Paylaş
Radyodan nedeni bilinmeyen büyük çapta bir elektrik kesintisi yaşandığı haberini duyduğu anda bir kaza geçirir. Gözlerini açtığında kendisini tedavi işlemlerine başlanmış ama zincirle bağlanmış bir şekilde bulur. Hemen akabinde de başında orta yaşlı bir adam belirir. O büyük problem karşısındadır artık: Karşısındaki bir kurtarıcı mıdır yoksa psikopat mı?..
Bu kısa özet bile ‘Cloverfield Yolu No 10’un (‘10 Cloverfield Lane’) hangi yapımlarla akraba olduğunu ilk elden hatırlatıyor sanırım. Hatırlamayanlar için ben devreye gireyim: ‘Misery’, ‘Testere’ ve son zaman örneklerinden biri ‘Room’. Lakin filmin yapımcısının JJ Abrams olduğunu bilince ve isimde ‘Cloverfield’ ifadesi olunca işin renginin bu boyutta kalmayacağını da tahmin ediyorsunuz. Nitekim kalmıyor da...
‘ALACAKARANLIK’ BİR ÖYKÜ
Bir tiyatro oyunu tadında sürüp giden ve ‘puzzle’vari iç içe geçmiş senaryosuyla heyecanını ayakta tutan ‘Cloverfield Yolu No 10’u Dan Trach-
tenberg yönetmiş. Bu film, kendisinin ilk uzun metrajı... Senaryoda ise Josh Campbell, Matthew Stuecken ve ‘Whiplash’in yönetmeni olarak bildiğimiz Damien Chazelle isimlerine rastlıyoruz. İşte bu ekip, ‘post-modern’ diyebileceğimiz bir yaklaşımla türleri alabildiğine karıştırıp temel olarak ‘Alacakaranlık Kuşağı’na ait bir öyküyü önümüze atmış (Hafiften Stephen King tadı da var elbette). Çabaları takdire şayan ama ortada yeni bir şeyin olmadığı da kesin.
Filmi sürükleyen oyunculardan ‘emektar’ John Goodman ‘kurtarıcı’ Howard rolünde, hafiften ‘Barton Fink’e selam yolluyor; ‘kurtarılan’ Michelle’de Mary Elizabeth Winstead de gayet iyi, üçüncü karakter Emmett’te de John Gallagher Jr. takımı tamamlıyor.
Alttan alta Ruslardan uzaylılara uzanan bir yelpazede Amerika’nın ‘Dış mihraklar’ına da vurgu yapan ‘Cloverfield Yolu No 10’, bence ‘ilginç’ olmanın ötesine gidemiyor. Aslında filmi, sanırım şu klişe tanımlıyor: “Paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez.”
BOKS DRAM İSTER...
Zirve, dibe vurma ve yeniden ayağa kalkma... İçinden boks geçen yapımların bildik ritüelidir bu. ‘Spor filmleri’ kulvarından her zaman ön sırayı kapan (ki bunda ‘Raging Bull’ gibi muhteşem bir yapıtın payı büyüktür diye düşünürüm hep) bir kategoriye bizden bir katkı olması bakımından merakla beklediğimiz bir yapımdı Murat Şeker imzalı ‘Deliormanlı’. Ne var ki türün ritüellerine (klişelerine de demek mümkün) uymaya çabalasa da dağınık ve kendi içinde bile inandırıcılık içermeyen senaryo, filmin aleyhine çalışmış ve bence bir fırsat kaçmış. Ki öykünün kötü adamı Tahsin Kara, filmin bir yerinde bizatihi kendisi meseleye açıklık getiriyor: “Boks dram ister.” Ne var ki ‘Deliormanlı’ kendi karakterinin teşhisine uygun davranmıyor.
