İşe dönüş çoğumuz için zor oldu, biliyorum kendimden. Korkmayalım. Bursa’da yaşayanlar için bence en güzel mevsimlerden birine girdik. Sizi öyle ekonomik sıkıntılarla bunaltmayalım bu hafta. Tatil dönüşü yumuşak bir geçiş yapalım. 28 yıllık Bursa yaşantımda, çok yerini gördüğüm kentin bana göre, en güzel mevsimidir sonbahar. Bu sonbaharda, size kısa bazı tavsiyelerde bulunmak isterim.
İlk tavsiyem, tarihi Bursa olacak. Hanlar Bölgesi, Sur İçi, Tophane ve Altıparmak sırtlarında yürüyüş yapmanızı şiddetle tavsiye ederim. Pınarbaşı, Maksem tarihi kentten uzak kalmış olanlara, hala tatilde havasını yaşatacaktır eminim.
***
Uludağ yolu ve birkaç hafta sonra Uludağ, renk cümbüşünün yaşandığı bir yer haline dönecek. Kaçırmayın derim. İlginiz varsa fotoğraf makinelerinizi de yanınızdan eksik etmeyin. Kent içinde Kültürpark da, renk cümbüşünün yaşanacağı bir yer olarak notlarınızda bulunsun. Tabi Botanik Park da öyle. Kapalı mekan olarak, Panorama 1326 Müzesi’ni de gezi güzergahına ekleyin.
Pideli köfte ya da İskender kebabı da size eşlik edebilir gezinizde. Cantık da olabilir elbette ama Kozahan’da bir kahve ya da çay içmeden bu sonbaharı bitirmeyin derim.
Şehrin doğusuna doğru Mezitler’den, Oylat’a, oradan Cumalıkızık ve Zeynilere kadar pek çok rotada renklerin dansına tanıklık edin. Batıda, Gölyazı’ya akşama doğru giderseniz göl üzerinde batan güneşin, size vereceği enerji, güzel bir sonbahar geçirmenize yardımcı olacak eminim.
Fadıllı üzerinden Karaoğlan’a kadar gidebilirim derseniz, manda sütüyle yapılmış peynir kaymak ve tereyağı lezzetleriyle bir kahvaltıyı da es geçmeyin. Yol boyu Uluabat size eşlik edecek. Bu da cabası. Hele dönüşü Unçukuru üzerinden yaparsanız, yukarıdan Gölü görmek, beyinlerimize kazınacak çok hoş bir görüntü olacak.
Dünyanın 2035-2050 yılları arasında iklim değişikliği nedeniyle çok sıkıntılı bir döneme gireceği konuşulurken, bu tartışmalar daha da anlamlı hale geldi.
Gerek Bursa’da, gerekse Türkiye’nin orman vasfı yüksek kentlerinde, mermer ocaklarından diğer madenlere kadar, ormanlık alanların nasıl bir yamalı bohçaya döndüğünü uydu görüntülerinden net bir şekilde anlayabilirsiniz.
*
Elbette madencilik insanlık tarihinin başlamasından beri önemli bir yere sahip. Hatta insanlık geçmişinde Bakır Çağı, Tunç Çağı gibi madenlerle anılan dönemler bile var. Madenlerden vazgeçmek mümkün değil. Burada sorun, önceliklerimiz, orman alanlarında açılacak maden sahalarının kamu yararına kullanılacağının halka doğru anlatılması ve çevre ile gelir dengesinin doğru kurgulandığının yine halka inandırılması.
MADENCİLİK...
Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağadan daha az değerli olmalıdır. Bugün Türkiye’nin ihracatında madencilik yaklaşık 4.5 milyar dolar civarındadır (TİM 2018 verisi). Mobilya da dahil olmak üzere orman ürünleri ihracatımız ise 5 milyar dolar. Tarım 22.5 milyar civarında, sanayi ise 136 milyarın biraz üzerinde. Bir de bunlara yaklaşık 35 milyar dolar turizm ekleyelim. Gördüğünüz gibi madencilik son sıraya düşüyor bile. Ormanlar yok edilerek turizm, mobilya, dolaylı olarak tarıma da darbe vuruluyor.
