Uğur Vardan

Nedir bu Obradovic'in kerameti?

23 Nisan 2016
Zeljko Obradovic... Fenerbahçe Ülker’e ve basketbol standartlarımıza eşik atlatan efsanevi koç. Portföyünde dört ayrı takımla sekiz ‘Eurolig şampiyonluğu’ var. Bu sayı 13-15 Mayıs’ta Berlin’de düzenlenecek ‘Final Four’da değişebilir. Peki, Sırp koçu meslektaşlarından farklı kılan temel özellikler nedir, 10 adımda hatırlayalım...

En temel özelliği...

 

Başarısızlık nedir bilmiyor. Üstelik her daim üst sıralarda olmayı, zirvede kalmayı sadece üst düzey yıldızlarla değil vasat oyuncularla yapılanmış ekiplerle de başarıyor. Spor yazarı Kaan Kural’ın deyişiyle ‘Başarıyı normalleştiriyor’.

 

Oyunculara katkısı...

 

Profesyonellikte belli standartları korumak zorundasınız. ‘Obra’ öncelikle bunu sağlıyor. Onları aktif tutuyor ve yetenekleri ne düzeyde olursa olsun, devamlılığı düşmeyen profillere dönüştürüyor. Udoh, Vesely, Bogdanoviç ve Melih onun sayesinde en üst noktalarına bir an önce kavuşan ve çizgileri sürekli kılınan isimler...

 

Yazının Devamını Oku

Vicdan sonradan ‘kor’ yavaş yavaş

22 Nisan 2016
Zeki Demirkubuz, kendine özgü klasik temalarında dolaşan son çalışması ‘Kor’la huzurlarımızda.

Yönetmenin bir önceki adımı ‘Bulantı’, filmografisindeki eski yapımlardan ‘Bekleme Odası’nın revize edilmiş hali gibiydi. ‘Kor’ da Demirkubuz’un geçmiş yapıtlarının görsel ve ruhsal bir kolajı niteliğinde. Önce kısaca öykü diyelim: Emine’nin hayatı eşi Cemal’in iş için gittiği Romanya’da tutuklanmasıyla iyiden iyiye çıkmaza girer. Geçimini elişi yaparak sağlasa da ‘asıl mesele’yi çözecek mali durumdan yoksundur. İşlerini götürdüğü atölyede kocasının eski patronu Ziya’ya rastlayınca mesele halledilir ve kalbi delik küçük oğlu ameliyat olur. Süreç içinde Ziya, geçmişte de ilgi duyduğu Emine’yle yakınlaşırken Cemal’in geri dönmesiyle kartlar yeniden dağıtılır...

 

Üçlü bir ilişkiler ağı içinde gelişen ‘Kor’da Demirkubuz karakterlerini, sinemasının genel çizgilerine dönüşen insan doğasının kötücül sınırları, tutku ve vicdan gibi argümanlarda bir kez daha dolaştırıyor. Film derdini aktarmada elbette başarılı, Demirkubuz’un olgun anlatımıyla vurgular yerli yerine oturuyor. Geçmiş yapıtların bir ‘kolaj’ı meselesine gelince; kimi kadrajlar ‘İtiraf’ (ki buna kuşkusuz yeniden Taner Birsel’le çalışmak da neden olmuş sanki), kimi kadrajlar ‘Yazgı’yı, öykünün genel ruhu durumu da ister istemez ‘Masumiyet’ ve de ‘Kader’i hatırlatıyor. Bir yönetmenin kendi geçmişiyle ve temalarıyla flört etmesinde bir problem yok elbette ama ‘Bulantı’dan sonra sanki Demirkubuz başka bir yola sapacakmış türü bir izlenime sahip olmuştuk; ‘Kor’ bizi tekrar yönetmenin tanıdık sularına kavuşturuyor.

