19 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağı sürerken, Bursa kırsalını gezip tarımsal faaliyetlere ilişkin gözlemlerde bulunma şansım oldu. Batısından doğusuna, güneyinden kuzeyine gezdim. Ovada canlılık var. Bu yıl, nektarin ve şeftaliden umutlu çiftçi. İlaçlama, gübreleme, tekleme faaliyetleri sürüyor. Sebze dikimlerinde sona yaklaşıldı. Güzel bir hasat dönemi olur umarım.
Gezerken, gerek çiftçilerden, gerekse bana eşlik eden sevgili dostum Ziraat Mühendisi Bertuğ Karakule’den, Bursa tarımına ilişkin önemli bilgiler alma şansım oldu.
Tarım, malum stratejik önemde bir sektör. Olmazsa olmaz. Çiftçinin derdi çok ancak Bursa çiftçisi bilinçli, ölçeği kısmen yakalamış, gerekli yatırımları yapabilecek güce sahip. Hal böyle olunca, meyveciliğin üssü olan Bursa’da, kivi bahçeleri de artmaya başlamış. Biraz rakamlara bakalım.
Türkiye’de, geçen yıl 63 bin 798 ton kivi üretilmiş. Bunun 8 bin 168 tonu Bursa’dan, yani yüzde 13 gibi bir oran. Ama 2010 yılında durum çok farklıymış. Bursa’da kivi üretimi o zaman sadece 661 tonmuş, toplam üretimin sadece yüzde 2.5’i.
*
Peki neden kiviye eğilim var? Edindiğim izlenim şöyle; armut bahçesi olan çiftçiler, yıllarca bu üründen çok iyi para kazandılar. Armut, bakımı zahmetli bir ürün. Bir bıkkınlık da getirmiş haliyle. Belli bir doyuma ulaşan çiftçi, bahçesini bozarken, biriktirdiği sermaye ile ilk yatırım maliyeti yüksek olan kiviye yönelebiliyor. Dönümde, 8 bin lirayı bulan yatırım maliyetini karşılayabilen çiftçi, 3 yıl sonra gelecek ilk hasatı beklemeye başlıyor. Kivide ilaçlama yok gibi. Hasat zamanı gelince işi kolay. Zaten Türkiye’nin kivi tüketimine, üretimi yetmiyor bile. Yani ürünleri değerini buluyor. Ayrıca kivi konusunda Türkiye tüketicisi doyuma ulaşmış değil. Henüz bilmediğimiz sarı, kırmızı ve mini kivi çeşitleriyle de yakında tanışabiliriz. Yani hala bakir bir ürün sayılır kivi.
2010 yılında, Bursa’da 105 bin ton olan armut üretimi, 2019’da 209 bin tonu buluyor. Türkiye armut üretiminin 3’te 1’inden fazlasını Bursa karşılıyor. 9 yılda rekolte iki katına çıkıyor. Kivide ise 12 kattan fazla bir artış var. Bir yılda bile kivideki artış yüzde 45’e yakın. Şeftali, kara incir, ahududu, böğürtlen ve armut denilince ilk akla gelen kent olan Bursa, yakında Yalova ve Karadeniz’in ardından kivide de liderliğe oturabilir. 9 yılda gelinen nokta bunu gösteriyor. Bir de küresel ısınma etkisi var tabi. Meyveciliğin başkenti Bursa, yeni durumlara da adapte olabiliyor.
Artık yeni normal, ya da kontrollü sosyal hayat dönemine giriyoruz. Bu durumun en erken sonbahara kadar, hatta yılbaşına kadar sürmesi bekleniyor. İşletmeler peyder pey açılacak. Yaralar sarılmaya çalışılacak. Bazı işletmelerimizi, maalesef kaybedeceğiz. Yeni normalde, yeni şeyler görmeye başlayacağız. Bunların başında da kuşku yok ki dijital ekonomik faaliyetler gelecek. Bu faaliyetler bir süredir hayatımızda ancak Covid-19 salgınıyla daha da yaygın hale gelmeye başladı. Artık hem hayatın, hem ekonominin ayrılmaz parçaları olarak aramızdalar. Bu durum devletleri de harekete geçirdi. Dijital ekonomik faaliyetlere vergiler uygulanmaya başladı. Türkiye’de bu oran yüzde 7.5 ile dünyanın en yükseği. Bunu söyleyen Yeminli Mali Müşavir, eski Maliye Müfettişi ve eski Ekonomi Bakan Danışmanı Emrah Akın.
