Neşeli bir ortam, piyano eşliğinde dans ediliyor. Davetliler arasında ünlü besteci Pyotr Ilyich Tchaikovsky (bizdeki yazılışıyla Çaykovski) de var. Konuklar zaman zaman Fransızca konuşuyor, şakalaşıyor; adeta Çehov’un dönemi resmeden oyunlarından biri sahneye konulmakta… Veda vakti geldiğindeyse salonda bulunan genç bir kadın, kendisinin Çaykovski’yle tanıştırılmasını istiyor. Nitekim isteği gerçekleşiyor. Böylece Antonina Miliukova’dan haberdar oluyoruz. İkilinin bir sonraki buluşmasında Antonina kartlarını açık oynuyor: “İlk gördüğüm andan itibaren kollarımı boynuna dolamak istedim. Seninle evlenmek istiyorum.” Bu çıkış karşısında ünlü besteci bir tür “Ben gamlı hazan, sense bahar” savunusuna geçiyor ama karşısındaki kadının tutkusunun yanı sıra “Halim vaktim de iyi, ailemden kalan topraklardan gelir elde edeceğim” şeklindeki açıklaması en azından bu teklifin düşünülmeye değer olduğuna ikna ediyor onu. Nihayetinde evleniyorlar… Ama çok geçmeden bu ilişki koca bir sorun yumağına dönüşüyor…
‘Yaz’ ve ‘Petrov Grip Oldu’ gibi filmleriyle tanıdığımız Kirill Serebrennikov son çalışması ‘Çaykovski’nin Karısı’nda (Zhena Chaikovskogo), ‘Kuğu Gölü’, ‘Uyuyan Güzel Süiti’, ‘Fındıkkıran’, ‘Beşinci Senfoni’, ‘Yevgeni Onegin’ gibi yapıtlarıyla tanınan dâhi bir müzisyenin biyografisinden ziyade onunla hayatı belli bir süre paylaşmış ve öyküsü giderek büyük bir trajediye dönüşmüş eşinin portresine soyunuyor. Serebrennikov hem sinema alanında verimli bir yaratıcı hem de iyi bir tiyatro yönetmeni. Lakin muhalif ve bu yüzden Putin’in hışmına uğramış bir isim. Sistem, onu cezalandırmak adına Gogol Center’da görev yaptığı dönem kimi fonları zimmetine geçirdiği gerekçesiyle hapse attı. Öyle ki ‘Yaz’ adlı Sovyetler döneminde kimi genç rock’çıların hayatını anlattığı yapıtı Cannes’da yarışırken o parmaklıklar arkasındaydı. ‘Çaykovski’nin Karısı’nda bir kez daha müzik dünyasında gezinirken doğrusu politik söyleme ya da sistem eleştirisine pek soyunmuyor, daha çok tutkulu bir duygunun ve inadın yıprattığı bir kadın eşliğinde, nihayetinde deliliğe uzanan bir yolculuğu perdeye taşıyor.
Öykünün ana karakteri olan Antonina Miliukova son derece saf duygularla âşık olduğu insandan beklediği ilgiyi, sevgi ve şefkati görmedikçe meseleye ‘medenice’ nokta koymak yerine durumu bir meydan okumaya, zorlamaya, hayal kırıklığının yarattığı öfkeyle birlikte yaşamaya dönüştürüyor. Düğün yemeği ya da kimi buluşmalarda Çaykovski’nin arkadaşlarına aktardığı gibi ilgi duyduğu kişinin ne ünlü bir besteci olduğunu biliyor ne de yapıtların neler olduğunun farkında. O sadece beğenmiş ve sevmiş bir kadın. Lakin âşık olduğu kişinin kendince bir sırrı var ve bu onu anlamayacak kadar saf bir kişiliğe sahip.