 

Oyunculuklara gelince: Taner Birsel seçimi, başlarda öykünün gezindiği topraklara ait değilmiş gibi dursa da zamanla taşların yerine oturduğunu fark ediyoruz. Demirkubuz her yeni filminde bizi farklı yeteneklerle tanıştırır; ‘Kor’ da Aslıhan Gürbüz adına iyi bir çıkış olmuş. Naçizane, Caner Cindoruk’un, kuşağı içinde Yılmaz Güney’i fiziksel açıdan en çok andıran aktör olduğunu düşünürüm hep (hoş, ‘Kümes’teki kimi kadrajlarda Ufuk Bayraktar da benzer bir efekt yaratıyordu), ‘Kor’da bu düşüncem daha pekişti. Ara rollerin klas oyuncusu İştar Gökseven de gayet iyiydi.
Son toplamda ‘Kor’ iyi anlatılmış (belki biraz süresi fazla), iyi oynanmış, ele aldığı dertlerin hakkını veren bir çalışma olmuş. Ama ‘Bulantı’yı daha çok
beğendiğimi söylemeliyim.

 

Yazının Devamını Oku

Biz büyüdük ve değişti her şey...

16 Nisan 2016
İstanbul Film Festivali, bir şehrin kültürel hafızası aynı zamanda... Çoğumuz sinemanın ne kadar farklı bir sanat olduğunu, bambaşka bakış açılarını, üslupları, akımları onun bize sunduğu filmlerle öğrendik. Sadece sinema değil başka bir terbiye de sundu bize festival. Bugün 35’incisi sona ererken festivale eski günlerin, artık aramızda olmayan Emek Sineması’nın ve bilumum hatıraların eşliğinde bakalım dedik ve nostaljik bir geziye çıktık...

Fuayede Kieslowski’ye rastlamak, bir köşeyi dönerken Sabine Azéma’yla bir gülümsemeyi paylaşmak, Peter Greenaway’in sanki koca bir sanat tarihi-
ni iki saate sığdıran konferansına katılmak, Bertolucci’nin sahneye çıkıp “Ne mutlu ki hâlâ böyle bir büyük salonda, böyle bir kalabalıkla film izleme şansına sahipsiniz” iltifatına nail olmak ve nice yönetmeni, oyuncuyu dünya gözüyle görebilmek... İşte bütün bunları sen sağladın İstanbul Film Festivali... Hepimiz senin elinde büyüdük... Bugün kimimiz yönetmen, kimimiz senarist, kimimiz sinema sektörünün emekçisi, kimimiz eleştirmen, kimimiz de yedinci sanata olan tutkusunu asla yitirmeyen bir sinemasever olduysak, senin sayendedir...

 

Benim, festivalle ilişkim 1984’te başlamıştı. O zamanki ismiyle ‘Sinema Günleri’ için bilet kuyruğunda ilk kez sabahladığımı hatırlıyorum. Hem de topu topu dört film için; çünkü param o kadarına yetiyordu. Lakin bu para meselesini dert etmenin gereksiz olduğunu sonraki yıllarda anladım. Çünkü festivalin kalbinin attığı bir yer ve orada da kalbi altından olan insanlar varmış. ‘Emek Sineması’ydı o yerin ismi...

 

‘SİNEMATEK’ İŞLEVİ

 

İşletmecisi ‘rahmetli’ İsmet (Kurtuluş) Bey, müdürü Hikmet Bey, yer göstericileri Murat ve Hayri, gişede Naciye Hanım ve de isimlerini hatırlayamadığım diğer çalışanlarıyla bambaşka bir terbiyeyi, bambaşka bir zarafeti sundular bizlere yıllar boyu. Bilet bulunmaz, bulunsa da para olmaz ama fark etmezdi; Hikmet Bey kapının önüne çıkar, kenarda bekleyen bizlere (kimse birbirini tanımıyordu ama öğrenci olduğumuz belliydi), “Çocuklar biraz bekleyin, ışıklar sönsün sizi içeri alacağım” derdi. Belli bir süre sonra Hikmet Bey tekrar kapıda belirir, “Çocuklar, çok gürültü yapmadan yukarı balkona çıkın, orada oturun” der ve adeta bize ikinci yarı stat kapılarının açılmasıyla içeri hücum eden taraftarın o tarifsiz sevincini tattırırdı. Hikmet Bey ve Emek ailesiyle ilişki öğrencilikten basına geçtikten sonra da sürdü, zaten orası bir sinema salonundan öte mabetti. Fuayesinde sektörden onca insana rastlamak, üç-beş kelamı paylaşmak, sonrası için randevulaşmak, hatta hatta çok uzun filmlerde verilen arada, çay alırken bankodaki arkadaşa “Maç kaç kaç?” diye sorup sonucu öğrenmek.

