Aslına bakılırsa bu veriler bence doğru adreslerin ifadesi. ‘Katar öncesi son durak’ hüviyetini hafiften ‘Çin öncesi son durak’la değiştirme durumunda olan ‘Süper Lig’, ‘ikinci el yıldızları’yla zaten çok da çekici bir futbol merkezi değil. Ama asıl problemin ne olduğu çok çok aşikâr. Dön dolaş ‘Üç Büyükler’in etrafında biçimlenen bir iklimden, söz konusu takımların taraftarları hariç kim hoşnut olabilir ki? Adaletin nispeten sağlanabileceği tek alan olan ‘Türkiye Kupası’nda bile yarı finale ‘Dört Büyük’ü taşımak için onca takla atan, aynı organizasyon içinde tek maç, grup aşaması, tekrar tek maç, sonrasında yeniden ikili eliminasyon sistemi gibi gerçekten ‘Alaturka’ ötesi bir yönteme soyunan bir düzenin sularında niye yüzmeye çalışsın ki?
UZAKLARA GİTMEYİN
Spor basınının da belli takımların önemsenip ne diğer takımlara, ne de diğer sporlara pek de hayat hakkı tanımadığı bir coğrafyadan bahsediyoruz nihayetinde. Defalarca yazdım, herkes ‘Diğer takımlar’ı, ‘Üç Büyükler’le oynadıkları maçlar sayesinde tanıyor, hele hele şimdiki transfer ortamında devre aralarında ekipler kadrolarını yeniledikçe ilk yarıda tanıdıkları Anadolu takımlarını ikinci yarıdan yeniden tanımak durumunda kalıyorlar...
Daha önce yazdığım bir şeyi daha hatırlatayım: Çok uzaklara gitmeye gerek de yok aslında, bakın ligin resmi yayıncısı Lig TV’nin başındaki Şansal Büyüka’nın her hafta yazdığı yazılara: Dön dolaş Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, arada bir de Trabzonspor tabii ki...
MOU’YU DİNLEYELİM
SABAH’ın haberine geri dönersek İngiltere örneğinin şöyle bir problemi var; evet. bu oyunun yaratıcılarının coğrafyasına da ‘Endüstriyel futbol’ hâkim ama rekabet yine de üst düzeyde. Bu konuda en çarpıcı açıklamayı yakın bir dönem önce Jose Mourinho yapmıştı: “Her zaman söylüyorum, benim yarışmaya ihtiyacım var. Her hafta yarışmalıyım. İspanya’da harika bir kulüp vardı ama senede sadece 4 maç yapardık. Real Madrid Barcelona’ya karşı, Barcelona Real Madrid’e karşı. Biz de o maçlardan bazılarını kazandık. İki canavar bir arada ve maçları kazanmak kolay. Fakat ligi kazanmak çok zor. Çünkü, yine sizin gibi sürekli kazanan, kazanan, kazanan bir rakiple mücadele ediyorsunuz. İspanya’da şampiyonluk için 100 puan gerekiyordu, 91 yetmiyordu. İngiltere’de ise 75 ve daha azına olabilirsiniz. Bu da rekabetle alakalı...”
Lakin film genel çizgileri itibariyle Gökbakar’ın en vasat işi olmuş.
Futbola hâkim olmasanız da deyim olarak o malum konuya vâkıfsınızdır: Her taze yetenek önce ‘Yeni Maradona’, ‘Yeni Zidane’, ‘Yeni Hagi’, ‘Yeni Alex’ unvanlarıyla ele alınır. Televizyon üzerinden popüler olduktan sonra sinemaya geçtiğinde Şahan Gökbakar için de ‘Yeni Kemal Sunal olabilir mi?’ türü bir konu başlığı açıldığını hatırlıyorum. Aynı zamanda ‘en bilinen tiplemesi ‘Recep İvedik’in kaba saba espri anlayışıyla yeni bir maganda prototipi olarak çıkmasıyla da yeteneğinin ‘orta sınıf refleksleri’yle tartışıldığını ve ‘tu kaka’ edildiğini de... Ben kendi adıma TV’de yaptığı işleri beğeniyordum ve sinemada da, belli bir sosyolojik tabana oturduğunu düşünüyordum. ‘Yeni Kemal Sunal olabilir mi?’ tartışmasında da “Şaban saflıkla zafere ulaşmanın, belli bir masumiyetin ifadesiydi; Recep İvedik’in masumiyeti yok, aksine uyanık ve hınzır. Benzerlikleri ikisinin de ‘tanım gereği’ aslında temelde ‘iyi kalpli’ insanlar olmaları” şeklinde cevap verdiğimi de hatırlıyorum.