Bencil bir Çaykovski
Yönetmen: Chad Stahelski (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)
Oyuncular: Keanu Reeves, Donnie Yen, Bill Skarsgård, Ian McShane, Laurence Fishburne, Hiroyuki Sanada, Shamier Anderson, Lance Reddick, Rina Sawayama, Scott Adkins, Marko Zaror, Clancy Brown
ABD yapımı
Kendisi uzaklaşmaya çalıştıkça geçmişi onu kovalayan ve bir şekilde tekrar eski günlerine dönmek zorunda kalan kovboy… Bu çok bildik western klişesi, hatırlanacağı gibi 2014 yapımı ‘John Wick’te modernize edilerek sahaya sürülmüştü. Keanu Reeves’in sürüklediği yapım, yakın zaman önce kaybettiği karısından hatıra kalan sevimli köpeği öldüren Rus mafyasına karşı silahına sarılan eski bir ‘tetikçi’nin öyküsünü anlatıyordu. Asıl meslekleri dublörlük olan ve dövüş sanatları konusunda danışman-eğitmen kimliğiyle sektörde boy gösteren Chad Stahelski-David Leitch ikilisinin yönettikleri bu çalışma, koreografik yanları güçlü ve son derece estetik sahnelerle bezeli birinci sınıf bir aksiyondu.
Düelloya davet
Mahkum 77 (BEŞ ÜZERİNDEN DÖRT YILDIZ)
Yönetmen: Alberto Rodríguez
Oyuncular: Miguel Herrán, Javier Gutiérrez, Jesús Carroza, Catalina Sopelana, Xavi Sáiz, Fernando Tejero, Jesus Carroza,
Victor Castilla, Alfonso Lara, Javier Lago
İspanya yapımı
Barselona, Şubat 1976... Hiç bitmeyecek gibi görünen ‘Franco diktatörlüğü’nün sona ermesinin üstünden üç ay geçmiştir. İşyerinde zimmetine para geçirdiği suçlamasıyla tutuklanan genç muhasebeci Manuel Gomez, Modelo Cezaevi’ndeki günlerine ‘merhaba’ der. Hücre arkadaşlarından biri kendisini romanlarına adayan ve isteyenlere kitaplarını kiralık olarak veren, sakin yapıdaki Pino’dur. Diğeriyse çocuklarıyla eşine kavuşmak isteyen ama çıktığında her şey için yaşlı biri olacağını düşünen ‘Arap’ lakaplı, enerjik bir mahkûmdur. Manuel, çok geçmeden parmaklıklar arkasındaki hayatı, dengeleri, farklı insan profillerini ve refleksleri tanır. Bu zorlu ortamda asıl problem üniformalarının arkasına sığınan ve tek iletişim biçimleri şiddet, işkence ve zulüm olan gardiyanlardır...
Güneş herkesi ısıtmıyor
Hollywood merkezli sinemanın en eski ve ışıltılı organizasyonunda yeni bir adım daha bu gece sabaha karşı atılıyor. Evet, Amerikan Sinema Akademisi Ödülleri 95’inci kez sahiplerini buluyor. Daimi adres niteliğindeki Los Angeles-Dolby Theatre’da düzenlenecek törende, 24 Ocak’ta ilan edilen adaylardan her kategoride bir tanesi Oscar heykelciklerine kavuşacak. Genel eğilimleri ve favorileri anmadan önce yakın döneme dair Akademi’nin kimi reflekslerinden bahsedelim... Dünyadaki konjonktürel ve toplumsal gidişatı gören bu köklü kurum, ilk olarak kendisine atfedilen ‘beyaz ve eril’ kimliğinde oynamalara gitti ve seçimleriyle sanat sinemasını öne çıkarırken adeta Cannes, Berlin, Venedik türü Avrupa merkezli festival seçkilerine ve beğenilerine yakın bir çizgiye oturdu. Siyahların, kadınların, çocukların, LBGTİ+ kişilerin, göçmenlerin, yoksulların; özetle tüm ezilenlerin problemlerine ilgi duyan filmleri el üstünde tutar oldu. Bu süreçte özellikle son iki yıl En İyi Yönetmen ödülünü önce Chloé Zhao’nun (Nomadland), sonra da Jane Campion’ın (The Power of the Dog) alması, tarihi boyunca bu kategoride sadece bir kadın yönetmeni (Kathryn Bigelow) kürsüye çıkaran Akademi için olağanüstü bir tavır değişikliğiydi.
