Uğur Vardan

‘Ekonomi tıkırında’ olmayınca...

27 Mayıs 2016
Jodie Foster’dan kapitalizm eleştirisi...‘Para Tuzağı’, parasını borsaya kaptıran bir gencin, stüdyo basıp sistemin sözcülüğüne soyunduğunu düşündüğü ekonomi programının sunucusunu rehin almasını anlatıyor. Filmin başrollerinde George Clooney, Julia Roberts ve Jack O’Connell var.

Bu aralar sinemanın en moda hareketi Geor-ge Clooney’yi ‘rehin almak’ olsa gerek! Amerikalı aktör önce Coen Biraderler’in ‘Hail, Caeaser!’ında bir grup komünist tarafından kaçırılıyordu, şimdi de ‘Para Tuzağı’nda (‘Money Monster’) program sunarken stüdyo basılıyor ve bir borsa mağduru tarafından rehin alınıyor. Bu haftanın yenileri arasında yer alan ve yönetmen olarak Jodie Foster’ın imzasını taşıyan ‘Para Tuzağı’, en kısa tarifiyle kapitalizm eleştirisine soyunuyor.Önce konu diyelim: Piyasa ekonomisinin dinamiklerine göz kırpan ve bir anlamda sistemin sözcülüğünü de üstlenen popüler TV programı ‘Money Monster’, annesinden kalan 60 bin dolarlık mirası, borsadaki bir şirkete kaptıran genç bir mudi tarafından canlı yayında basılır. Kyle Budwell adlı eylemci, programın ünlü sunucusu Lee Gates’in üzerine patlayıcı dolu yeleği geçirdikten sonra bir tür ‘Ulusa sesleniş’ safhasına geçer ve sistemin, insanları nasıl kandırdığına dair kendisi üzerinden uyarılarda bulunur. Tabii bu arada binayı kuşatan özel harekât timleri de operasyon hazırlığına başlar...Foster’ın yönetmenlik serüvenindeki dördüncü uzun metrajlı çalışma olan ‘Para Tuzağı’, genel yapısı itibariyle insanın aklına büyük usta Sidney Lumet’ın iki klasiği ‘Şebeke’ ve ‘Köpeklerin Günü’ kadar Costa-Gavras’ın ‘Mad City’sini, Adam McKay’in ‘The Big Short’unu ve bizden Özyurtlu Biraderler’in ‘Ev’ini akla getiriyor. Film zaman zaman öyküsünü ‘Stockholm sendromu’ üzerine inşa etse de temel olarak kapitalizm konusundaki günahların ortaklığına vurgu yapıyor. Kurbanlardan Budwell, sistemin nasıl bir denge üzerinde ayakta durduğunu parayı kaptırınca anlıyor; film basitçe “İyi de o parayı teslim ederken aklın nerdeydi?”ye güçlü bir vurgu yapıyor. Belki de şöyle bir tespit daha doğru: “Öyküde net olarak iyiler ve kötüler yok, ama kapitalizm denen o büyük kötülüğü hep birlikte inşa ediyoruz ve bir noktadan sonra çoklarımız mağdur, bazılarımız ise eleğin üzerinde kalan ve kazanan oluyoruz...” Aslında bu da sistemin en eski tarifi bir anlamda.

 

AH ŞU WALL STREET...

 