Ayrıca ‘Milliyetçi oylar’a seslenen (!) kimi göndermeler de bence oturmamış.Oyunculuklara gelince; Tahsin Kara’da Gürkan Uygun ‘Batman’in ‘Joker’i tadında bir kötüyü oynuyor ama bu tipleme o kadar bıçak sırtı ki, bazı yerlerde karikatür gibi duruyor. Yine de kadronun en iyisi Uygun.Yakın geçmişe göz attım da, Şeker’in son iki filmine ilişkin eleştirilerimde, eleştirmen dostları olarak kendisinden yönetmenlikteki ilk adımı olan ‘2 Süper Film Birden’ tadında, düzeyinde ve ruhunda yapımlar beklediğimi(zi) yazmışım. Naçizane, ‘Deliormanlı’dan sonra da bu isteğimi(zi) tekrarlıyorum.
HAYAT GÜZEL MİDİR?
Önce Fatih Akın’ın ‘Kesik’i, ardından Özcan Alper’in ‘Rüzgârın Hatıraları’ derken ‘1915’in izlerini süren bir film daha, ‘Yitik Kuşlar’ salonlarımıza uğruyor. Ermenilerin yaşadığı trajediyi iki çocuğun gözünden, masalsı bir anlatımla perdeye taşıyan yapım, tercihleri sonucu fazla naif kalmış. ‘Yitik Kuşlar’, sinema yazarı arkadaşım Murat Özer’in de belirttiği üzre Roberto Benigni’nin ‘Hayat Güzeldir’i gibi bir yol çizmiş ama aynı etkiyi pek sağlayamamış. Aren Perdeci ile Ela Akyamaç’ın yönettiği yapımda Dila Uluca, Heros Agopyan, Arto Arsenyan, Ahmet Uz, Anahit Variş ve Takuhi Bahar rol almış.
BÖYLE SPORCU KALDI MI ARTIK?
‘Kartal Eddie’, Olimpiyatlar’ın kurucusu Pierre de Coubertin’in “Önemli olan kazanmak değil katılmak; zafer değil mücadeledir” sözüne uygun bir sporcunun, İngiliz kayakla atlamacı Eddie Edwards’ın öyküsünü anlatıyor.
Modern zamanlarda ‘Olimpiyat’ fikrinin yeşermesine ve en nihayetinde dört yılda bir oyunların düzenlenmesine öncülük eden Baron Pierre de Coubertin, günümüz spor mantık ve ahlakı çerçevesinde ‘romantik’ bir refleksmiş gibi görünen o ünlü cümlesinde meselenin asıl fikriyatını şöyle özetler: “Önemli olan kazanmak değil katılmak; zafer değil mücadeledir...” (Elbette böyle bir yaklaşım, hangi takıma ait olursa olsun aynı ruh durumu içinde hareket eden ve futbol gibi üç ihtimalli bir sporu ‘Kazanmak’ üzerinden tanımlayarak tek ihtimale indiren geniş taraftar kitlelerinin hâkim olduğu bir coğrafyada çoktan demode kabul edilmiştir.)Haftanın mönüsü içinde yer alan ‘Kartal Eddie’ (‘Eddie the Eagle’), işte bu fikirlerin bütün kariyeri boyunca vücut bulduğu bir sporcunun yaşadıklarını perdeye taşıyor. Film, İngiliz spor geleneğinde pek de yeri olmayan ‘Kayakla atlama’ kategorisinde ‘Kış Olimpiyatları’na katılmak için çabalayan gerçek bir karakterin hafif rötuşlanmış öyküsüne odaklanıyor. Gözlüklü, ayağında küçüklüğünde bir problem yaşayan Michael Eddie Edwards, hayalinin peşinde koşmakta ısrarlıdır. Bu hayal, günün birinde ‘olimpiyat sporcusu’ unvanını üzerine geçirmektir. Önce kayakta şansını dener ama olimpiyat takımına dahil edilmez. Bunun üzerine Britanya tarihindeki en son temsilcisinin 1920’lerde olduğunu öğrendiği kayakla atlama dalında faaliyet göstermeye karar verir. Lakin özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde popüler olan bu spora başlama yaşı sekiz-dokuzdur ve Eddie, 20’li yaşlarda daha işin alfabesini öğrenmek zorundadır.Emekçi babası, oğlunun kendi mesleği olan sıvacılıkla hayatını kazanmasını istemesine rağmen Eddie, farklı bir kariyere yelken açar. Almanya’da temel eğitimini almak için gittiği merkezde, pistin bakımıyla ilgilenen eski bir Amerikalı sporcu, zaman içinde koçu olur ve ikili, 1988 Calgary Kış Olimpiyatları için çalışmaya başlar.