Bu yıl adaylar arasında kadın yönetmen yok
Bu yıla gelince sanki ‘biraz ara verelim’ (!) dercesine En İyi Yönetmen’de 5 aday da erkeklerden oluşuyor. En İyi Film dalındaki aday 10 yapımdansa sadece ‘Women Talking’in yönetmeni kadın (Sarah Polley). Öte yandan belki en önemli motivasyonu niteliğindeki ‘seyirci’ denen muhatabının ‘pandemi dönemi’ boyunca evlere kapanması ve salonlardan uzak durması nedeniyle sektörün ekonomik anlamdaki sirkülasyonunu sağlayan ‘büyük stüdyo işi’ yapımların geriye çekilmesi, bekletilmesi, vizyon tarihlerinin ertelenmesiyle birlikte Akademi de yukarıda bahsettiğimiz ‘sanat sineması’ örneklerine daha fazla göz kırpar olmuştu. Bu açıdan ‘Oscar 2023’ portföyünde ‘Avatar: Suyun Yolu’ (Avatar: The Way of Water), ‘Top Gun: Maverick’ ve ‘Black Panther: Yaşasın Wakanda’ (Black Panther: Wakanda Forever) gibi yapıtların yer alması Akademi’nin yeniden ‘anaakım sineması’nı bağrına bastığı yönünde yorumların ön plana çıkmasını sağladı.
Gelelim öncelikli dallardaki adaylara: Âşık olduğu adamla birlikte ABD’ye giden ve yerleştiği Kaliforniya’da ailece sahip oldukları çamaşırhaneyi işleten Evelyn Wang’in çokluevrende gezinen öyküsünü anlatan ‘Her Şey Her Yerde Aynı Anda’ (Everything Everywhere All at Once) gecenin favori yapımı. Daniel Kwan ve Daniel Scheinert’ın ortak imzalarını taşıyan bu yapıt tam 11 dalda Oscar’a aday. Keza Erich Maria Remarque’ın savaş karşıtı klasiği ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un (All Quiet on the Western Front) yeni versiyonu da bir diğer öne çıkan yapım. Alman yönetmen Edward Berger imzalı film, BAFTA’larda da
Anne ev işleriyle meşgul, öte yandan karnında doğacak yeni bebeği var. Baba etrafına kayıtsız, içkiyle haşır neşir, gizli bir ilişkisi olduğunu da arabasına aldığı kadından anlıyoruz. Evde dört çocuk var ve en küçükleri olan Cáit bu kaotik trafikte sessizliği seçmiş... Hüznü dışarıdan okunan gözleri ve kırılgan tavırları, onun bu topluluğa ait olmadığı izlenimini ilk bakışta ele veren deliller adeta. Üst kattayken zeminde takılan anne ve babasının kulak misafiri olduğu konuşmaları, ona yeni bir yol haritası çizildiğini duyuruyor. Okulda dışlanan, gece yatağını ıslatan bu narin varlık, yeni bebek gelene kadar sanki ayak altında olmaması için annesinin akrabası yaşlı bir çiftin yanına gönderiliyor.
Ev sahibesi Eibhlín, Cáit’a hemen kucak açıyor ve şefkatli elleri arasına alıyor. Eşi Seán ise daha sert duruyor ve mesafeli bir profil çiziyor. Küçük kız bir yandan ev işlerine yardımcı olurken yavaş yavaş yeni mekânına ve oranın düzenine ısınıyor. Eibhlín, arada Cáit’a hayat dersleri verirken şu veciz ifadeyi de paylaşıyor: “Bu evde sır yok. Bir evde sırlar varsa o evde utanç vardır... Utançsa ihtiyacımız olan bir şey değil.” Lakin zaman ilerledikçe bu evin ve sahipleri olan sakin çiftin hem de en acılısından bir büyük sırrı olduğu anlaşılıyor...