Performanslara gelince... Sunucu Lee Gates’te George Clooney (filmin yapımcılarından aynı zamanda), eylemci Budwell’de Jack O’Connell (ki ‘71’le parlamıştı), yapımcı Patty Fenn’de Julia Roberts, sistemin açıkları üzerinden piyasayı yalayıp yutan IBIS adlı finans şirketinin CEO’su Walt Camby’de Dominic West, aynı şirketin iletişim sorumlusu Diane Lester’da Caitriona Balfe, Budwell’in eşi Molly’de Emily Meade (üç-dört dakikalık rolünde döktürüyor adeta); hepsi gayet iyiler...Filmin eleştirilebilecek en önemli yanı, bazı bölümlerinde fazla karikatürize bir yola sapması ama ben bunun rahatsız edici bir tercih olmadığı kanısındayım. Öyküyü dinamik tutmak ve dikkati sürekli kılmak adına böyle bir yola sapılmış gibime geldi. Öte yandan rehine ve kurbanın, kapalı stüdyo ortamından sokağa taşması da tartışılabilir bir durum ama bu da, benzer yapımlardan farklılaşmak adına sineye çekilebilir.Amerikalı eleştirmenlerce, ilham kaynağı Jim Cramer’ın CNBC’de yayımlanan ‘Mad Money’ adlı ekonomi programı olan ‘Para Tuzağı’, dertleri ve hatırlattıkları itibariyle kayda değer çaba. Ayrıca yine Amerikalı eleştirmenler şu noktaya vurgu yapmış: “Jodie Foster’ın filmi, Demokrat Parti başkan adayı Sanders’a destek veren ekonomist Robert Reich’ın ‘Wall Street’te sizin paranızla kumar oynarlar...’ tespitini doğruluyor.”      

 

PİSTLERİN ‘ÖTEKİ’Sİ...

 

Yazının Devamını Oku

‘Şeref sayısı’nı ararken...

21 Mayıs 2016
TIPKI Eurovision’da sürekli az puan alıp alt sıralardan kurtulamamak gibiydi bu durum.

Malum, bir zamanlar milletçe en büyük dertlerimizden biri buydu. İngiltere’yle oynayıp kalemizde onca golü görüp bir tane bile ‘şeref sayısı’nı onların ağlarına göndere-memek tarihsel trajedilerimizden birine dönüşmüştü. Ne yaparsak yapalım olmuyordu. İki 8-0’lık, bir 5-0’lık, bir 4-0’lık, bir 2-0’lık, bir de 1-0’lık mağlubiyetlerimizin ve iki de golsüz beraberliklerimizin yanı sıra bu maçlarda boy göstermiş oyuncuların anılarıyla bugüne geldik.

 

Kaleci Yaşar Duran’ın, meslektaşı Fatih Uraz’ın da aynı sayıda gol yemesi üzerinden yaptığı “Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi” esprisi, Abdülkerim Durmaz’ın herkesten önce otobüsten inip ‘Birinci’ çocuksuluğuyla Wembley’in çimlerine ayak basma ‘hınzırlığı’, yine Durmaz’a ‘rahmetli’ Coşkun Özarı’nın “Merak etme, sen, genç bir futbolcuları var, Lineker; onu tutacaksın, asıl zor olan ismi, Hoddle’ı Raşit abin tutacak” şeklinde uyarılarda bulunduktan sonra Lineker’ın o maç vesilesiyle yıldızlaşması ve uluslararası kariyerinin başlaması, Ünal Karaman’ın az daha gol olacak şutunun direkten dönmesi, Nihat Kahveci’nin vuruşunu son anda David James’in çıkarması vs. derken futbol tarihimiz bakımından onca anı ve anektodla süslü koskoca bir parantezdir İngiltere randevuları...

 

GORDON MİLNE’Lİ YILLAR

 

Üstelik Britanyalılarla oynadığımız o maçlarda karşı taraf futbolun uluslar arası ölçeğinde eski şaaşalı günlerini arayan, her daim turnuvaları hüzünle kapatan ve acılarla yoğrulmaya doğru koşan bir görüntü içindeydi. Sanki bir tek biz onların bu oyunun mucidi olduğu gerçeğini kabul ediyor ve her maçta, bu gerçeğe uygun davranarak mücadeleleri boynumuz önde kapatıyorduk. İşin ilginci İngilizler, Dünya futbol sahnesindeki hükümlerini çoktan kaybetmesine rağmen Türkiye Ligi’ni de uzun süre, bir İngilizin, Gordon Milne’in çalıştırdığı Beşiktaş domine ediyor; Walsh’lu ve Wilson’lı kadrosuyla Siyah-Beyazlılar ‘efsane’ teknik adam sayesinde sürekli ya şampiyon ya da ikinci oluyorlardı.

 

Yazının Devamını Oku

Artık kendim için hiçbir şey yapmayacağım...

