Paylaş
Sahnede adeta trans haline geçen, ritmi, dansları ve performansıyla özellikle kadın seyircileri etkileyen, katılımı yüksek konserleriyle dikkat çeken genç müzisyen Elvis Presley, önce kendine kol kanat geren Sun Records ve sahibi Sam Phillips’le yollarını ayırıyor. Ardından devasa dağıtım şirketi RCA Records’a transfer oluyor. Her daim yokluk çeken ailesini Memphis’te satın aldığı ‘Graceland’ adlı malikâneye taşıyor ve bambaşka bir hayatın içine dalıyor. Presley kariyerinde yükselirken sistem onu ‘Müziği, sahne performansı ve enerjisiyle gençliği dejenere ediyor’ şeklinde suçlamaya başlıyor. Genç yıldızın bunlara göğüs germesine tanık oluyoruz.
Baz Luhrmann, son çalışması ‘Elvis’te kuşkusuz tarihin en tanınan müzisyeninin hayatını perdeye taşıyor. Film aslında ‘Rock’n Roll’un Kralı’ namıyla bilinen sanatçının öyküsü kadar onu adeta gölgesi gibi takip eden, kariyerindeki tüm basamaklarda söz sahibi olan, geçmişi karanlık, şimdiki zamanı fazlasıyla ürkütücü görünen ‘Albay’ lakaplı Tom Parker’la olan ilişkisi üzerine kurulu. Luhrmann senaryosunu kendisiyle birlikte Sam Bromell, Craig Pearce ve Jeremy Doner’ın kaleme aldığı yapıtında geniş bir alanı tararken hem bir sanatçının yükseliş ve düşüş dönemine odaklanıyor hem de elindeki yeteneği sonuna kadar sömürmekte kararlı bir menajerin portresini sunuyor.
Bazı sayfalar eksik!
‘Elvis’ öyküsündeki ayrıntılar, ele aldığı ana karakterin sanatsal virajları, müzik piyasası, hâkim ideolojinin meseleye bakışı, dönemin püriten ahlakının Presley’ye uyguladığı total ‘pres’ gibi yanlarıyla kayda değer bir çalışma. Şarkılar, görkemli konser sahneleri, koreografi, ışıltılı hayatların yansıması, yer yer sosyolojik bakış derken 2 saat
39 dakikalık sürenin nasıl geçtiği doğrusu pek hissedilmiyor. Bence filmin en çarpıcı yanı, Elvis’in müziğindeki kaynaklarda yaptığı gezi: Oturduğu semt ve siyahlarla geçen çocukluk günleri itibariyle caz, blues, kilise müziği (gospel) gibi kaynaklardan besleniyor. O muhteşem sesiyle farklı bir tarz ve müzikal büyü sunuyor. Bu açıdan çocukluk döneminde caz kulübüyle kilise arasındaki koşuşturma sahneleri çok başarılıydı. Öte yandan ‘Elvis’, kimi yerli ve yabancı müzisyenlerin hayatlarını perdeye taşıyan ‘Müslüm’, ‘Dilberay’, ‘Bergen’, ‘Bohemian Rhapsody’, ‘Rocketman’ gibi yapımlarla aynı kulvarı paylaşıyor. Bu da genel olarak ‘biyografik filmler’e ilişkin kıstasları yeniden hatırlamamıza vesile oluyor. Bu tür yapıtlar, bazen sanatçının bütün hayatını, bazen bir kısmını ele alıyor. ‘Elvis’, Amerikalı müzisyenin popülerleşme aşamasından ölümüne kadar geçen sürede geziniyor. Örneğin lise dönemimde izlediğim ve başrolünde Kurt Russell’ın yer aldığı, John Carpenter imzalı ‘Elvis’ (1979) 42 yıllık bir yaşamın ilk 35 yılında dolaşıyordu. Baz Luhrmann’ın çalışmasında birçok detay ve dönemeç var ve bütün bunlar, başarılı bir sinematografiyle aktarılıyor. Ama 2022 model ‘Elvis’e dışarıda şöyle eleştiriler getirilmiş: “Liberal hassasiyetlerle donatılmış filmde Presley ve yakın çevresinin Martin Luther King ve Robert F. Kennedy suikastlarından etkilendiğine dair vurgular var. Oysa o, Cumhuriyetçi Parti sempatizanıydı.” Ayrıca Presley Aralık 1970’te Başkan Nixon’la bir araya gelmişti. Beyaz Saray’daki buluşmada Nixon’ın, ABD’nin Vietnam’ı işgaline muhalefet yapan John Lennon’ı sınır dışı edebilmek için “Rock’n Roll’un Kralı”ndan kanıtlar bulmasını istediği öne sürülmüştü. Bu iddiaları radyo sunucusu Bob Harris, geçen yıl bir kez daha dile getirmişti. Yakın arkadaşı Jerry Schilling’se Elvis’in ‘The Beatles’ı ve Lennon’ı sevdiğini, Nixon’a tutkulu bir ‘vatansever’ görünmek için farklı davrandığını söylüyor. Bu tarihi buluşma filmde yok. Performanslara gelince: Elvis’te Austin Butler bence karakterinin enerjisini ve her daim terli (!) görüntüsünü aktarmada son derece başarılıydı. Keza Tom Hanks de Tom Parker’da...