Çevresinde aksi, kuralcı, kendi doğrularını dayatan yaşlı bir adam olarak bilinen Otto Anderson’un evinin karşısına iki çocuklu bir çift taşınır. Meksika kökenli bu ailede baba Tommy beceriksiz, her işi eline yüzüne bulaştıran bir profil çizerken, anne Marisol ise son derece inatçı ve bir o kadar da sevimlidir. Otto ise geçmişin acı hatıralarında dolaşırken yakın bir zaman önce kaybettiği karısı Sonya’nın yanına bir an önce gitmek (!) için intihar girişimlerinde bulunur... Çok geçmeden Marisol’un çabalarıyla bir buz kütlesi görünümündeki yaşlı adamın katı yüzeyi kırılır ve üçüncü çocuğuna hamile bu kadın, Otto’yu bir şekilde hayata bağlar...
Mariana Trevino, Marisol’u oynuyor.
İsveçli Fredrik Backman’ın 2012 tarihli romanı ‘En man som heter Ove’ (Ove Adında Bir Adam), Hannes Holm tarafından aynı adla sinemaya uyarlanmıştı. Söz konusu metin kimi rötuşlarla Hollywood tarafından da perdeye aktarılırken ana karakterin ismi Otto olarak değiştirilmiş. ‘A Man Called Otto’ adını taşıyan ve yukarıda konusunu özetlediğimiz bu yapım, bu hafta itibariyle bizim salonlarımıza da uğruyor. ‘Hayata Röveşata Çeken Adam’ Türkçe ismiyle vizyona çıkan çalışma ‘Kesişen Yollar’, ‘Düşler Ülkesi’, ‘Lütfen Beni Öldürme’, ‘Uçurtma Avcısı’, Bond filmi ‘Quantum of Solace’, ‘Dünya Savaşı Z’ gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Marc Foster imzasını taşıyor. İsviçre kökenli usta yönetmen, ‘Hayata Röveşata Çeken Adam’da ağır ilerleyen ve hüzün tonları yüksek bir yapıta imza atmış. Senaryosunu, Foster’la daha önce ‘Düşler Ülkesi’nde (Finding Neverland) de çalışan David Magee’nin kaleme aldığı yapımda ana karakteri canlandıran Tom Hanks çok çok başarılı bir ‘huysuz ihtiyar’ kompozisyonu çiziyor. Öykünün üstesinden geldiği en iyi şey sanırım bu geçmişi acılı, aksi, hayata ve çevresindeki insanlara öfkeli portrenin dönüşümünü inandırıcı atmosferle seyirciye aktarabilmesi. “Zamanımızın James Stewart’ı” olarak da anılan Hanks de karakterinin kabuk değiştirmesini yansıtmada her zamanki maharetini gösteriyor. Keza komşu Marisol’de de Mariana Treviño çok çok başarılı. Karşısındaki sert bir yapının kabuklarını soyma ve yumuşatma konusunda sabırlı ve etkili bir karakteri ete kemiğe büründürüyor...