21 Mayıs 2016
Nejat İşler, ‘Gerçek Hesap Bu!’ adlı kitabıyla karşımızda... Satış gelirinin, başkanı olduğu Gümüşlükspor için kullanılacağı kitapta, sanatçının hayat öyküsünün izlerini sürmek mümkün. İşler, “Bütün kararlarımı panikle alıyorum. Bu, hastane döneminden kalan bir şey...

O dönem şöyle düşündüm: Ölseydim ne olacaktı? Ne yapmıştım bugüne kadar? Tamam, çalışmışım etmişim falan ama bana göre hiçbir şey yok. Kalktım ve ‘Bundan sonra artık kendim için hiçbir şey yapmayacağım’ dedim. Gümüşlükspor macerası, üniversitede hocalık ve bu kitap, hepsi bu refleksin ifadesi...” İşler’le 24 Mayıs’ta çıkacak olan ‘Gerçek Hesap Bu!’ üzerine konuştuk.  

 

Önce yazıyla olan ilişkini sorayım?

 

- Valla en başından beri var, bildim bileli yazıyorum ben hep.

 

Bir kısmı kitaba da alınan yazıların serüveni nasıl başladı, Ot macerasını kastediyorum yani.

 

Yazının Devamını Oku

Aşağıdakiler yukarıdakiler...

20 Mayıs 2016
Bu haftanın ilginç seçeneklerinden biri Brezilya dolaylarından geliyor.

‘Annemle Geçen Yaz’ (‘Que Horas Ela Volta?’), bir tür ‘Aşağıdakiler Yukarıdakiler’ öyküsü anlatıyor. Kısaca konu: Val, Sao Paulo’da, hali vakti yerinde bir ailenin her türlü işini yapan bir emekçidir. Öyle ki evin oğlu Fabinho, neredeyse annesinden çok ona yakındır. Lakin günün birinde, 13 yıllık bir aradan sonra kızı Jessica çıkıp gelir ve annesiyle birlikte kalmaya başlar. Bu gelişme herkesin hayatında farklılıklara yol açacaktır...Yazar-yönetmen Anna Muylaert’in imzasını taşıyan ‘Annemle Geçen Yaz’, konu itibariyle yakın zaman önce izlediğimiz iki yerli yapımın, ‘Toz Bezi’ ve ‘Ana Yurdu’nun adeta karışımı gibi. Jessica’nın eve gelmesiyle birlikte tablodaki sınıfsal durumlara olan itirazı, dengelerin sorgulanmasına yol açıyor. Öte yandan evin hanımı Barbara’nın genç kızın varlığına soğuk ve tepkisel yaklaşımlarına karşın baba Carlos’la oğul Fabinho’nun meseleye cinsellik ekseninde bakmalarıyla birlikte kırılmanın çerçevesi de farklı bir boyuta taşınıyor. Bu bakımdan Jessica, ev içinde bir anlamda Pasolini’nin ‘Teorema’sındaki ‘ziyaretçi’ (ki Terence Stamp canlandırıyordu) benzeri bir etki yaratıyor.Muylaert, gayet akıcı bir anlatımla, öykünün kimi klişe tuzaklarına düşmeden, etkili bir sınıfsal öyküyü perdeye taşımış. Aslında ‘Annemle Geçen Yaz’, o malum ‘Brezilya dizileri’nde anlatılan hayatların kapısını aralayan ve bulduğu koridordan ‘Yeni Gerçekçilik’e uzanan bir yapım gibi görünüyor (bu arada yeri gelmişken bu türden sınıfsal ilişkilerin anlatıldığı ve çoğu aşkla yoğrulmuş onca yerli diziyi de hatırlayalım derim).

GENÇ ‘MUTANT’LAR RAHATSIZ... 

‘X-Men’ serisinin son filmi ‘Apocalypse’te, binlerce yıllık uykusundan uyanan tarihin ilk ve en güçlü mutantına karşı gençlerin verdiği mücadele anlatılıyor. Bryan Singerimzalı yapım, aynı zamanda ‘80’ler güzellemesi’ niteliğinde...