Yazının Devamını Oku

‘Ormanın kitabı’nı yazsam yeniden

15 Nisan 2016
İngiliz yazar Rudyard Kipling’in ölümsüz eseri ‘Orman Çocuğu’ bir kez daha beyazperdede. Jon Favreau imzalı uyarlama iyi kaleme alınmış senaryo, CGI teknolojisiyle elde edilen büyüleyici sahneler ve çok başarılı seslendirme derken birinci sınıf bir seyirlik olmuş.

Şimdiki zamanlarda, kâğıt üzerinde ‘Çocuklar için’ çekilmiş filmlerin (animasyon ya da değil; fark etmez) bir özelliği daha olmasına dikkat ediyoruz; o da şu: Miniklerle birlikte salonun yolunu tutan ebeveynlerin içindeki çocuğa da hitap etmeleri...Böyle özelliklere sahip bir filmi en son ne zaman izlediniz bilemem ama bu hafta vizyona giren ‘Orman Çocuğu’ (‘The Jungle Book’), tam da bu türden bir çalışma.Rudyard Kipling’in ünlü klasiğinin sinemadaki son uyarlaması niteliğindeki yapım, öykü, karakterler, CGI teknolojisinin üst düzey kullanımı, etkileyici sahneler, çok başarılı seslendirme derken birinci sınıf bir seyirlik olmuş.

 

MİNİK SETHİ DÖKTÜRMÜŞ

 

En son ‘Şef’ini (‘Chef’) izlediğimiz ve daha çok ‘Iron Man’ ve ‘Iron Man 2’nun yönetmeni olarak tanınan Jon Favreau’nun imzasını taşıyan ‘Orman Çocuğu’, bilindiği gibi ormanın hâkimi konumundaki kaplan Shere Khan’ın, kurtlar tarafından büyütülen Mowgli’yle olan çekişmesi üzerine kurulu. Justin Marks, Kipling’in romanını modern göndermelerle dolu bir senaryoya dönüştürürken çevreci bakış açısına uygun detaylarla örmüş (elbette orijinal metinde olduğu üzere ‘Orman içtüzükleri ve dengeleri’ne de bolca vurgu var). Bu tür yapımlarda, filmin göz alıcı bölümleri bir noktadan sonra tükenir, ‘Orman Çocuğu’ büyüleyici yanını uzun süre koruyor. Bir yandan da hınzırca bakış açısı ve birbirinden kaliteli esprileri de cabası. Seslendirmeye gelince ana karakterlere hayat veren isimler şöyle sıralanabilir: Bill Murray, Ben Kingsley, Idris Elba, Scarlett Johansson, Lupita Nyong’o ve Christopher Walken. Son derece hınzır ve sempatik Mowgli’de izlediğimiz minik oyuncu Neel Sethi de adeta ‘döktürmüş’.Ben, Kipling’in yapıtını ortaokulda Milliyet Çocuk Yayınları’nın ‘Küçük Mavi Kitaplar’ olarak hatırlanan serisinden okumuştum (1977). Yıllar sonra tekrar Mowgli’yle bu klas film vasıtasıyla karşılaşmak çok hoştu doğrusu. Ama bu minik kahramanla daha önceden tanışmasanız da ‘Orman Çocuğu’ kaçmaz diyorum.

 

BEKÂRLIĞIN BİLMEM KAÇ TONU...

 

Yazının Devamını Oku

Ölenle ölünür mü?

