Paylaş
Yönetmenin bir önceki adımı ‘Bulantı’, filmografisindeki eski yapımlardan ‘Bekleme Odası’nın revize edilmiş hali gibiydi. ‘Kor’ da Demirkubuz’un geçmiş yapıtlarının görsel ve ruhsal bir kolajı niteliğinde. Önce kısaca öykü diyelim: Emine’nin hayatı eşi Cemal’in iş için gittiği Romanya’da tutuklanmasıyla iyiden iyiye çıkmaza girer. Geçimini elişi yaparak sağlasa da ‘asıl mesele’yi çözecek mali durumdan yoksundur. İşlerini götürdüğü atölyede kocasının eski patronu Ziya’ya rastlayınca mesele halledilir ve kalbi delik küçük oğlu ameliyat olur. Süreç içinde Ziya, geçmişte de ilgi duyduğu Emine’yle yakınlaşırken Cemal’in geri dönmesiyle kartlar yeniden dağıtılır...
Üçlü bir ilişkiler ağı içinde gelişen ‘Kor’da Demirkubuz karakterlerini, sinemasının genel çizgilerine dönüşen insan doğasının kötücül sınırları, tutku ve vicdan gibi argümanlarda bir kez daha dolaştırıyor. Film derdini aktarmada elbette başarılı, Demirkubuz’un olgun anlatımıyla vurgular yerli yerine oturuyor. Geçmiş yapıtların bir ‘kolaj’ı meselesine gelince; kimi kadrajlar ‘İtiraf’ (ki buna kuşkusuz yeniden Taner Birsel’le çalışmak da neden olmuş sanki), kimi kadrajlar ‘Yazgı’yı, öykünün genel ruhu durumu da ister istemez ‘Masumiyet’ ve de ‘Kader’i hatırlatıyor. Bir yönetmenin kendi geçmişiyle ve temalarıyla flört etmesinde bir problem yok elbette ama ‘Bulantı’dan sonra sanki Demirkubuz başka bir yola sapacakmış türü bir izlenime sahip olmuştuk; ‘Kor’ bizi tekrar yönetmenin tanıdık sularına kavuşturuyor.
Oyunculuklara gelince: Taner Birsel seçimi, başlarda öykünün gezindiği topraklara ait değilmiş gibi dursa da zamanla taşların yerine oturduğunu fark ediyoruz. Demirkubuz her yeni filminde bizi farklı yeteneklerle tanıştırır; ‘Kor’ da Aslıhan Gürbüz adına iyi bir çıkış olmuş. Naçizane, Caner Cindoruk’un, kuşağı içinde Yılmaz Güney’i fiziksel açıdan en çok andıran aktör olduğunu düşünürüm hep (hoş, ‘Kümes’teki kimi kadrajlarda Ufuk Bayraktar da benzer bir efekt yaratıyordu), ‘Kor’da bu düşüncem daha pekişti. Ara rollerin klas oyuncusu İştar Gökseven de gayet iyiydi.
Son toplamda ‘Kor’ iyi anlatılmış (belki biraz süresi fazla), iyi oynanmış, ele aldığı dertlerin hakkını veren bir çalışma olmuş. Ama ‘Bulantı’yı daha çok
beğendiğimi söylemeliyim.
AMAN AVCI YORDUN BİZİ...
Tamam, bize eski masalları anlatmayın ama bu kadar da bozmayın... ‘Avcı: Kış Savaşı’ (‘The Huntsman: Winter’s War’), ‘suyunun suyu’ mantığında bir öyküye sahip. Kâğıt üzerinde bir devam filmi (‘Pamuk Prenses ve Avcı’nın) gibi de ele alınacak yapım, “Ayna, ayna, söyle bana” repliğiyle bildiğimiz kötü kraliçenin bu kez kız kardeşi odağında bir öykü anlatıyor. Yani ortada ‘Pamuk Prenses’ yok ama aynı masaldan türetilmiş alabildiğine yan karakterler var.‘Tarihle bezenmiş fantastik öyküler’den hoşlanan ve ‘Yüzüklerin Efendisi’yle gişedeki öneminin farkına varılan büyük bir seyirci grubu varlığı malum. Ben son dönemde karşımıza gelen birçok yapımın bu seyirci grubunun cüzdanına yönelik olduğu kanısındayım. Eski masallardan yola çıkılarak üretilen fantastik öyküler de söz konusu hamlelerin bir parçası gibime geliyor. ‘Avcı: Kış Savaşı’ özeline dönersek film, onca aksiyonel sahne arasında ‘Hiçbir büyü, aşkın büyüsünü bozamaz’ türünden bir mesajın peşine düşüyor. Lakin genel çizgileriyle zorlama bir öyküye sahip olan film, bir noktadan sonra cazibesini kaybediyor. Üstelik kadrosundaki Charlize Theron, Emily Blunt, Jessica Chastain, Chris Hemsworth gibi isimlere rağmen...
YOLLAR, CANLARA KIYILMAKLA AŞILMAZ...