Naçizane ‘X-Men’i her daim içinden geçtiğimiz zaman diliminin ruhuna, özüne, politik doğruluk reflekslerine uygun bulurum. Serinin ‘Ötekiler’ ve zaman zaman da ‘Ötekiler’ arasındaki ‘öteki’ üzerine inşa edilen öykü düzlemi ve her birinin ayrı özellikleri olan onca karakteri, karşısına geçtiğimiz filmleri farklı yere oturtmamızı sağlar. Geride kalan toplama bakıldığında ise ‘First Class’ bence ismine layık bir biçimde ‘Birinci sınıf’ bir seyirlikti, nitekim bir önceki adım olan ‘Geçmiş Günler Gelecek’ de gayet iyi bir filmdi.

Bu hafta itibariyle serinin son adımı ‘X-Men: Apocalypse’ salonlarımıza uğruyor. Kamera arkasına bir kez daha Bryan Singer’ın (seride yönettiği dördüncü film bu) geçtiği yapımda, adeta mutantların zamandaki yolculuğu devam ediyor. Kısaca özet dersek: Evrenin en güçlü ve köklü mutantı ‘Apocalypse’ (ki halk arasındaki adı ‘En Sabah Nur’, aynı zamanda kendisi bulmacalarda sıkça karşımıza gelen ‘Bir Mısır Tanrısı: Ra’ olarak da biliniyor) binlerce yıllık uykusundan uyanır ve kendince dengelerin değiştiğini düşündüğü dünyada duruma el koymaya çalışır. Bu aşamada da cepheler bildik liderler etrafında belirginleşir; Magneto, ‘Apocalypse’in yanına düşerken karşı tarafta da Prof. Xavier ve ‘genç’ mutantlar vardır.

‘X-Men: Apocalypse’te öykü, serinin bir önceki adımı olan ‘Geçmiş Günler Gelecek’ten 10 yıl sonra geçiyor. Magneto, Polonya’da karısı ve kızıyla sessiz sedasız bir hayat sürerken Xavier de gençleri eğitmeyi sürdürüyor. Lakin ‘En Sabah Nur’un, Kahire’de tekrar ortaya çıkmasıyla birlikte rutinden mücadele aşamasına geçiliyor. Öte yandan Magneto’nun yaşadığı trajik gelişmeler de, safların belirlenmesinde rol alıyor.

‘Mumya’ değil Ra dönüyor

Yönetmenlik uğraşında ilk önemli çıkışını ‘Olağan Şüpheliler’le yapan Singer, bir anlamda seriye hâkimiyetin de verdiği güvenle yine tıkır tıkır işleyen bir filmle karşımıza gelmiş. ‘X-Men’ filmleri son dönemde kendine özgü ‘retro’ tatlar içeriyordu; ‘Apocalypse’ de bir 80’ler güzellemesi. Öykü ise hafif ‘Indiana Jones’, ağırlıklı olarak da ‘Mummy Returns’ havası estiriyor. Öte yandan filmin ana meselesi olan ‘En Sabah Nur’, isyanında teorik olarak haklı; insanlık zamane tanrılarına inanıyor ve tek derdi, gezegenin güzelliklerini yok etmek.

Yazının Devamını Oku

Şampiyonluk gelmez diye bir şey yok ama en önemlisi kalıcı olmak

14 Mayıs 2016
Aykut Kocaman, bu sezon bir şehrin kaderini değiştirdi. Torku Konyaspor, tarihinde ilk kez lig üçüncülüğüne ulaştı ve Avrupa Ligi’nde altı maçlık grup serüvenine hak kazandı. İşte bu başarının mimarıyla konuştuk. Deneyimli teknik adam, “Şampiyonluk mu? Zor ama planlı programlı bir çalışmayla neden olmasın; lakin asıl önemli olan, kalıcı, köklü bir takım yaratmak” diyor.

Bu sezonun en önemli hikâyelerinden biri Konya’da yazıldı. Futbolumuzun önemli figürlerinden Aykut Kocaman öncülüğünde Orta Anadolu’nun Yeşil-Beyazlıları tarihlerindeki en güzel serüvene imza attılar. Peki bu başarı nasıl geldi? Kocaman’la bu mutlu mesut tablonun arkasındaki resmi, bundan sonraki hedefleri ve futbolumuzun hal-i pürmelalinden bazı meseleleri konuştuk.

 

Kariyerinizin bu bölümünde yeniden Konya’ya dönüşünüze ne sebep oldu?

