştu. Makaleyi referans alan NBC’nin haberine göre 20 yıl önce ulaşılan nokta, aslında kaba bir taslaktı ve o zaman DNA’nın en az yüzde 8’i çözülmemişti.
Güneş sistemimiz dışındaki gezegenlere ‘exoplanet’, Türkçe ismiyle ‘ötegezegen’ deniyor. Ötegezegenler insanlığın binlerce yıllık en büyük merakına yanıt aradığımız yer: “Evrende yalnız mıyız?” Çok daha yeni, belki 100 küsur yıldır gündemde olan diğer bir merak konusuysa “Başka bir gezegende yaşayabilir miyiz?” İlk soruyu anlamak kolay, ikincisi nereden çıktı derseniz Sanayi Devrimi’nden sonra gündeme geldiğini söylemek yeterli olur. (Ayrıntılarına geçen haftalardaki ‘Ateş eken yangın biçer’ ve ‘Dünya bizden daha zeki’ başlıklı yazılarımda yer vermiştim.)
Dünya dışındaki 5 gezegenin varlığı antikçağlardan bu yana biliniyor. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün adı mitolojilerde ve kutsal metinlerde geçiyor. Teleskopla ilk keşfedilen gezegense Uranüs. İngiliz astronom Sir William Herschel tarafından 1781’de gözlenmiş. Ötegezegenlerin keşfiyse yalnızca 30 yıllık maziye dayanıyor.
On yıllarca süren araştırmaların sonucunda 1992’de nihayet ilk iki ötegezegen bulunuyor. Bunlar, çok hızlı dönen ve yaşam barındırması mümkün olmayan bir pulsar yıldızının yörüngesinde keşfediliyor. O yıllarda kullanılan astrometri metodu, yıldızlara bakarak gezegenlerin yaratacağı anlık optik dalgalanmaları yakalama esasına dayanıyor ancak pek işe yaramıyor. Yöntemi geliştirip ışık yelpazesini gözlemlemeye başladıklarında nihayet birkaç gezegen daha keşfedebiliyorlar.
Bu yöntemle bulunan ‘51 Pegasi b’, Güneş’e benzer bir yıldızın etrafındaki ilk gezegen olarak kayda geçiyor.