Paralel evrenler meselesini cümle âleme ‘Matrix’ serisi tanıtmıştı. Wackowski’lerin üçlemesi (sonradan dörtleme oldu!) aynı zamanda felsefi metinleri etkileyici bir sinematografik anlatım ve aksiyon sahneleri eşliğinde perdeye taşıyordu. Bilgisayar efektleri, kamera oyunları derken seri popüler kültürün zihninde önemli bir yerin sahibi oldu. Bu yıl 12 Mart’ta sabaha karşı sahiplerini bulacak olan Oscar’larda 11 dalda aday olan ‘Her Şey Her Yerde Aynı Anda’ (Everything Everywhere All at Once) aslında ‘Matrix’ evreninin dolaştığı sularda, sevdiği adamın peşinde ABD’ye gelmiş ve yerleştiği Kaliforniya’da ailece sahip oldukları çamaşırhaneyi işleten bir kadını dolaştırıyordu. İki Daniel’ın, Daniel Kwan ve Daniel Scheinert’ın ortak imzalarını taşıyan yapım, kahramanlarını çoklu evrende yolculuğa çıkarıyor ama bir yandan da ana karakter Evelyn Wang’ın alternatif kaderlerindeki yolculuklarla seyircinin kafasını karıştırıyor, lakin yönetmenlerin maharetli elleri öyküdeki bütün dağıtılan parçaları toparlamayı başarıyordu...
BANA KALSA...
‘Her Şey Her Yerde Aynı Anda’, birçok eleştirmen seçkisinde ‘Yılın En İyisi’ seçildi zaten. Keza başrol oyuncusu Michelle Yeoh ‘En İyi Kadın Oyuncu’, kocası Waymond’da karşımıza çıkan Key Hu Quan da ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’da ödüllerle buluştu. Dolayısıyla Oscar’larda bu yılın öncelikli favorisi bu film. Keza dokuz dalda adaylığı bulunan ‘The Banshees of Inisherin’ de benzer şekilde öne çıkan bir yapım. Martin McDonagh imzalı bu çalışma da 1920’lerde küçük bir İrlanda adasında aralarındaki sıkı bağlar kopan iki adamın öyküsü üzerinden yalnızlık, dostluk, çıkışsızlık gibi temalara uğruyordu. Bana kalsa ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ (Martin McDonagh), ‘En İyi Erkek Oyuncu’ (Colin Farrell), ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ (Kerry Condon) ve ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ (Barry Keoghan) dallarındaki ödülleri bu filmin adaylarına veririm.
BAFTA’YA DAMGA VURMUŞTU
Erich Maria Remarque’ın romanından uyarlanan ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ (‘All Quiet on the Western Front’) da bir başka iddialı çalışma. Edward Berger’in yönettiği, Netflix sermayesiyle çekilen bu Birinci Dünya Savaşı draması da tam dokuz dalda aday oldu. Söz konusu film geçen perşembe günü açıklanan BAFTA’larda da 14 dalda aday olarak rekor kırmıştı. Elvis Presley’nin hayatından kesitleri politik bir arka yapıya oturtmadan yansıtan ‘Elvis’ sekiz dalda kendini hatırlatırken Steven Spielberg’ün otobiyografik filmi ‘Fabelmanlar’ da yedi dalda boy gösteriyor. Kadın bir orkestra şefi üzerinden iktidar ve #MeToo meselelerine değinen ‘Tár’ ve 60’ında bile aksiyona yüklenen Tom Cruise’un eski sevdalarından ‘Top Gun’ın devamı niteliğindeki ‘Top Gun: Maverick’ altı dalda adaylar.
Henüz ‘sessiz’ dönemini yaşayan Hollywood, geniş bir halkaya yayılan cemaatiyle hem üretimde bulunuyor hem de şatafatlı partileriyle sanki kıyametine koşuyor. İçki, uyuşturucu ve seksin ön planda olduğu bu buluşmalar aynı zamanda oyuncu olmak isteyenler için de önemli bir podyum konumunda.
Nitekim ünlü yapımcılardan Don Wallach’ın devasa malikânesinde bir parti vardır ve davetliler mekâna akın ediyordur. Konuk listesinde olmayan genç yıldız adayı Nellie LaRoy, içeri etraftaki görevlilerden Meksika göçmeni Manny Torres sayesinde girmeyi başarır. Peşisıra dönemin büyük yıldızı Jack Conrad damlar; tartıştığı karısı onu boşayacağını söyleyip çeker giderken o ‘ait olduğu’ dünyanın içine dalar… Sektörün tüm önde gelenleri oradadır. Şov için koca bir filin de getirildiği partide zincirden boşanmışçasına eğlenilir ve nihayetinde, ertesi gün setteki yerler alınır…
Brad Pitt (üstte) ve Diego Calva (sağda).
dessa’daki bir tesisten kıymetli bir evrak çantası çalınır... Meselenin peşine düşen İngiliz istihbaratı, bir tür takımdan ayrı düz koşan hırçın ajanları Orson Fortune’u olayı aydınlatması için görevlendirir. Yanına da çaylak ama sahada maharetli JJ Davies’le dijital konularda uzman Amerikalı Sarah Fidel verilir. Bazı izler, onları Greg Simmonds adlı milyarder bir silah tüccarına götürür. Fortune ve ekibi, operasyonu derinleştirmek ve Simmonds’ın çevresine girebilmek için tüccarın ünlülere olan zaafından faydalanmak ister ve bu amaçla hayranı olduğu popüler Hollywood yıldızı Danny Francesco’yu da aralarına alarak harekete geçer...