Akın BUSİAD’ın online Çekirge Toplantısna konuk oldu. Burada salgının vergisel etkileri, kamunun durumu hakkında bilgiler verdi. Biraz onun neler söylediğine değineyim. Akın, vergi ertelemelerinin sonbahar ve yıl sonunda karşımıza daha büyük bir sorun olarak çıkabileceğini ifade ederek, bir vergi affının gündeme gelmesi gerektiğini kaydetti. Kamunun daha çok elini taşın altına sokup, ekonomi çarklarını döndürmesi gerektiğini de kaydeden Akın, bütçe açığı ve enflasyonun şimdilik dert edilmemesi gerektiğini de söyledi.
Akın, üretimde özellikle istihdam üzerindeki vergi yükünün en azından 2020 için azaltılması gerektiğini belirtirken, başta sağlık olmak üzere bazı alanlarda KDV’nin yine bu dönemde sıfırlanmasını önerdi.
Akın, kamu bütçesinin bu yıl beklenenden daha fazla açık verebileceğini de ifade ederek, ekonomik canlanmaya yönelik tedbirler alınmaması halinde yeni vergi tedbirlerinin de gündeme gelebileceğini ifade etti.
Ama asıl mesele Akın’ın uzun vadedeki öngörüsünde. Uzun vadede Akın, dijital ekonomiden alınan vergilere vurgu yaparken, vergi ve muhasebelendirme işlerinin işletme dışında gerçekleşebileceğini söyledi. Akın, salgında tedarik meselesinin öneminin ortaya çıktığını da belirterek, bölgesel tedarik ağlarının önem kazanacağını ifade etti.
Yani bu söyleşiden anladığım, zor bir 2020’nin ardından, zorluk derecesini bilmemekle birlikte yeni bir dönem vergisel anlamda da bizi bekliyor olacak. Yeni normal yeni ekonomisi ile karşımıza çıkacak. Uyum sağlayanlar yaşayacak sağlayamayanlar...
Kalın sağlıcakla.
İşin içinde olanlar bile, yol gösterecek bir fener arayışında. Sisin içinde giden gemiler gibiyiz hepimiz. Gemi kaptanlarının işi zor. Herkes kendi evinin, bütçesinin kaptanı. Bir de iş yerlerini bu sisten çıkarmaya çalışanlar var ki, işleri hepten zor.
Sanayici dertli. Eskiden olmayan maliyetler ortaya çıktı. Buna katlanmaya hazırız deseler bile, maliyetine katlanacakları malzemeleri ve çözümleri bulmakta zorlanıyorlar. Üretim başladığında ne olacağına ilişkin bazı soruları var.
*
Birincisi, üretim başladığında, çalışanları içinde, Covid-19 nedeniyle ölüm gerçekleşirse ne olacağına ilişkin. Olayın iş kazası olarak değerlendirileceği iddiaları iş dünyasını endişelendiriyor. Oldukça sıkıntılı bir durum. Umalım ki öyle olmaz. Bu durumda kimse iş yerini açmak istemez.
İkinci bir temel sorun servisler. Sosyal mesafe kuralına uymak durumunda kalındığında ek servis ihtiyacı doğuyor. Bu durum maliyeti katlıyor kuşkusuz. Maliyet de artmasına rağmen, iş dünyasının derdi şu anda, ek servisin nasıl bulunacağında. Malum servis plakası sayısı belirli miktarda. İş dünyası buna çözüm bulmakta zorlanıyor ve yetkililere durumu aktarıyor.
*
Bir diğer sorun maske. Burada rakamlar çok büyük. Maskenin satışı yasak. Dağıtım, merkezi olarak yapılıyor. İş dünyası maske sıkıntısının üretim başladığında had safhaya çıkmasını bekliyor.