‘COOL RUNNİNGS’LE AKRABA
Oyuncu-yönetmen Dexter Fletcher’ın imzasını taşıyan ‘Kartal Eddie’, belki öykü boyutunda bir yükseliş hikâyesini önümüze getirirken bu yanıyla klişelere göz kırpıyor olsa da anlattığı sporcunun ‘klişe’lerden uzak varlığı ve anlatımdaki samimiyet-sıcaklık filmi farklı bir yere koymamızı sağlıyor. Ayrıca girişte de altını çizdiğim gibi artık, sadece bizde değil bütün dünyada kazanmaya odaklanmış bir spor kültürü varken ve etraf bu uğurda doping yapmış onca sporcu doluyken, Eddie Edwards gibi bir karakterin varlığının hatırlatılması bile başlı başına takdiri hak ediyor. Flechter’ın filmi aslında bir yanıyla da 1988 Calgary Kış Oyunları’na ‘Bobsled’ kategorisinde katılan Jamaica takımının öyküsünü anlatan ‘Cool Runnings’i (Bizde ‘Üşütük Popolar’ diye oynamıştı) hatırlatıyor.Oyunculuklara gelince: ‘Kings-man’den hatırladığımız genç yetenek Taron Egerton Eddie Edwards’ta çok çok iyi, keza Amerikalı eski kayakçı, yeni ‘zorunlu’ koç Bronson Peary’de Hugh Jackman da (bu karakter ‘kurgusal’)... Efsane kayak hocası Warren Sharp’ta da Christopher Walken tadımlık bir performans sunuyor.Sonuç? İşin içinde sevdanın, romantizmin, ana karakteri evde bekleyen bir sevgilinin olmadığı (aslında evde bekleyen var, annesi ve ona bir türlü inanmayan babası!) nadir spor filmlerinden biri olarak da kayda geçecek olan ‘Kartal Eddie’yi kaçırmayın derim.
SUİKASTÇININ VİCDANİ OLARAK PORTRESİ...
Yapı Kredi Yayınları tarafından ilk albümü 2010’da basılan ‘Tetikçi’ (‘Le Teuer’) adlı çizgi roman serisi, dünya yüzeyindeki adaletsizliğini kendince yok ettiğini düşünen avukat kökenli bir karakteri anlatıyordu. Tayvanlı Hou Hsiao-Hsien’in bu hafta salonlarımıza uğrayan son çalışması ‘Suikastçı’ (‘Nie yin niang’) de felsefi yanıyla söz konusu çizgi romanı andırıyor. Film, 9. yüzyılda Çin’de iktidar savaşlarının yaşandığı bir dönemde geçiyor. Bir generalin kızı olan Yinniang, küçükken bir rahibe tarafından kaçırılıp eğitilerek mükemmel bir suikastçı olmuştur. Artık sıra, doğduğu topraklarda eylemlerini gerçekleştirmeye gelmiştir...Daha çok İstanbul Film Festivali vasıtasıyla tanıdığımız dünya sinemasının kalburüstü yaratıcılarından Hou Hsiao-Hsien (ara not: geçmiş yapıtları arasında ben en çok ‘Kukla Ustası’ ve ‘Kırmızı Balonun Yolculuğu’nu severim), bu son adımıyla kendi filmografisi içinde farklı bir yerin tarifine soyunuyor. ‘Suikastçı’, ‘Crouching Tiger, Hidden Dragon’, ‘Hero’, ‘’House of Flying Daggers’ ve ‘The Grandmaster’ gibi yapımlarla birinci elden akraba. Ama onlara göre kuşkusuz her açıdan ayakları yere daha sağlam basan bir film! Hsiao-Hsien bir yandan son derece estetik bir dünya kuruyor, öte yandan da ana karakteri üzerinden ahlak ve vicdan meselelerine eğiliyor. Filmin bence bütün bu gezindiği eksende tek bir problemi var; yer yer girift sapaklara uğruyor. Ya da şöyle söylemek de mümkün; yönetmeni gizem katma adına öykünün kimi yanlarının kendisini kolayca ele vermesini uygun görmemiş.Toparlarsak ‘Suikastçı’, içerik ve görsel açıdan özel bir çaba; sinemada bu tür deneyimlerden hoşlananlar için de son derece uygun bir seçim. Bu arada geçen yılki Cannes jürisi, ‘Suikastçı’ dolayısıyla Hou Hsiao-Hsien’i ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle onurlandırmıştı.