 

Fenerbahçe’den ayrıldıktan sonra bir buçuk yıldır futboldan uzaklaştım. Aslında iyi de geldi, aileme bol bol vakit ayırdım, yapamadığım işleri yaptım. Ama süre uzadıkça ister istemez bir hantallaşma hali başlıyor. Bu, dönüşümdeki ilk sebepti. Öte yandan mali açıdan bir gerekçem yoktu ama ben yaklaşık yedi-sekiz yıldır bir çalışma grubuyla birlikte hareket ediyorum, benim bekle bekleme durumum vardı ama o arkadaşlarımın böyle bir lüksü yoktu. Bir de teklif Torku Konyaspor’dan gelince kolay karar verdim; çünkü başkanı tanıyordum, daha önce burada çalışmıştım, şehri biliyordum. Bütün bu faktörler sonucu yeniden göreve döndüm.

 

Bu yeniden dönüşte sanırım en büyük değişim stattı.

 

Yazının Devamını Oku

Ne o, sinirlisiniz bugün!

13 Mayıs 2016
Finlandiya merkezli, mobil cihazlar için geliştirilmiş ‘Angry Birds’ adlı oyun, bir animasyon filmi olarak huzurlarımızda... Karşımıza bu tür yapımlar çıktığında ‘Her türden minikler için’ klişesine sığınırız fakat ‘Angry Birds Film’ o ‘her türden’ parantezini genişletemiyor, yetişkinlere göz kırpıyor ama hedefini tutturduğunu söylemek zor.

Bu türden uygulamalara, yani oyundan hareketle öykü oluşturularak karşımıza getirilen yapımlara (‘Super Mario Bros’ ve ‘Street Fighter’ gibi) daha önce de rastlamıştık. ‘Angry Birds Film’ (‘The Angry Birds Movie’), benzer bir mantığın ürünü. ‘Simpson Ailesi’nin kimi bölümlerinin yanı sıra filminin senaryosuna da imza atan Jon Vitti’nin kaleme aldığı metinden çekilen ‘Angry Birds Film’de Red, Chuck, Bomb, Yüce Kartal gibi oyunun temel karakterlerinden bazıları yer almış.

 

Kısaca öykü dersek: Okyanusun ortasında, uçamayan kuşların yaşadığı cennet gibi bir adanın ‘sinirli’ üyesi Red, alametifarikası olan öfke sorununu halletmesi için mahkemece bir terapi merkezine gönderilir. Burada hiperaktif Chuck ve kızınca patlayan Bomb’la tanışır. Bu esnada adaya yeşil domuzcuklarla dolu bir gemi gelir. Red, sürekli eğlence vaat eden ve gösteriler düzenleyen domuzların başka hesaplar peşinde koştuğu düşüncesindedir...

 

NAİF BİR ÇABA...

 

Malum, bu tür yapımlar için o klişeye sığınırız: ‘Her türden minikler için...’ ‘Angry Birds Film’, bana kalırsa ‘her türden’ parantezi pek de genişleyemeyen bir yapım olmuş. Daha çok öncelikli muhatabı olan çocuklara seslenen film, ‘Grinin Elli Tonu’ ya da ‘The Shining’ türü göndermelere soyunuyor ve yetişkinlere de göz kırpma çabasına giriyor ama geneli itibariyle bu hedefini tutturduğunu söylemek zor. Red’in istemeden bir kahramana dönüşmesi, çocukluk idolü ‘Yüce Kartal’ın gerçek yüzüyle karşılaşması gibi hoşluklar öyküyü yer yer çekici kılıyor ama ‘Angry Birds Film’, genel olarak naif bir çabadan öteye

Yazının Devamını Oku

Bari siz kutuplaşmayın...

6 Mayıs 2016
‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’, tıpkı ‘Batman v Superman’de olduğu gibi karakterler arasında zorlama bir kutuplaşma meselesine odaklanıyor. Filmin görselliği kurtarır ama öyküde derinlik arayanlar için ‘Başka sefere’ diyoruz...