8 Nisan 2016
Yitip giden bir değerin ardından geride kalanın trajedisi...

Sinemanın zaman zaman uğradığı bu liman, ‘Yeniden Başla’da (‘Demolition’) bir kez daha karşımıza çıkıyor. Filmin ana karakteri Davis Mitchell, bir trafik kazasında eşini kaybediyor. Kayınpederinin sahibi olduğu şirkette yatırım uzmanı olan genç adam, bu kaybın ardından sıradışı tepkiler veriyor. Yalnız, arkadaşsız, sevgisiz, şefkatten uzak görünen ve bilinen ritüellerin dışında hareket eden Davis, o büyük acıdan çok hastanede parasını kaptırdığı otomatı dert etmiş görünüyor. Akabinde yazdığı upuzun şikâyet mektuplarının ardından şirket temsilcisi kadınla yine sıra- dışı bir ilişkiye yelken açıyor. Kadının ergenlik dönemindeki oğlu da hayatındaki yeni bir renk oluyor.

 

Jean-Marc Vallée’nin (‘The Young Victoria’, ‘Dallas Buyers Club’, ‘Wild’) imzasını taşıyan yapım tuhaf ama sürükleyici ve hem içerik hem de görsel açıdan etkileyici bir ‘modern zamanlar’ eleştirisi. Davis başlarda hafiften Camus’nün ‘Yabancı’sını hatırlatan bir profil çiziyor. Daha sonra derdinin genel bir insanlık durumundan çok sistemle olan ilişkisinden kaynaklandığını anlıyor(uz). Eşinin ölümü, adeta çalışma hayatının kendi içindeki disiplini, bir tür duvarlarla örülü tanımlanmış alanlar içinde hareket (ki sonraları eski evlerin yıkımlarına yardımcı olarak bir tür gerçek duvarları kırıyor!) gibi durumlarla hesaplaşmasını sağlıyor.

 

ÇİZGİDIŞI KARAKTERE ETKİLİ DOKUNUŞ

 

Kanada kökenli Vallée’nin yer yer klipvari görsel numaralarla destekli anlatımı, Bryan Sipe’ın derinlikli çizilmiş karakterlerle örülü senaryosu ve Jake Gyllenhaal’un Davis Mitchell’ın umarsız görünümlü çizgidışı kişiliğine oyunculuk anlamındaki etkili dokunuşları ‘Yeniden Başla’yı özel bir film yapıyor. Keza kadrodaki diğer isimler Naomi Watts, Chris Cooper, Judah Lewis ve Heather Lind de gayet iyiler. Sonuçta ‘Yeniden Başla’ için, bu haftanın kayda değer sinemasal seçeneklerinden biri diyebiliriz.

 

Yazının Devamını Oku

İçinden futbol geçen kimi filmler!

3 Nisan 2016
29 Ocak’ta vizyona giren ‘İftarlık Gazoz’, sezonun üzerinde konuşulmaya değer yapımlarındandı.

Yönetmen Yüksel Aksu, söz konusu yapıtında 70’ler nostaljisi fonunda ‘uzakta kalmış bir cennet’in şiddetle nasıl yıkıldığını anlatıyordu.

 

Özetle ‘yitirdiğimiz değerler’ üzerine acı ve umudun iç içe geçtiği bir öykü sunan filmin bir yerinde, yöre ahalisi tam da Dünya Kupası finaline denk gelen teravih namazının ‘zamanlaması’ için imama başvuruyor ve maçı izlemek için duruma pratik bir çözüm getirmesini istiyordu.

 

Söz konusu mücadele, Batı Almanya’nın Hollanda’yı 2-1 yendiği 74’ün finaliydi.

 

Bu randevunun benim için önemi çok büyüktü; çünkü ilk göz ağrım ‘Rahmetli’ Cruyff’u ve ‘Portakallar’ı bu turnuva sayesinde tanımış ve dolayısıyla futboldaki ilk büyük acımı da bu maçla tatmıştım.