Salgın ölüm getirdiği için yarattığı diğer etkilere bakma cesaretini gösteremiyoruz. Eve kapandığımız için hava kirliliğinin azaldığını, karbon salımının düştüğünü, hayvanların insanların yaşadığı yerlere geri döndüğünü anlatan haberlere ara ara denk geliyoruz ama kulak arkası ediyoruz daha büyük derdimiz olduğu için. Bugün elektrik üretiminde, Türkiye’nin bu salgın dönemindeki durumunu, bir günlük tüketim üzerinden değerlendirerek, aslında planlama ile dünyayı daha yaşanır bir yapabilme şansımızın olduğunu görelim istedim.Elime geçen veri 6 Nisan 2020’ye ait. 6 Nisan’da günlük elektrik tüketiminde, yenilenebilir enerji kaynaklarından yapılan üretim miktarı, toplam tüketimin neredeyse yüzde 69’u. Tüm yıllardaki rakamlara ulaşabilmiş değilim ama bu rakamın Türkiye için rekor olma ihtimali de var. Daha önce günlük bazda yenilenebilir enerjiden elde edilen günlük elektrik enerjisinde üst rakam bir kaynağa göre yüzde 58 ile 1 Nisan 2018’de olmuş. Gelelim o günkü döküme:
AKARSU HES 16,44
BARAJLI HES 29,98
RÜZGAR 16,58
GÜNEŞ 0,13
JEOTERMAL 4,07
BİYOKÜTLE 1,65
YENİLENEBİLİR TOPLAM 68.85
Hepimiz, bugünden belki de daha çok, yarından endişeliyiz. Yarın olduğunda, bizi nasıl bir iş, nasıl bir sosyal çevre bekliyor, nasıl bir ülke ve dünyaya uyanacağız merak içindeyiz. Çok yorum var. Çoğunun doğruluk payı da var elbette. Hangi yolu seçerseniz, yarınınız o yolun sonunda sizi bekliyor olacak.
Komplo teorilerini çok sevmem. Sizi çok güçsüz gösterir. Hep gizemli ve güçlü birileri karar veriyorsa dünyada olan bitene, siz çok acizsiniz demektir. Bu yaklaşım insanlık tarihini açıklayan bir yaklaşım olamaz.
Mutlakçı düşüncenin bir ürünü olan bu yaklaşım, size bir şeyleri açıklamada kolaylık sağlar ve kenara çekilmeniz için de haklı bir gerekçe oluşturur. O nedenle komplo teorilerini atlayıp, yarın için ne yapabiliriz konuşmak gerekli. Bu yaşanan kriz sonrası değişecek dünyada nelerin öne çıkacağını ve neler yapılabileceğini tarihe not düşmek gerekli belki de.
*
Gazetecilik mesleğinde 25 yılımı bu sene geride bıraktım. Ekonomi muhabiri olarak başladığım mesleki kariyerimde, hep tarım ve gıdanın ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gözlemledim ve anlatmak durumunda kaldığımda da bunu söyledim. Yapa zeka, dijital dönüşüm gibi yarının dünyasına ilişkin konuşmalara tanıklık ettiğimde de aklımda hep o soru oldu. Peki bunları yiyebilecek miyiz? Yani aslolan toprak ve üzerinde yetişen bitkiler ve onlarla beslenen hayvanlardan elde ettiğimiz gıda. Dijital dönüşüm ise amaç değil ancak bu işleri kolaylaştıracak araçlar olabilir.
Bugünlerde hepimizin yaptığı gibi, sosyal medya üzerinden gelen bir video izledim. Bu videoda Yuval Noah Harari ve Jared Diamond, sistem çöktüğünde kimlerin ayakta kalacağını tartışıyordu. Diamond, taş devri tarzında, tarımsal üretim yapanların şanslı olacağını iddia ediyordu.
Bunu şöyle yorumlamayı tercih ediyorum. Çetin koşullarla yaşamaya alışkın olanlar zor koşullar geldiğinde de hayatta kalabilir. Bundaki kastı da şöyle açalım. Elinizdeki son model telefon bir yere kadar önemli ama karnınızı doyurmanız, hepsinden önemli. Önce kendimize yetebilmek durumundayız. Türkiye aslında tarımsal üretimi köken olarak bilen bir toplum. Ancak uzun zamandır tarımsal üretimi terk ediyor. Öyle olunca da üretimimiz ihtiyacımızı karşılamaya yetmiyor. Özellikle hayvansal üretimde.
*
İşçiler sağlıklarından ve işlerini kaybetmekten, işveren ise işlerin azalmasından, şirketin zarar etmesinden, işçilerinin hastalanmasından, hijyen maliyetlerinin artması gibi pek çok sorundan kaygılı.