'Rekabet iyidir’ derler, lakin Marvel’la DC Comics arasındaki çekişme yaratıcılıktan çok tekdüzeliğe geçit sağlıyor gibi. Malum, Marvel kanadı eldeki değerleri uzun bir süredir tek tek ve toplu (‘The Avengers’ları kastediyorum elbet) olarak sahaya sürüyordu, DC Comics cephesi de rakibin özellikle ‘toplu hücum toplu defans’ refleksinin gişedeki etkisine binaen yakın zaman önce ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’yla huzurlarımıza geldi, ‘Justice League 1’ ve ‘2’ gibi çok kahramanlı yapımlar da sırasını bekliyor. Ve fakat bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’ (‘Captain America: Civil War’), her iki cephede de farklılık adına aynı temaların yüzeye vurduğunu göstermekten öteye gidememiş.

 

FARKLI BAKIŞ AÇILARI ‘YENİLMEZLER’ EKİBİNİ İKİYE BÖLÜYOR

 

Hatırlanacağı gibi ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’nda Superman’in bir felaketi önleme sırasında bazı insanların hayatını, bazılarının da kimi organlarını kaybetmesine neden olması Batman’le arasını açıyordu. ‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’nın öyküsü de benzer şekilde zorlama bir ‘kutuplaşma’ya dayanıyor. ‘Yenilmezler’ (The Avengers’) üyesi kahramanlarımız Lagos’taki bir operasyon sırasında sivil halktan kayıplara neden oluyor. Daha önce de Sovokia’da (kurgusal bir ülke) benzer bir manzara yarattıkları için tepki topluyorlar ve hükümetçe bir tür ellerinden yetkileri alınmak isteniyor. Ekibin ‘abisi’ konumundaki ‘Demir Adam’ durumu kabullenirken ‘Kaptan Amerika’ insanlığı koruma görevlerinin özgür koşullarda olması yönünde tercihte bulunuyor. Bu farklı bakış açıları da ‘Yenilmezler’ ekibinin ikiye ayrılmasına neden oluyor.

 

Görüldüğü gibi hikâye ‘Batman v Superman’in ana meselelerinin ‘tıpkısının aynısı’. Orada ikiliye ek olarak ‘Wonder Woman’ sahne alıyordu, burada da ekibin klasik üyelerine ‘Ant-Man’, ‘Vision’, ‘Kara Panter’ ve ‘Örümcek Adam’ dahil oluyor.

 

Yazının Devamını Oku

Kurtlarla yeni bir dans

29 Nisan 2016
Kariyerindeki ‘Ayı’ (‘L’ours’) ve ‘İki Kardeş’ (‘Deux freres’) gibi yapıtlarla daha önce hayvanlar âlemine dalan, ‘Sevgili’ (‘L’amant’) ve ‘Tibet’te Yedi Yıl’la (‘Seven Years in Tibet’) da Uzakdoğu’ya yollanan Jean-Jacques Annaud, son filmi ‘Kurdun Uyanışı’yla (‘Le dernier loup’) sanki sanatsal serüvenindeki bu iki ayrı durağı birleştirmiş gibi.

Çünkü Jiang Rong imzalı otobiyografik özellikler içeren bir romandan uyarlanan son adım, Uzakdoğu’da yine vahşi hayat denklemi içinde geçiyor.

 

Kısaca özet dersek: Malum Çin’de, ‘Kültür Devrimi dönemi’, genç üniversite öğrencileri kırsala gönderilip halkı bilinçlendirirken kendileri de hayat pratiği kazanmış oluyorlardı.

 

Yıl 1967. Pekinli öğrenci Chen Zhen, tercihini Moğolistan’da kullanırken arkadaşı Yang Ke’yle birlikte steplerdeki zorlu doğa koşullarında bambaşka bir hayat biçiminin kapısını aralar. Yöredeki ritüel onlara, her şeyin kendi içinde muhteşem bir ahenge sahip olduğunu hatırlatır. Bu zincir içinde önemli unsurlardan biri vahşi kurtlardır. Ne var ki partinin yerel yöneticileri yaptıkları hamlelerde dengeyi bozarlar. Chen Zhen ise yuvasından kopardığı minik bir kurt yavrusunu büyütmekte kararlıdır.

 

EKOLOJİK MESAJLAR...

 

Yazının Devamını Oku