Malum, Eddie Redmayne ‘Zamanın hüzünlü tarihi’ olarak da tanımlanabilecek ‘Her Şeyin Teorisi’nde canlandırdığı astro-fizikçi Stephen Hawking rolüyle geçen yıl ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar’a uzanmıştı. İngiliz aktör bu yıl da yeteneğini tekrar hatırlatan bir rolde huzurlarımızda. Performansını Akademi’nin de beğendiği ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalındaki beş adaydan biri arasına dahil ettiği Redmayne, ‘Danimarkalı Kız’da (‘The Danish Girl’) yine tarihsel bir karaktere hayat veriyor.
Yönetmenliğini Tom Hooper’ın üstlendiği yapım, ‘Dünyanın ilk transseksüellerinden biri’ olarak tanımlanan Einar Wegener’in (ya da ikinci kimliğinin ismiyle ‘Lili Elbe’nin) hayat hikâyesinden pasajlar sunuyor. Filmin konusu kısaca şöyle: Yıl 1926. Danimarka’nın tanınmış ressamlarından Einar Wegener, daha çok portrelere odaklanmış meslektaşı ve de eşi Gerda’yla mutlu mesut bir hayatın sahibidir. Karısının modelinin gelmediği bir gün, yardım amacıyla üzerine kadın aksesuvarları geçirir ve bu durum onun için çok önemli bir dönüşümün kapısını aralar. Einar, içinde bastırdığını düşündüğü kadın kimliğiyle buluşmuştur ve artık onunla, barışık bir şekilde yaşamaya kararlıdır. Gerda’nın sergisi dolayısıyla gittikleri Paris, bu farklı durumla baş etmeleri yolunda yeni gelişmelerin mekânı olacaktır...
Victor Hugo’nun ünlü eseri ‘Sefiller’in müzikal uyarlamasını saymazsak genellikle biyografik öykülere ilgi duyan bir yönetmen (‘The Damned United’ ve ‘The King’s Speech’ gibi) olarak bilinen Tom Hooper, ‘Danimarkalı Kız’da da gerçek bir hayatın izlerini sürmüş. David Obershoff’un 2001 tarihli romanından uyarlanan film, aslında François Ozon’un ‘Yeni Kız Arkadaşım’ını da hatırlatıyor. Öte yandan Einar’ın Lili’ye dönüşümü de Pedro Almodovar’ın ‘İçinde Yaşadığım Deri’sini çağrıştırıyor. Lakin bu hatırlatmalar ve çağrışımların dışında Einar/Lili’nin trajik öyküsü yeterince ilgi çekici ve kulak kabartmaya değer. Hele ki söz konusu karakterin tıbbın bilinmeze doğru yol aldığı ve nereye varacağı konusunda kafaların karıştığı bir dönemde bıçak altına yatması ve bir tür öncü olması, bu hikâyeyi daha da önemli ve ‘tarihi’ kılıyor.
Mehmet Kurtuluş-Ayşe Ünal ikilisi, Bülent Üstün’ün karakterini başarılı bir animasyonla perdeye aktarmış.
Bu ülke geleneğinde yazılı-çizili mizahın önemi ve değeri malum... ‘Diyojen’den ‘Aydede’ye, ‘Akbaba’dan ‘Marko Paşa’ya, ‘Gırgır’dan ‘Çarşaf’a ve daha sonraları da ‘Hıbır’a, ‘Limon’a, ‘Leman’a, ‘Deli’ye, ‘Penguen’e, ‘Uykusuz’a uzanan yolda önemli bir geleneğin parçası günümüzde de yaşatılıyor. Demokrasi hedefinde bir türlü rayına oturamayan ama umudu hep yeşertmeye, taze tutmaya gönüllü kitlelerin de var olduğu bir coğrafyada ‘mizah dergileri’, ta en başından beri muhalif kimlikleriyle dertlerin, tasaların sözcüsü oldular ve tarihsel süreç boyunca zekâları, ince dokunuşları, hınzırlıkları, sistemin çelişkilerini yüzüne vuran tavırlarıyla tarihe özel ve de kayda değer notlar düştüler...
İngiliz aktör, ‘Masterclass’ etkinliğinde oyunculuk serüvenini, hayat hikâyesi eşliğinde aktardıktan sonra ‘Soru-cevap’ bölümüne geçildi.
Bu bölüm başlarken Irons, şöyle uyardı:
“Lütfen aptalca sorular sormayın...” Doğrusu bu uyarı işe yaradı. Sorular ve cevaplar genellikle çizgi üstüydü.
Öyküyü sürükleyen ‘Usta-çırak’ ilişkisini ise Cem Yılmaz ve Berat Efe Parlar, performanslarıyla son derece sahici kılmayı başarıyorlar.