Türkiye, Finlandiya ile yaklaşık aynı miktarlarda (Türkiye 22 milyon hektar, Fillandiya 23 milyon hektar) ormana sahip ama getiri açısından uçurum var. Finlandiya 10 milyar doların üzerinde ihracat yapıyor. Ormanların önemli bir bölümü ise özel sektörün elinde. Kesilen her ağaç için 2-3 ağaç dikim şartı var. Aynı yöntemi belirlesek Türkiye’nin yüzde 28 olan ormanlık alanları artar ve özel sektör de buradan para kazanırken, havamıza suyumuza da katkısı olur.
Her ülke kendince buna çözümler üretmenin derdinde. Türkiye yıllardır inşaat ile büyüme politikası izledi ve bu yol tıkandı gibi. Bırakın yeni inşaat yapılmasını, yapılan inşaatların bile satılamadığı bir dönem yaşıyoruz. İnşaat sektöründeki yükseliş sırasında çimento fabrikaları ardı ardına açıldı.
Plansızlık burada da devreye girdi. 2011 yılında çimento ihracatı 11 milyon ton iken 2018 yılında bu rakam 7 milyon 466 bin tona, kapasite kullanım oranı ise 2011’de yüzde 63 iken 2018’te yüzde 53’e kadar düşmüş durumda. Üretim de 141 milyon tondan 106 milyon tona inmiş durumda (Türkiye Çimento Müstahsilleri Birliği internet sitesinden alınmıştır).
***
Çimentoda özelleştirmelerin başladığı 1980’lerin sonunda kamu-özel 41 çimento fabrikası varken bugün bu rakam 70’leri buluyor. Fabrika yapımları da devam ediyor. Plan eksikliği bununla da bitmiyor. Çimento sektöründe ulaşım da maliyet açısından çok önemli. Yaklaşık 300 kilometre çimentonun üretildiği yerden satılacağı çapı gösterir durumda iken açılan fabrikalar nedeniyle bu çap 600 kilometreleri buluyor ve rekabet de kızışıyor. Olan Türkiye’nin kaynaklarına oluyor. İç piyasada inşaat sektöründeki düşüş ve dünyada daralan iş hacmiyle ihracatta iniş gözle görülüyor. Bu da kapasitelerin kullanılamamasına neden oluyor. Fabrikalar, ihracatta fiyat kırmak zorunda kalıyor. Kurban Bayramı nedeniyle bazı fabrikalar otomotivde olduğu gibi uzun tatiller yapmayı tercih ediyor.
***
Ev tekstilinde de bazı tesisler uzun tatilin önüne ya da arkasına eklemeler yaparak bir süre işleri durduruyor.
Yüzümüzü güldüren turizm var. Turizmde işler oldukça iyi gidiyor. Burada dersler alınıp umarım planlamalar devreye girer.
Biz severiz başkasında görülen hatalar, kötülükler üzerine tepinmeyi. Linç kültürünün başka bir yansımasıdır. Fiziksel değilse de itibar olarak yerle bir etmeyi, hak edilen cezadan fazlasını kesmeyi üzerimize alırız. Sanki hiç yanlışlar yapmayan mükemmel insan oluveririz birden.
*
Eleştiri sınırları aşılır hakaretler, asmalar, kesmeler ard arda gelir.
Zor bir konudan bahsedeceğim. Affınıza sığınıyorum. Eleştirmeye, kınamaya sözüm yok. Ancak genel kabullerdeki kötülük anlayışı üzerinden hiçbir şeyi düzeltmeyecek olan, “Aaa ne kadar kötü” diyerek, aslında kendimizi, bu toplumun içinde bulunduğu gerçeklerden soyutlayıp, hiçbir yaraya merhem olmayan davranışlara sözüm.
Kendisi yolsuzluk yapanların, yolsuzluğu eleştirmesi, adam kayıranların en büyük lafları etmesi, kadına şiddet uygulayanların şiddeti kınaması. Hadi şiddet uygulamasa da, alttan alta kadını ikinci sınıf görenlerin, kendini saklama alanı olarak bu davranışı sergileyip, kadına şiddet uygulayan birine karşı yönelen tepkilerde en öne çıkması. Çok gördüğüm şeyler bunlar. Bir süredir de üzerine düşünüyorum.