Tom Hanks, filmde ‘Albay’ lakaplı menajer Tom Parker’ı canlandırıyor...
20’nci yüzyılın en önemli popüler kültür figürlerinden Elvis Aaron Presley’nin öyküsünü, menajeriyle kötü bir baba-oğul ilişkisini andıran bağları etrafında anlatan bu film, sanatçının klasikleşmiş şarkıları eşliğinde ilerliyor. Aynı zamanda son noktası 45 yıl önce konmuş parıltılı ama bir o kadar da trajik bir portrenin varlığını şimdiki zamanın seyircisine -kimi yerleri eksik olsa da- hatırlatıyor.
Kaçırmayın derim...
Siyah Telefon (Beş üzerinden İki buçuk yıldız)
Yönetmen: Scott Derrickson
Oyuncular: Mason Thames, Madeleine
McGraw, Ethan Hawke, Jeremy Davies,
E. Roger Mitchell, Troy Rudeseal, James Ransone, Miguel Cazares Mora
ABD yapımı
Çaldırıp kapatıyor!
70’ler sonu, Colorado kırsalında küçük bir yerleşim yeri... Okulda ‘ergen zorbalığı’na maruz kalan ve kendisine sahip çıkan dostlarıyla durumu kurtaran Finney Shaw ve kız kardeşi Gwen... İkiliye, annelerinin ölümünün ardından dağılan ve kendini alkole veren babaları da zaman zaman şiddet uygulamaktadır. Öte yandan yörede beş çocuk kaybolmuştur ve ahali tetiktedir.
Çok geçmeden Finney de aynı beladan mustarip olacaktır.
Stephen King’in oğlu Joe Hill’in kısa öyküsünden uyarlanan ‘Siyah Telefon’ (The Black Phone) çağrışımları fazla bir film. Atmosfer, çocukların giyim kuşamları, bisikletli hayatları ‘E.T.’, ‘Super 8’ ve de
‘The Stranger Things’ tadında. Öyküyse adeta King’in ‘O’suna (It) selam gönderiyor. Ama günümüz Amerikan gerilim sineması içinde hatırı sayılır bir yere sahip -2016 tarihli ‘Dr. Strange’i de yönetmişti- Scott Derrickson’ın imzasını taşıyan yapım, istediği etkiyi sağlamaktan uzak (Filmin senaryosunu
C. Robert Cargill’le birlikte yazmışlar). Gwen’in rüya tahminleri, ‘öte dünya’dan telefon edenler derken zemin metafiziğe kayıyor ama öykü kafa karıştırıcı olurken kendi içindeki sağlam bağlar kurma hedefini pek tutturamıyor. Hele hayalet çocuklardan birinin bodrumda rehin tutulan Finney’ye nasıl hayatta kalacağı konusunda idman verdiği bir sahne var ki eskilerin deyimiyle ‘akıllara seza’. Taktığı maskelerle görsel açıdan etkileyici olan, siyah balonları ve minibüsüyle çocukları kaçıran ‘The Grabber’ın niye böyle davrandığı da muamma. Sadece bir yerde fiziksel güzelliğine istinaden Finney’yi ‘özel’ kabul ettiğine dair bir vurgu var.
Finney’yi oynayan Mason Thames iyi ama ben en çok Gwen’i canlandıran Madeleine McGraw’i beğendim. Ethan Hawke ise ‘The Grabber’da karakterine özel dokunuşlarda bulunacak fırsatı elde edememiş gibi. Son söz: Kimi Batılı eleştirmenlerin övgülere boğduğu ‘Siyah Telefon’u ben vasat buldum.
VE DİĞER SEÇENEKLER
Kuzey Osetya’daki eski bir maden kasabasında genç bir kadın, reddettiği, ancak bir o kadar da sevdiği ailenin boğucu hâkimiyetinden kaçmak için mücadele eder. Kira Kovalenko’nun yönettiği ‘Yumrukları Gevşetmek’te (Razzhimaya Kulaki) başrolleri Milana Aguzarova, Alik Karaev ve Soslan Khugaev paylaşıyor. Yerli komedi ‘Sünnet Çocuğu’ Aydemir Akbaş ve Bülent Pelit imzasını taşıyor. Kadrodaki isimler şöyle: Aydemir Akbaş, Mehmet Çepiç ve Tuğba Daşdan. Gerilim türündeki ‘Gizemli Köy’ü Okan Ege Ergüven yönetmiş. Haftanın animasyonuysa James Snider imzalı ‘Çılgın Kuşlar’ (Crazy Birds).
Paylaş