İftarlık Gazoz
Yönetmen: Yüksel Aksu
Oyuncular: Cem Yılmaz, Berat Efe Parlar, Ümmü Putgül, Yılmaz Bayraktar, Okan Avcı, Macit Koper
Türkiye yapımı
Ah o güzel günler… Ah o masumiyet özlemi…
Hikmet Karaman’ın kariyeri boyunca çalıştırdığı takımları ‘Üç Büyükler’e karşı özel bir ruhla sahaya sürdürdüğü de malum. Bu veriler ışığında Fenerbahçe’nin dünkü karşılaşmada belli ölçülerde zorlanacağı aşikârdı. Lakin öyle bir ilk yarı oynandı ki, sarı lacivertli ev sahibi oyun üstünlüğüne rağmen pek fazla pozisyon bulmasa da Karadeniz cephesinden gelen Sercan Kaya patentli iki büyük hata işlerini kolaylaştırdı (Aslında henüz 1. dakika dolarken Mehmet Topal’ın kafası ağları bulsa benzer bir kolaylık sağlanacaktı).
BAL YAPMAYAN ARI
DÜN belki oyuna ait not düşülmesi gereken mutlak iki nokta şuydu: Fenerbahçe’nin ‘İlk 11’de iki özel yetenek vardı; Lazar Markovic ve Volkan Şen. İkisi de aslında oyunun kültürel kodlarına dair simgeleri de barındırıyordu. Markovic ne kadar işlevsel ve takım içi yıldızsa, Şen de o kadar kendine oynayan ve o klişe tabiriyle ‘Bal yapmayan arı’ydı
Psikolojik avantaj
Arda Turan’ın Barcelona macerasına “Merhaba” demesinin dışında da farklı bir gündem yoktu ‘kısa teneffüs’te ve dertler belliydi. ‘Üç büyükler’ dışında kimseye bir ilgi göstermeyen futbol kamuoyu, bu ezberle aynı sularda ve meselelerde dolaşıp durdu. Neydi o meseleler? G.Saray’ın sorunlu bölgelerine alacağı isimler ki, bu bazıları gerçekleşti. Beşiktaş kaleye ve defansın göbeğine tecrübeli eller ve ayaklar arıyordu, onlar da halledildi. Kadrosu derin ve standart üstü F.Bahçe ise sanki Diego’nun alternatifinin ve bir forvet peşindeydi ama bu ekonomik koşullarda sarı lacivertlilerin yeni isimleri getirmesi zor görünüyor, zaten bana kalırsa eldeki değerler de yeterli.
Peki, 2. yarıda ne bekliyordu bizi? Bursaspor gibi bir sürpriz olmayacak, artı Trabzonspor bu yarışta yer alamayacak bir performans gösteriyor; o halde yine o klasik denklemle baş başayız: ‘Üç İstanbullu’dan biri ipi göğüsleyecek. Muhtemelen de ‘Mutlu son’a Beşiktaş ya da F.Bahçe ulaşacak. Mustafa Denizli’nin o ‘sihirli dokunuş’u (dünkü maç bu sihrin de zor olacağını gösterdi ama) bu kez de Galatasaray’a değecek mi ya da Şenol Güneşli Beşiktaş ipi göğüsleyecek mi? Bu iki mesele, önümüzdeki (kalan) 16 maçlık maratonun temel heyecan unsuru.
F.Bahçe cephesine bakıldığında ise bu verimli kadro ‘Mutlu son’a ulaşmazsa “Pereira’yla olmaz” diyenler haklı çıkacak, ‘Mutlu son’ gelirse de “Pereira’yla olmaz” diyenler sanki bu kez de “Bu takımı ben de şampiyon yaparım” argümanına sığınacaklar. Bir de üzerine not düşmeye değer bir veri var elimizde: Şu ana kadar Süper Lig’de 13 hoca değişikliği oldu, geçen yılın tüm sezon performansı 18. Bakalım bu sezon çark, daha kimleri öğütecek?
Genel manzara böyle lakin asıl derdim, uzun süredir aklımda olan ama bir türlü hatırlatmak için fırsat bulamadığım bir meseleydi. Ne zaman ‘Üç büyükler’ özellikle sezon ortasında hoca değiştirdi, yeni gelecek adaylara yönelik “Ligimizi tanımalı” türünden manasızlığın manasızı bir argüman üretildi? Bu yaklaşımın, dağarcığımıza ilk kez Skibbe’nin Galatasaray döneminde düştüğünü hatırlıyorum. Sarı kırmızıların aldığı bir yenilginin ardından “Ligi tanımıyor, niye yardımcısı Ümit Davala’yı gönderip rakibi izletmedi” türünden şeyler yazılıp çizilmişti. Sonrasında bu zorlama teşhis ciddi bir argümana dönüştü ve her yeni hoca seçiminde, özellikle içimizdeki ‘Yabancı teknik adam düşmanlığı’ histerisi yolunda kullanılmaya başlandı.
DENiZLi TANIMIYOR MU?