İnsan sağlığını, derinden etkileyen Covid-19 salgının seyrini, yaşayanlarımız görecek elbette ancak uzun zamandır, hiç de ağır olmayan bir şekilde hayatımızı etkileyen küresel ısınmanın çok yakınımızda olan ayak sesleri de, bir o kadar can sıkıcı olabiliyor.
İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Şen, Eylül 2020’deki sıcaklıklara dikkat çekerek bazı önerilerde bulunmuş. Mayıs ve Eylül ayının da artık Türkiye için yaz aylarına katılması gerektiğini, eğitim ve turizmin de buna göre düzenlenmesini önermiş.
Bakın Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerinde nasılmış durum:
“2020 yılı Eylül ayında ortalama sıcaklıklar yurdumuzun genelinde mevsim normallerinin üzerinde gerçekleşmiştir. Uzun yıllar Eylül ayı ortalama sıcaklığı 20.5°C iken, 2020 Eylül ayı 23.9°C olarak gerçekleşmiştir. Eylül ayında en düşük sıcaklık 2.3ºC ile Sarıkamış’ta, en yüksek sıcaklık ise 47.1°C ile Kozan’da tespit edilmiştir”
*
Son yılların en kurak yılını yaşıyoruz. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, bir görüşmede, son 30 yılın en kurak yılını geçirdiklerini ifade etmiş ve kış aylarında daha önce çalıştırmadıkları kuyuları bu kış çalıştırdıklarını söylemişti. Gittiğim tüm sulama göletleri ya kurumuş ya da çok düşük seviyede su ile idare ediyordu.
*
Salgının başında en büyük darbeyi lokantalar, eğlence mekanları, berberler/kuaförler, sinemalar/tiyatrolar ve müzikli mekanlar almıştı. Bir süre sonra bazıları, az da olsa tekrar iş yapmaya başladı.
Tiyatrocular, müzisyenler seslerini az da olsa duyurmaya çalıştı. İşlerinin çok zor olduğunu, geçim sıkıntısı yaşadıklarını dile getirdiler. Bazıları tiyatrolara kilit vurulduğunu duyurdu. Tüm bu sıkıntılı süreçte, sesini duyurmakta zorluk çeken kültür-sanat-spor, adına ne derseniz deyin bir branş var; Halk oyunları. Halk oyunları alanında çalışma yapan dernekler, bu çalışmalarını Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı yürütüyor. Dernek oldukları için İçişleri Bakanlığı’yla da ilişkililer haliyle. Ancak asıl hizmet ettikleri yer kültür ve turizm alanı. Ama Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bir bağları yok.
*
Halk oyunları, sandığımızın aksine oldukça yaygın bir sportif ve kültürel alan. İlköğretimden üniversiteye kadar neredeyse tüm eğitim alanında okulların çoğunda halk oyunu eğitimleri veriliyor. Gençlere bir yandan kültürümüzü unutturmama, diğer yandan da birlikte bir sosyal etkinlik içinde olma becerisini kazandıran halk oyunları bu anlamda çok da özel bir işi becermiş oluyor. Sadece bununla da kalmıyor. Yetişkinler de derneklerin, belediyelerin ve halk eğitim merkezlerinin açtığı kurslarda sosyalleşiyorlar.
Gördüğümüzden daha kalabalık bir geri planı olan halk oyunlarında, ışık, ses, müzik, kostüm ve en önemlisi eğiticiler salgında çok ciddi sıkıntılar yaşadı.
Binlerle ifade edilen ve bir çoğu okullarda çalıştıkları süre boyunca sigortalı olan, halk oyunu eğitmenleri, salgın süresince büyük sıkıntı çeken grupların başında yerini alıyor. Geçen süre boyunca, çoğu sıfır gelirle ayakta kalmanın yolunu bulmaya çalıştılar. Kısa sürede bir gelir elde etmeleri de görünmüyor ufukta.