The Banshees of Inisherin (BEŞ ÜZERİNDEN BEŞ YILDIZ)
◊ Yönetmen: Martin McDonagh
◊ Oyuncular: Colin Farrell, Brendan Gleeson, Kerry Condon, Barry Keoghan, Gary Lydon, Pat Shortt, Sheila Flitton, Bríd Ní Neachtain, Jon Kenny, David Pearse, Aaron Monaghan
İrlanda-İngiltere-ABD ortak yapımı
Yıl 1923... İrlanda’da, küçük bir adada basit hayat denklemleri içinde yuvarlanıp giden insanlar... Mütevazı bir süt üreticisi olan ve okumaya meraklı, entelektüel donanıma sahip kız kardeşi Siobhán’la yaşayan Pádraic Súilleabháin’in rutini bellidir; öğleden sonra saat 14.00’te arkadaşı Colm Doherty’yle yöredeki pub’da birasını yudumlamak ve etrafa, kırlara, denize bakmak... Uzaktan, anakaradan gelen silahlı çatışma sesleriyse bir anlamda ‘İç Savaş’ın sürdüğünü hatırlatan notlardır.
Lakin bir gün bu çarkın dişlilerinde problem olur; Colm, Pádraic’le arasına bir duvar örer, eski dostuyla bırakın içmeye gitmek, konuşmaz, aynı mekânda bulunmaz, ondan sürekli kaçar. Çünkü ona göre Pádraic sıkıcı biridir ve amaçsız gevezelikleri vakit kaybıdır. Artık onun yerine Inisherin Adası için yaptığı besteyi tamamlayacak, genç yetenekleri etrafında toplayacak ve pub’da kemanıyla konserler verecektir. Pádraic bu durumu kabullenemez ve meseleye kendince yorum getirmeye çabalar ama bir türlü doğru cevapları bulamaz. Süreç onu, şiddet yanlısı ve tacizci polis memuru Peadar Kearney’nin ‘yarım akıllı’ oğlu Dominic’le daha yakın temasa girmesine ve yeni sırdaşı olmasına iter. Öte yandan Colm yeniden eski günlere dönülmesi çabalarını reddederken her yeni barışma hamlesinde bir parmağını keseceğini Pádraic’e bildirir. Çünkü ona göre karşı tarafın durumu anlaması için en büyük gösterge bu olacaktır...
Konusunu özetlediğim ‘The Banshees of Inisherin’, ‘In Bruges’ ve ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri) gibi çalışmalarıyla tanıdığımız İngiliz yönetmen, senarist ve oyun yazarı Martin McDonagh’ın imzasını taşıyor.
UÇAK (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)
Yönetmen: Jean-François Richet
Oyuncular: Gerard Butler, Mike Colter, Yoson An, Evan Dane Taylor, Kelly Gale, Lilly Krug, Tony Goldwyn, Daniella Pineda, Tara Westwood, Remi Adeleke, Paul Ben-Victor, Joey Slotnick, Kate Rachesky, Haleigh Hekking
İngiltere-ABD ortak yapımı
Yeni yıl öncesi rotası Singapur’dan Tokyo’ya olan bir uçak... Kaptan Brodie Torrance, ilk kez birlikte görev yapacağı Samuel Dele, 14 yolcu (içlerinden biri Tokyo üzerinden Toronto’ya iade edilecek bir hükümlü katildir) ve üç kabin mürettebatıyla kalkışa hazırdır. Trailblazer Airlines’a ait uçak hareket etmeden önce kaptan fırtına yüklü bir bölgeden geçeceklerinin farkına varır ve rotayı değiştirme önerisinde bulunur.
Şirket yetkilisi zaten az yolcu olduğunu ve olası bir güzergâh değişiminin yüklü bir yakıt parasına patlayacağını söyleyerek öneriyi reddeder. Yolculuk başlar ve çok geçmeden fırtına yüklü bölgeye girerler. Yıldırım düşmesi sonucu elektrikler kesilir ve kör uçuşa geçer. Düşmek üzereyken denizin ortasında inecek yer ararlar ve nihayetinde gözlerine kestirdikleri bir adaya inerler. Lakin burası Filipin hükümetine karşı isyan bayrağı açan ayrılıkçı bir grubun hüküm sürdüğü ücra bir yerdir (Jolo Adası) ve bir anlamda fırtınadan kaçarken doluya tutulmuşlardır...
Batı bakışıyla...