*
Linç kültürünün farklı bir yansıması bu olsa gerek. Bir de insanlar, çoğunluğa uyup genel yapıyı düzeltmek yerine, kötü örneğe vurarak deşarj oluyor herhalde.
Kişi başına düşen milli gelirden başlar, adil gelir dağılımına, kentleşmeye kadar gider bu göstergelerin ekonomik olanları. Ancak gelişmenin, bir de medeniyet bilinciyle ilgili olanı vardır ki, onda gelirinizin yüksekliği tek başına bir anlam ifade etmez. Ortadoğu’nun petrol zengini ülkeleriyle Avrupa’nın üretici milletleri arasındaki temel farklardan birini bu oluştururur. Avrupa ülkeleri, yüzyıllardır, sadece oturdukları coğrafyanın zenginlikleriyle değil (ki nispeten çoğu bu anlamda fakirlerdir) zihinsel ve mal üretiminde başarılarıyla öne çıkarlar (sömüge de onların hammade ihtiyacını karşılamak içindir zaten).
Bu ülkelerde yeşil alanların bolluğunu, eski binaların hala yaşam alanı olarak kullanılmasını görebilirsiniz. Kimse, rant amacıyla kentleşmeye ihanet edemez. Ama çok daha önemli bir unsur vardır buralarda, ortak yaşamanın en temeli olan kurallar. Açık ya da gizli kurallar bu ülkelerde yaşayan insanların özgürlüklerinin de garantisidir ayrıca. Sokağa çıktıklarında sürprizle karşılaşmazlar. Yaya, kaldırımdan adımını ataken, bir aracın ona çarpmayacağını bilir. Köpekler parklarda nasıl gezdirilecek, bisikletler trafiğe nasıl uyumlu olacak, bunların hepsi uzun yıllardır hayatın içinde öğrenilmiştir.
Biz, ne bir Ortadoğu, ne bir Avrupa ülkesi olarak, iyiyi ve kötüyü birlikte yaşayan bir ülkeyiz. Ağır ağır gelişiyoruz, bireysel hak ve özgürlükler anlamında. Ama bazen çok ağır oluyor, Mehter Marşı kıvamında.
***
Geçen hafta, mültecilerin Mudanya sahillerindeki durumunu yazmıştım. Irkçılığa da prim yok, kuralsızlığa da minvalinde bir yazıydı. Ancak hafta boyu, ortak yaşam sorunun sadece mültecilerden değil, bizden de kaynaklanabileceğini çok sık yaşadım.
Malum hava güzelleşti. Akşam saatleri, evimin yakınındaki kauçuk yürüyüş yolunda, spor amaçlı yürüyüş yapma derdindeyim. Dert diyorum, çünkü engelli tartan pist gibi mübarek.
Önce yolun sağından gitmeyenleri aşacaksınız, ardından beşli-altılı pistin ortasında sohbet eden ablaları. Onları geçince, bisiklet yolu yerine pisti tercih eden çocuk ve gençleri. Ardından pistte top oynayan çocukları ve köpeklerini gezdirenleri. Bunları aşabildiyseniz, 30*30 olduğunu sandığım kauçuk zemindeki bozulmalara dikkat ederek tamamlayacaksınız yürüyüşünüzü.
Ama tartışmalar günlerdir sürüyor. Kimi, Suriyeli mültecilerin, sahil dışına atılmasından dolayı yapılanı alkışlıyor, kimi ise bunun açık bir faşizm ve ırkçılık olduğunu söylüyor.
Mudanya Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz, kendisine yöneltilen suçlamaları reddederek, “Kendilerine baksınlar ve ne kadar ırkçı ve faşist olduklarını görsünler. Birlikte yaşam kurallarına uyduktan sonra etnik kökeni, dini inancı farketmez, barışın ve kardeşliğin, özgürlüklerin kenti Mudanya’da herkese yer var” diye konuşmuştu.