DİĞER SEÇENEKLER
-‘Bir Dilim Aşk’, iki kuzenin işlettikleri pastanenin şenlikli öyküsü. Gustavo Ron’un yönettiği filmin oyuncuları Aimee Teegarden, Linda Lavin ve
Blanca Suarez.
- Genç bir dervişin ilahi aşkını anlatan ‘Aşkın Sırrı: Somuncu Baba’yı Kürşat Kızbaz yönetmiş, Furkan Palalı ve Tuvana Türkay oynamış.
-Haftanın animasyonu ‘Küçük Savaşçı: Savva’, kurtlarla dost olan bir çocuğun öyküsünü anlatıyor.
BAŞLIYOR ŞOVUMUZ, HEPİMİZ MUTLUYUZ!
Ve sinemasever için ‘Mübarek günler’ başlıyor. İstanbul Film Festivali dolayısıyla 7-17 Nisan tarihleri arasında şehirde gerçek bir bahar şenliği yaşanacak. Bu yıl 35 yaşına basan festival, dünya sinemasının en yeni örneklerinden kült yapıtlara, Türkiye sinemasının en yenilerinden klasiklere birçok yapıtı sinemaseverlerle buluşturacak. Geçen hafta da altını çizmiştik, bu yıl 187 uzun metrajlı, 10 kısa ve 24 deneysel filmlik koca bir mönü bizleri bekliyor. Öne çıkan kimi etkinliklere kısaca göz atarsak; yakın bir zaman önce kaybettiğimiz usta Fransız yönetmen Jacques Rivette’in aslında bir televizyon kanalı için çektiği, Paris’teki bir grup tiyatrocu üzerinden 1968 ruhuna, sanata ve siyasete dair bir meditasyon olarak nitelendirilebilecek ‘Out 1, Noli me tangere’ adlı çalışması restore edilmiş kopyasıyla, ilk defa sinemaseverlerin karşısına çıkacak. Ayrıca ‘Türk Klasikleri Yeniden’ projesi kapsamında bu yıl senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, Zeki Ökten’in yönettiği, başrollerini Tarık Akan, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’in paylaştığı 1978 yapımı ‘Sürü’ restore edilmiş haliyle festival kapsamında 38 yıl sonra yeniden seyirciyle buluşacak. Öte yandan festival, minik takipçileri için bu yıl iki Fransız filmini ‘Çocuk Mönüsü’ kapsamında çocuklar ve aileleriyle buluşturuyor: Simon Rouby’nin canlandırma filmi ‘Adama’ ve Comtesse de Segur tarafından 1850’lerde yazılan kitaptan uyarlanan kahkaha dolu ‘Talihsiz Sophie’.Ayrıca fantastik ve gedrçeküstü sinemanın nadide örneklerinden sayılan Polonyalı yönetmen Wojciech Has’ın 1973 yapımı ‘Kum Saati Sanatoryumu’ (‘The Hourglass Sanatorium’) da keşfedilmeyi bekleyen bu yılki hazinelerden biri.İyi seyirler dileklerimizle...
Not: Festivale ilişkin geniş bilgi için: film.iksv.org
Paylaş