*
1960’lardaki köy, göç toplumsal gerçekliğinin ötesine geçerek, siyasal bir boyut da kazanır 1970’lerin Türk sinemasında toplumculuk. Daha iyi bir yaşam, ezilenin yanında olma, eskiyi temsil edenle mücadele, cehalet ve akılcılık, bireycilik ve toplumculuk bazı filmlerin ana ekseni olmuştur.
Bir sinema eleştirmeni değil, sinemayı çok seven bir izleyicim. Edebiyat gibi tiyatro gibi sinemanın da sanatsal olanının içimizde değişime neden olduğuna inanırım. Sinema filmi, eğer bir sanat eseri niteliği taşıyorsa izlemeye başlayanla, izlemeyi bitirmiş kişi artık ayı kişi değildir artık.
*
İşte tam da böyle bir film, kendisini tekrar hatırlattı bana. Şerif Gören’in Köprüsü. Zamanın koşullarını göz ardı etmezsek, oldukça iyi ve biraz hak ettiği yeri bulamayan bir film.
Köprü öyle bir film ki, insana eskinin bağrından doğan yeniyi, cehaletle bilim arasındaki mücadeleyi, bireycilik ile toplumculuğu, aklın duygu ile harmanlığında yaratacağı müthiş direnci yalın bir şekilde ortaya koymayı başarıyor.
*
Cehaletin, eskinin, yenilik direncinin nasıl akıldan yoksun olduğunu ve çıkarlarına ters bir durum olduğunda nasıl da yıkıcı olabileceğini ortaya koyuyor.
Herkes kentin daha yaşanılır olması için bir öneri getiriyordu o görüşmelerde. Durduğu yerden bakıyordu çoğu. Yine pek çoğu, diğerini yerden yere vuruyordu. Kimi çevreyi öne alıyor, kimi daha çok iş diyor, kimi ise trafik diyordu.
*
Gerçekten bu kentin en çok neye ihtiyacı vardı?
Turizm, tarım, sanayi ve insan gücü açısından verimli bir kent, ne olursa daha yaşanılır bir kent olurdu?
Sonda değil başta söyleyelim. Bu kentin ve Türkiye’deki tüm kentlerinin özümsenmiş bir kentlilik bilincine ihtiyacı var. Bu bilinç öyle bir oluşmalı ki, yapılan kent planları ortak bir platformda belirlenmeli ve belirlenen kent planı, çıkarlar ve siyasi gerekçelerle asla bozulmamalı. Plan derken, yeter artık bu kent 3.5 milyonu geçmeyecek denmesini kastediyorum. Fark ettiyseniz 500 bin de fazladan söyledim. Bir yerde durması gerektiği bu büyümenin kesin olarak belirlenmeli.
Bu kenti yönetmeye talip olanlar, bu kentte yaşayan ve buradan geçimini sağlayanlar, kent planına sahip çıkmadıkça gerisinin boş olduğu ortada. Planın olmadığı yerde, birisi 0.50 emsal diyerek yoğunluğu artırırken, diğeri bunu engelleyerek başka sıkıntılara neden oluyor.
*
Yaşlıya saygı, hastaya çorba, düğüne takı var. Dayanışma var insanımızda, dokunmak var insanlıkta.
Hal böyle olunca, özümüze ters yaşar olduk son 6 ayda. Bir arkadaşa sarılamamak, düğünlere katılamamak, okullara da arkadaşlarımızla koşturamamak canımızı çok sıkmaya başladı.
Bu sıkıntıyla baş edemeyenler, yelkenleri erken suya indirip, pandemiyi unuttu. Doğasına aykırı hareket edemedi. Ancak insan aynı zamanda iradedir. İrademizi daha diri tutmamız gerekiyor. Aylardır tokalaşamayıp, arkadaşlarımıza, sevdiklerimize sarılamıyoruz. O günlerin geleceği duygusuyla yaşıyoruz.
Kalabalıklardan kaçıyoruz. En sevdiklerimizden olduğu halde, festivaller, panayırlar, konserlere gitmek yerine, doğada daha az kalabalıklarla etkinlikler planlıyoruz.