Olayın bu yönleri herkesin malumu. Ancak, mültecilerin yaptığı yanlışların arkasına sığınarak, beyinlerinin arkasındaki ırkçılığı saklayamayanlar olduğu da bir gerçek. Aksini yapanlar ise ırkçılık ve faşizm gibi insanlığın belası kelimeleri kullanarak, kurallar oluşurulmasının önüne geçip, açık ya da gizli ırkçılardan başka, iyi niyetli ortak yaşam isteyen insanların da kelimelerini boğazlarına diziyor.
Bu dünya hepimizin ve medeni bir şekilde yaşamanın yollarını bulmak zorundayız. İnsanlara ırk, etnik köken ya da ulus kimlikleriyle hitap etmeye başladığınız anda, ırkçılık tuzağına yaklaşmışsınız demektir. Ancak bunun yanında, kurallar talep etmeniz de çok yerindedir. Hadi gelin yaklaşık bir yıl önce Belçika’da bir mahkemede, Yargıç Peter D’Hont’un benzer bir durumda konuya yaklaşımına bakalım. Ama önce olayı hatırlayalım.
DÜĞÜN KONVOYU...
Belçika’da bir Türk grubu, düğün konvoyunda trafiği aksatacak ve tehlikeye düşürecek hareketler sergiler. İş mahkemeye taşınır. 18 Türk davalık olur. Savcılık, davalıların beş yıl boyunca trafikten men edilmesini, trafiği kapatan altı araca el konulmasını ve 2 bin Euro ceza verilmesini ister. Savcılık, davalıların araçlarını, konvoyun yapıldığı E17 otobanında çok yavaş sürerek trafiği sıkıştırdıklarını, emniyet şeridini kapattıklarını, yolda durarak dans ettiklerini, araçların camlarından dışarı sarktıklarını ve araçlarıyla yolda daireler çizdiklerini iddia eder. Ve Yargıç Peter D’Hondt’un ders niteliğindeki sözleri gelir ardından. D’Hont şöyle der:
“Sadece trafik sıkışıklığına neden olmakla kalmıyorsunuz. Aynı zamanda, diğer sürücülerin sinirlenmesine yol açıyorsunuz ve davranışınız agresifliğe ve sonucunda ırkçılığın artmasına neden oluyor. Zaten yeterince ırkçı var, buna karşı durmanız gerekiyor… Eğer bir parti yapmak istiyorsanız kafanıza kova bile geçirebilirsiniz ancak yolları amaçları için kullanılmaya bırakacaksınız. Yaptığınızın diktatöryel bir tarafı var. Yollar hepimize ait ve kimse kendi malı gibi kullanamaz. Yolu tıkarken o esnada hastaneye yetişmeye çalışan birinin vaktini çalmış olabileceğinizi düşündünüz mü? E17 Avrupa’daki en kalabalık otobanlardan biri. Sizin dans edebileceğiniz bir yer değil.”
Ancak yılda bir kez yapıldığından, unuttuğumuz değerlerden biri de kuşkusuz Uluslarası Bursa Festivali’dir.
Bu yıl 58. kez Bursalılar farklı sanatçılar ve sanat etkinlikleriyle bir araya gelecek. Bursa Kültür ve Turizm Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Fatma Durmaz Yılbirlik’le birkaç ay önce bu konuda sohbet etme imkanım olmuştu. 28 yıl önce takip etmeye başladığım festivalin son yıllarda biraz sönük geçtiğini ifade etmiştim. Ardından da kendisine bir e-posta göndererek yakın çevremden aldığım görüşleri de içeren bir geri bildirimde bulunmuştum.
***
Fatma Hanım’ın o yoğunluğunda yaptığı bu çalışmaları takdirle karşıladığımı en başta ifade edeyim. Gerçekten zor bir iş. Herkesi memnun etmek diye de bir şey yok elbette. Ancak Fatma Hanım bana kendi tüzüklerindeki durumu aktardı.
12 etkinlik yaptıklarını bunlardan opera, bale, etnik müzik, iki Türkçe pop, iki de yabancı pop sanatçısı olduğunu söyledi. Yaptıkları işin ne kadar zor olduğu ortada. Peki bu tüzük değiştirilemez mi? Halk konseri niteliğinde olanlar festivalle birlikte ama biraz daha farklı bir alan olarak düşünülemez mi?
Yabancılara ve deneysel işler yapanlara biraz daha ağırlık verilemez mi?
***