Hepimiz hijyen ve virüse karşı koruyucu ekipmanları sağlık sektörüyle ilişkilendiriyoruz. Ancak öyle değil. Üretimini sürdüren işletmelerde virüse karşı mücadele ciddi bir maliyet oluşturmaya başladı. Bir yandan işlerini sürdürmek, diğer yandan bu maliyete katlanmak zorundalar. Servisler sürekli dezenfekte ediliyor. İşçilere sürekli maske dağıtılıyor ki bu maskelerin fiyatı 5 kata varan oranda artmış durumda ve bulmak da güç. Hijyen malzemeleri pahalılaşmış durumda. Sadece maske değil, tek kullanımlık eldiven, hijyen jelleri, çalışılan ortamların sık sık dezenfekte edilmesi gibi. Daha önce var olmayan bu maliyetler, normal zamanların 5-10 katına çıkmış durumda şimdi. İşletmeler muhatap bulamıyorlar.
*
Peki süreç biraz olsun yoluna girince ne olacak. Durgunluk mu olacak, yoksa talep patlamasına yetişemeyen bir arz nedeniyle yükselen enflasyon mu? Yaşayıp göreceğiz. Özellikle enflasyon sepetinin yüzde 22’sini oluşturan gıdada özel önlemler almamız şart. Şu an gıdayı işleyen firmalar, üretimine yukarıda saydığım maliyetleri de üstlenerek devam ediyor. Onlara tıpkı hava yolu şirketleri için uygulanan teşvikler gibi özel teşvikler uygulamak şart. Tarıma da özel önem vermek gerekli. Özellikle yağışların beklenilen oranda gerçekleşmediği bir dönemde tarımsal üretimde yaşanacak bir düşüş, bizim için yeni bir sıkıntı kaynağı olur. Turizm ve lokanta kafeterya gibi hizmet sektörleri en büyük darbeyi alan yerler. Buralara özel çözümler geliştirmek de şart.
Yıllar önce yapılan “Alın verin ekonomiye can verin” kampanyasının benzerini salgın sonrası yapmak şart. Mahalle esnafından alışveriş yapmak önemli olacak. Ancak cebinde parası olan için. İnsanların cebinde parasının olabilmesi için istihdamda sıkıntının olmaması da gerekli. Canlanma sağlayacak projeler bir an önce hayata geçirilmeli. Devlet bugün destekler verirse, canlanma sonrası elde edeceği vergilerle, boşalacak kasayı da doldurabilir.
Biraz daha sabır şart. Önceliğimiz elbette bugünlerde sağlık. Geçim derdi yaz aylarında bizi sıkıştırabilir. Bunu da unutmadan kalın sağlıcakla.
Kızım, kitaplarını defterlerini toplayıp salondaki yemek masasının yarısını işgal etti. Ben de ofisimden getirdiğim bilgisayarımı, çalışma odasına değil, masanın geri kalan yarısına konuşlandırdım. Ayrılamadık birbirimizden anlayacağınız. Ama zaman zaman odalarımza çekildiğimiz de oluyor. İlk günler biraz daha gerilimliydi ortam. Geçen günlerde, herkes birbirinin alanına müdahale etmeden yaşamayı şimdilik başarmış görünüyor.
Bir yandan miktarı ve biçimi azalsa da çalışıyoruz. Evde yapılacak işlerle de ilgileniyoruz. Ev bal dök yala kıvamına geldi anlayacağınız. Film izliyoruz. Oyun oynuyoruz. Kimseyi kandırmayalım, dışarı çıktığımız da oluyor. Ama özellikle insansız alanlarda bulunmaya özen gösteriyoruz. Yürüyüşümüzü yapıp geri dönüyoruz. Biraz yeme konusu rahatsız edici oluyor. Bir de fazla uyuyoruz. Ama en güzeli, kitap okuyoruz.
Okumak tedavi edici olabiliyor. Okuduğunuz her satır, içinizdeki ateşi harlıyor. Neşeniz, heyecanınız yükseliyor. Kapalı ortamda olmanızın bir önemi olmuyor, özgürleşiyorsunuz. Kimi zaman, kitabın kahramanlarıyla dost oluyorsunuz, kimi zaman onları hızla giden bir trenin penceresinden izleyen bir gözlemci. Kimi zaman onlarla seyahat eden ve maceralarına eşlik eden kahramanın kendisi oluveriyorsunuz.
BİZİM KUŞAK...