Yeni normal diye bir çıktı. Temassız, uzaktan, araya en iyi ihtimalle birkaç metre, çoğunlukla da ekranlar koyan bir hayatı anlatıyor.
İnsan doğadaki en çaresiz canlılardan. O nedenle sosyalleşir. Dayanışmazsa hayatta kalamaz. Sevgi ve sevginin önemli bir göstergesi olan dokunmak ve yakın olmak insanı ekmek gibi su gibi hayata bağlar.
Bilim Kurulu’nun ardından bildiğiniz gibi Toplum Bilimleri Kurulu kurulmuştu. Bu kurulun en etkin olacağı dönemdeyiz sanırım. Temas etme, ilişkide kalma yakın olma isteklerimizin bir süre daha bastırılması için harekete geçilmesi şart.
Pandemi süreciyle birlikte bu açıklamaların şekli değilse bile içeriği değişti ve biraz daha dikkatli okuma gerekmeye başladı. 2018 Ağustos ayındaki döviz dalgalanmasına kadar iş gücü rakamları giderek düzelmeye başlamıştı.
*
Haziran 2018 verisine göre, 29 milyon 314 bin istihdam vardı. İşsizlik oranı ise 10.2’de kalmış. 2019 Haziran’da bu rakamlar istihdamda 25 milyon 512 bin kişi ve işsiz oranı da yüzde 13. Bu yılın Haziran ayı verisi ise 26 milyon 531 bin istihdam ve 13.4 işsizlik oranı.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kısa çalışma ödeneği ile işten çıkarma yasağı. Bu şartlar altında işsiz oranı çok artmamış görünebilir. Ama bize sıkıntılı tabloyu, istihdam oranı ve iş aramaktan vazgeçenler gösteriyor.
Yani 24 ayda istihdam rakamı neredeyse 3 milyon geriye düşüyor. Yani kapasiteler düşüyor, işletmeler kapanıyor demektir bu. Buna bir de artan nüfusu ekleyince tablo biraz daha iç karartıcı olabiliyor.
*
İçiniz kararmasın bunu düzeltebilecek dinamizme sahibiz. Ancak asıl korkutan tablo genç işsizlerde. 24 ayda 15-24 yaşı kapsayan genç işsiz oranı yüzde 20.2’den bugün yüzde 28.2’ye çıkmış durumda.
Kamp sandalyesi, küçük bir masa, bir termos çay en büyük keyiflerimden. Ha bir de, dostların güzel sesleri yaz akşamlarını doyulmaz kılıyor. Tabi olumsuz girdiler işbaşı yapana kadar.
Size bu hafta Bursa’nın en güzel yerlerinden biri olan Kayapa Göleti’nin kimsesizliğinden bahsetmek istiyorum. Zaman zaman, yazılarıma çevresindeki kirliliği anlatarak girmişti Kayapa Göleti.
Doğa harikası bir yer. Bir tarafınız şehir ışıkları. Ama o tarafa dönmezseniz, Bursa’da olduğunuzu unutacağınız bir yer Kayapa Göleti.
Ormanla çevrili, içinde ördeklerin ve balıkların yaşadığı, etrafında sokak köpeklerinin gelenlerden yemek beklediği güzelliklerle dolu bir yer. Baharlarda, göleti besleyen dereye doğru yürümek ayrı bir keyif.
Geçen hafta, iki akşam gitme imkanı bulduğum Kayapa Göle’nde, çevresel kirlenme yine göze çarpıyordu. Akşam karanlığında, kendinizi başka bir dünyada hissettiğiniz Göleti, gündüz görmek insanın içini acıtıyor. Etraftaki şişe ve plastik çöplerinin dışında, ses kirliliğini de bizzat yaşadık.
Komşu piknikçiler kendi zevklerinin herkes tarafından benimsendiğinden çok eminlerdi. Adeta bize de hizmet etsin diye, damardan şarkılarının sesini olabilecek en yüksek sese de ayarlamışlardı. Hizmette sınır yoktu anlayacağınız. Ardından daha vahim bir duruma tanıklık ettik.