 

Yazının Devamını Oku

Süper Lig'e bir adım daha

2 Nisan 2016
PTT 1. Lig’e dair daha önce defalarca vurguladım; sosyo-ekonomik potansiyellerine rağmen futbolumuz asıl vitrini ‘Süper Lig şenliği’nde bulunması gereken iki şehir var ülke çapında: Adana ve İzmir.

Bu iki kentten ‘Çukurova cephesi’, bu sezon ‘hasret’i bitirme yolunda umut veriyor.

 

‘Egeliler’ ise, üç temsilcisine rağmen bitime yedi hafta kala zirvenin uzağına düştü (ki bu üç temsilciden biri, KafKaf, iddialı başladığı sezonda küme düşmemeye oynuyor).

 

Bu tabloda dünkü Karşıyaka-Adanaspor randevusu, liderle sonuncunun mücadelesiydi. Maç öncesi hedeflere bakıldığında konuk ekip Süper Lig’le olan mesafesini kısaltmak, ev sahibi ise kümede kalma ümitlerini sürdürme niyetindeydi.

 

KIRMIZI KARTLA DENGELER DEĞİŞTİ

 

Yazının Devamını Oku

Bu yol, yol değil!

1 Nisan 2016
Erkek arkadaşıyla problem yaşayan genç kız kendini yollara vurur.

Radyodan nedeni bilinmeyen büyük çapta bir elektrik kesintisi yaşandığı haberini duyduğu anda bir kaza geçirir. Gözlerini açtığında kendisini tedavi işlemlerine başlanmış ama zincirle bağlanmış bir şekilde bulur. Hemen akabinde de başında orta yaşlı bir adam belirir. O büyük problem karşısındadır artık: Karşısındaki bir kurtarıcı mıdır yoksa psikopat mı?..

Bu kısa özet bile ‘Cloverfield Yolu No 10’un (‘10 Cloverfield Lane’) hangi yapımlarla akraba olduğunu ilk elden hatırlatıyor sanırım. Hatırlamayanlar için ben devreye gireyim: ‘Misery’, ‘Testere’ ve son zaman örneklerinden biri ‘Room’. Lakin filmin yapımcısının JJ Abrams olduğunu bilince ve isimde ‘Cloverfield’ ifadesi olunca işin renginin bu boyutta kalmayacağını da tahmin ediyorsunuz. Nitekim kalmıyor da...

‘ALACAKARANLIK’ BİR ÖYKÜ

Bir tiyatro oyunu tadında sürüp giden ve ‘puzzle’vari iç içe geçmiş senaryosuyla heyecanını ayakta tutan ‘Cloverfield Yolu No 10’u Dan Trach-
tenberg yönetmiş. Bu film, kendisinin ilk uzun metrajı... Senaryoda ise Josh Campbell, Matthew Stuecken ve ‘Whiplash’in yönetmeni olarak bildiğimiz Damien Chazelle isimlerine rastlıyoruz. İşte bu ekip, ‘post-modern’ diyebileceğimiz bir yaklaşımla türleri alabildiğine karıştırıp temel olarak ‘Alacakaranlık Kuşağı’na ait bir öyküyü önümüze atmış (Hafiften Stephen King tadı da var elbette). Çabaları takdire şayan ama ortada yeni bir şeyin olmadığı da kesin.
Filmi sürükleyen oyunculardan ‘emektar’ John Goodman ‘kurtarıcı’ Howard rolünde, hafiften ‘Barton Fink’e selam yolluyor; ‘kurtarılan’ Michelle’de Mary Elizabeth Winstead de gayet iyi, üçüncü karakter Emmett’te de John Gallagher Jr. takımı tamamlıyor.

Alttan alta Ruslardan uzaylılara uzanan bir yelpazede Amerika’nın ‘Dış mihraklar’ına da vurgu yapan ‘Cloverfield Yolu No 10’, bence ‘ilginç’ olmanın ötesine gidemiyor. Aslında filmi, sanırım şu klişe tanımlıyor: “Paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez.”

BOKS DRAM İSTER...

Yazının Devamını Oku