47 yaşındayım. Yani X kuşağıyım. Televizyonun belirli saatlerde, tek kanal ve siyah beyaz olduğu dönemlerde çocukluğumun ilk yıllarını geçirdim. Elektriklerin sık sık kesildiği, gaz ve lüks lambasının, evlerin baş tacı olduğu yıllardı.
Atlas, iyi bir oyun arkadaşımızdı. Başkentler oyunu oynardık. İsim şehir, kızma birader vs. Yani diyeceğim o ki, biz bugünler için biraz şerbetliyiz. Z kuşağı da biraz dijital sosyal olduğu için zorlanmıyor gibi (Kendi kızımdan biliyorum). Ama Y’lerde bir sıkıntı var gibi ne dersiniz? Onlar yoklukların daha az olduğu dönemlerde yaşadılar. Antrenmanlı değiller sanki.
Tecrübeli biri olarak naçizane tavsiyem kitap olacak. Beni çocukluğumun kasvetli kış aylarında ya da yazın kavurucu sıcağında, yalnız kaldığımda, bahçemizdeki karadut ağacının altında başka dünyalara götüren, başka arkadaşlar edinmemi sağlayan ve özgürleştiren şey kitap olmuştur. Nemeçek’in canını verdiği, Boka’nın, Gereb’in ve arkadaşlarının koruduğu Budapeşte Pal Sokağı’ndaki arsa vatanım olmuştu çocukluğumda. İstanbul’da dört duvar arasında otururken.
Niyazi Mısri’nin dediği gibi “Derdim bana derman imiş”. Derdimiz büyük. Evlerden çıkamıyoruz, sosyalleşmemiz sanal ortamlar üzerinden. Ama en büyük sıkıntımız, “ya üretim aksarsa” kaygısı.
Bir süredir dünya sanayisi ve bir ucundan da Türkiye sanayisi, endüstri 4.0 ya da dijitalleşme üzerine kafa yoruyor. Karanlık fabrikalar, insansız üretim, insansız lojistik, nesnelerin interneti, artık çok duyduğumuz terimler haline geldi. Bu virüs belasını atlattığımızda daha çok duyacağımızdan da kuşkum yok. Daha az insana ihtiyaç duyularak yapılacak üretim yöntemleri, sadece karlılık için değil toplumsal bir zorunluluk olarak da karşımıza çıkacak. SARS, MERS, kuş ve domuz gripleriyle büyük bir köye dönüşen dünyada, salgınların kaçınılmaz olduğu ortada. O halde, önce insan ihtiyaçlarını karşılayabilecek çözümler üretmek gerekiyor. Yapay zeka, insanın üretme becerilerini üstlenecek gibi. Ama unutulmamalı ki bu üretim yine insan için olacak.
Bu tür kriz dönemlerinde üretimin teknoloji yardımıyla yapılması güzel de ya kaybedilecek işler, yaşanamayan sosyallik ne olacak?
*
İşte asıl sorun buralarda ortaya çıkıyor. İnsanlık, bir yandan dijitalleşmeye yoğunlaşırken, diğer yandan sosyalleşmeye ve kaybolacak gelire karşı da çözüm üretmek zorunda. Vatandaşlık maaşı dünyada bir süredir konuşuluyor. Bunu destekleyenler ve karşı çıkanlar var. Salt ekonomik gerekçelerle değil. İnsanın yaratıcılığını öldürmesi ya da artırmasıyla ilgili entelektüel tartışmalar yaşanıyor. Çok katılmasam da, dijital sosyalleşmenin Z kuşağının ve gelecek Alfa kuşağının zaten tercihi olduğunu iddia eden görüşler var. İnsanın dokunmadan, göz teması yapmadan üç boyutlu bir ilişki yaşamadan eksik kalacağına inanıyorum, bir X kuşağı olarak. Bunun insanın vazgeçemeyeceği, onu insan yapan unsur olduğunu düşünüyorum. İnsan sosyal bir yaratık. Dijitalleşmeyle, üretime insansız çözümler nasıl aranıyorsa, insanlara da sosyalleşme ve yaşayacak geliri elde edecekleri çözümler üzerinde düşünmemiz de şart. Bu yaşadığımız salgın küresel ölçekte belki yeni ve ilk ama son olmayacağı da aşikar. Karamsarlığa yer yok. İnsan umuttur. Çözüm üretme gücüne sahiptir. Bunun da üstesinden geleceğiz.
Her hafta dediğim gibi kalın sağlıcakla.