Muhafazakâr bir ailenin en küçük çocuğu Mehmet’in temel derdi, bu ülkede vicdanı olan birçok genç gibi onca değerler karmaşası içinde ‘doğru’ yolu bulmaktır... Kendisine uzatılan seçenek ise çevresi itibariyle ‘cihatçı çeteler’in eline düşmek ve Allah yolunda şahadet getirmek olur. ‘İntihar bombacısı’ olma yolundaki evreleri, sosyolojik açıdan iyi kurulmuş bir çatı etrafında anlatan ‘Yolculuk’, sinemasal erdemler bakımından çok şey sunamasa da derdini derli toplu ve kayda değer bir sosyolojik bakış açısıyla aktarıyor.Mustafa Kenan Aybastı imzalı yapım, onca insanın canına kıyan terör olgusunun arka planına bakarken merkezle eylemciler arasında hareket eden ‘abiler’in konumuna da değiniyor: Bu eylemleri hep ‘inandırılmış’ gençler yapıyor, ‘abiler’ ise onları maşa olarak kullanıyor. Oyunculukların da başarılı olduğu ‘Yolculuk’, suya sabuna dokunmayan onca yapımın arasında dertleri itibariyle ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI...
‘Kral İçin Hologram’, iş hayatında yeni bir sayfa açma niyetiyle gittiği Suudi Arabistan’da bürokratik engeller ve yerel refleksler arasında bocalayan bir Amerikalının yaşadıklarını yer yer komik bir dille anlatıyor.
Sofia Coppola’nın ‘Lost in Translation’ında öykünün Amerikalı ana kahramanı, Uzakdoğu’daki yalnızlığını ‘memleketlisi’ genç bir kadınla yok etmeye çalışıyordu. Bu haftanın yenilerinden ‘Kral İçin Hologram’ (‘A Hologram for the King’), benzer bir ruh durumuna sahip bir öyküyle yola çıkarken Amerikalı ana karakterini Suudi Arabistan’ın bürokrasisine, farklı geleneklerine ve de uçsuz bucaksız çöllerine sürüyor! Bu kez de yalnızlık meselesi,
yöreden bir şoförle halledilmeye çalışılıyor...
‘Koş Lola Koş’, ‘Koku’ gibi filmleriyle tanıdığımız Alman Tom Tykwer’in imzasını taşıyan ‘Kral İçin Hologram’, bitmiş bir evlilik ve iş hayatındaki kimi başarısızlıkların ardından Arabistan’da kendisine yeni bir gelecek arayan Alan Clay’in yaşadıklarını anlatıyor. Amerikalı Clay, Suudi Arabistan Kralı’na telekonferanslarda kullanmak üzere hologram sistemi satmak için sunum yapacaktır. Lakin ülkeye adım attıktan sonra bir türlü aşamadığı bürokrasinin ve yerel reflekslerin arasında pek bir mesafe kat edemez. Şirketin diğer elemanlarıyla birlikte kendilerine tahsis edilen çadırdaki kimi yetersizlikler (bir türlü sağlanamayan WiFi bağlantısı, yemek olmaması vs.), otelle iş sahası arasındaki uzak mesafe, kendileriyle ilgilenecek ‘gerçek’ bir muhatabın bulunamaması derken bütün bu karmaşa içinde kendisine bir tür rehber edinir: Kiraladığı aracın şoförü Yusuf... İkilinin uzun yolculukları kısa zamanda kültürel alışverişe dönüşür. Bu arada Clay, sırtındaki şişlik nedeniyle hastaneye gidince burada adeta yeni bir ‘dert ortağı’ daha bulur; kadın doktor Zehra...
Eggers’ın romanından
Dinamik bir anlatımla desteklediği ilginç konulara sahip filmleriyle tanınan Tykwer, en son Wachowski’lerle birlikte ‘Bulut Atlası’nı çekmişti. Alman yönetmen ‘Kral İçin Hologram’ı Dave Eggers’ın 2012 tarihli çok satmış romanından uyarlamış. Film, aynı sularda yüzdüğü ‘Lost in Translation’ türü bir hüzne sahip olmasa da ana karakterinin yalnızlık hissiyatını yansıtmakta başarılı.
Hanks-Black ikilisi...
Ayrıca öykü sırtını çelişkiler üzerinden gelişen durum komedilerine de fazlaca yaslıyor. ‘Kral İçin Hologram’, bir noktadan sonra daha dengeli bir bakış açısına kavuşsa da başlarda bir süre (tıpkı ‘Lost in Translation’da olduğu gibi) Doğu’ya fazla ‘Oryantalist’ bakıyor. Öte yandan şu da var; filmin gezindiği topraklar Suudilerin üst sınıf kabul edildiği ve her türlü hizmeti yabancı işçilerin (filmde vurgulandığı gibi mesela Filipinliler) verdiği Arabistan toprakları. Sistemin gereği gündelik hayata hâkim olan onca yasağın birçok yerde gizlice kırılmasına ilişkin sahneler de filmin altı çizilmesi gereken yanlarından biri.
Oyunculuklara gelince... Tom Hanks, Clay karakterinin farklı bir diyardaki ruhsal sıkıntıları iniş ve çıkışlarıyla gayet iyi yansıtıyor. Ama ‘Kral İçin Hologram’, Hanks’in tek başına sürüklediği filmlerden bazı noktalarda ayrılıyor; bu durumu da şoför Yusuf’u canlandıran Alexander Black’in tecrübeli aktörle karşılıklı sahneleri sağlıyor. Dr. Zehra’da izlediğimiz Sarita Choundhury (ki ‘Mississippi Masala’dan beri sevdiğimiz bir oyuncudur kendisi) etkileyici bir performans sunuyor.
Sonuç? Talking Heads’in ‘Once in a Lifetime’ı eşliğindeki klipvari açılış sekansının yanı sıra aralara serpiştirilmiş kimi sıkı espriler eşliğinde ilerleyen ‘Kral İçin Hologram’,
Tom Tywker’in orta karar işlerinden biri olarak hatırlanacak gibime geliyor.
Paylaş