Yasal karşılığı olup olmadığından emin değilim ama iki araçla getirdikleri jetskilerine binen iki kişi, bir saat ne göletin sakinleri balıklar ve ördeklerde, ne de etrafında kafa dinlemek isteyen bizlerde huzur bıraktı. Bu arada üzerlerinde can yeleği bile yoktu. Öylesine bir hazırlıkla buraya gelebilme cesaretini göstermeleri ya kendilerine olan yüksek güvenden ya da Kayapa Göleti’nin kimsesizliğini iyi bilmekten kaynaklanıyor olmalı. Yakılan devasa ateşler ise son noktayı koyar cinstendi.
Yetki sahibi olanlar, Kayapa Göleti için acilen bir karar vermeli. Ya giriş çıkış imkansız hale getirilmeli (Çok sevdiğim halde Göleti kaybetmektense gitmemeye razı olurum) ya da başka göletlerde gördüğümüz gibi burası da, insanların sınırlamalarla yararlanabileceği, bir piknik alanı olarak kullanılabilmeli. Böyle olursa, hiç yoktan çöp konteyneri, seyyar bir tuvalet ve görevli bulunması gibi imkanlarla varlığını devam ettirebilir Kayapa Göleti. Aksi bir cennet parçasının tamamen kimsesizleşmesine tanıklık etmeye devam edeceğiz.
Yine de büyük bir çekince ile sadece 14 kişinin alındığı özel koltuklu bir salonu tercih ettim.
Film büyük yönetmen Christopher Nolan’ın. İyi de yaptık; ailece keyifli bir film izledik. Gelecek ile geçmişin savaşı, yaşadığımız dönemi de tekrar sorgulattı. Detay vermeyeceğim.
Geleceği oluşturan bizlerin, yaptığımız hataların başka yaşamları etkileyeceğini bir kez daha hatırlatıp, asıl derdime geçeyim.
Malum,Türkiye Karadeniz’de keşfettiği 320 milyar metreküplük doğalgaz yatağının sevincini yaşıyor. Rakam, dünya ölçeğinde çok büyük olmasa da, bizim açımızdan önemli. Hem cebimizde döviz kalmasını, hem doğalgaz alırken pazarlık gücümüzün artmasını sağlayacak. Gözler, şimdi Akdeniz’de. Oradan da müjdelerin gelmesi bekleniyor.
Enerjide dışa bağımlılığın azalması elbette sevindirici bir durum. Ama petrol ve doğalgaz zengini olmadığımıza da sevinmek mi gerekli acaba? Petrol ve doğalgaz zengini olsak üretmek ve çalışmaktan kaçınacağımız gibi dünyanın kirlenmesine katkımız da bir o kadar fazla olacaktı.
Türkiye’nin üretenleri ve üretmeye kafa yoran mühendisleri, ekonomistleri, çevrecileri yenilenebilir enerji üzerine çok düşünüyor. Enerji zengini olsak belki bu kadar düşünmeyecektik.
Biraz doğalgaz ve petrolümüz olsun; ama asıl kafayı yenilenebilir kaynaklarla elektrik üretmeye yormalıyız. Mesela zengini olduğumuz güneşe daha çok kafa yormalıyız.
Geçen hafta BUSİAD Başkanı Ergun Hadi Türkay, bu konuyla ilgili bir açıklama yaptı. Doğalgaza memnun olduklarını ama güneşin de unutulmaması gerektiğini dile getirdi. Türkay, uzun süredir bu konulara kafa yoruyor. Kendisi de yenilenebilir enerji işiyle uğraşıyor. Konuya hakim anlayacağınız. Almanya’nın Türkiye’nin yarısı kadar güneşe sahip olmasına rağmen 8 kat fazla elektrik ürettiğini söylüyor Türkay. Özellikle belirttiği bir nokta ise güneşin bedava, kayıp kaçağın ise neredeyse sıfır olduğu.