Jason Statham’ın başrolde olduğu filmde Kaan Urgancıoğlu da rol aldı (solda).
1990 tarihli ‘Lock, Stock and Two Smoking Barrels’ ve 2000 tarihli ‘Snatch’le yönetmenlik kariyerine etkileyici adımlarla ‘Merhaba’ diyen ve Britanya sinemasına farklı, dinamik bir hava getiren Guy Ritchie, sonradan aynı çizgiyi tutturamadı ve uzunca bir zamana dağılan kariyeri boyunca kimileri heyecan verse de vasat sularda gezinen filmlere imza atıp durdu. Son dönem işlerinden ‘Kral Arthur: Kılıç Efsanesi’ fena sayılmazdı, ‘The Gentleman’ da orta karardı. Pandemi dönemindeyse yolculuğunun başındaki iki filminde kadroda yer verdiği ve 2005 yapımı ‘Revolver’da da başrolü teslim ettiği Jason Statham’la yeniden bir araya geldiği iki film çekti. Bu yapımlardan ilki olan ‘Wrath of Man’ geçen yıl gösterime girmişti, şimdi de sahne sırası ikinci hamle olan ‘Servet Operasyonu’nda (Operation Fortune: Ruse de Guerre)...
Girişte konusunu özetlediğimiz bu yapımın kötü adamları Ukrayna mafyasıydı. Rusya’nın bu ülkeyi işgaliyle doğan konjonktürde bu durum rahatsızlık yaratabilir gerekçesiyle filmin geçen yıl gerçekleşmesi beklenen gösteriminin ertelendiği iddia edilmişti. Dolayısıyla Guy Ritchie-Jason Statham birlikteliğinin beşinci adımı ancak şimdilerde vizyona çıkıyor.
Yıl 1952... Fabelmanların 6 yaşındaki oğulları Sammy, annesi Mitzi ve babası Burt’ün arasında, oturduğu koltukta sinema denen büyüyü keşfediyor. Büyük perdede ‘The Greatest Show on Earth’ (Yön: Cecil B. DeMille) oynuyor ve ufaklık, filmdeki tren kazası sahnesine vuruluyor. Eve geliyor, oyuncaklarıyla sahneyi yeniden yaratmaya çalışıyor. Annesi, oğlundaki sevdayı fark edip ona bir kamera hediye ediyor...
O günden sonra Sammy her şeyi kameraya alıyor, anne ve babasının yanı sıra üç kız kardeşini perdeye yansıtıyor, okulda da kurgusal filmler çekiyor. Lakin ergenlik döneminde bir gün çektiklerini seyrederken bir detaya gözü çarpıyor ve annesinin, babasının en yakın arkadaşı Benny’yle bir ilişkisi olduğunu fark ediyor. Bu durum canını çok sıkıyor ve sonrasında ailenin parçalanmasındaki adımlar sıklaşıyor...
Biyografik unsurlar
Amerikan sinemasının köşe taşlarından Steven Spielberg, son filmi ‘Fabelmanlar’da (The Fabelmans) biyografik unsurlarla dolu bir hikâye anlatıyor. Kendi çocukluğundan yola çıkarak aile bireyleri ve onların psikolojileri etrafında biçimlenen yapım, iki ana noktaya odaklanıyor: Biri, önce izleyici sonra da yaratıcı olarak bir çocuğun içindeki sinema tutkusunun coşkulu bir şekilde perdeye yansıması... Diğeri, piyanist olma hedefinden aile kurmak için vazgeçen ve sonraları bu ‘fedakârlığın’ yarattığı travmayla baş etmeye çalışan, kocasını ve çocuklarını sevmesine rağmen hayat sevinci konusunda problemler yaşayan bir kadının dramı. Bu kadın da
filmde Mitzi olarak karşımıza gelen Spielberg’ün annesi...
‘Fabelmanlar’ geniş bir yelpazede gezinirken sık sık ailenin Yahudi kökenleri üzerine de hatırlatmalarda bulunuyor ve Sam’in okul hayatında antisemitik kimi öğrencilerle olan mücadelesinin de altını çiziyor. Bütün bu dolaşım ağı içinde çocuğun yedinci sanata karşı olağanüstü ilgisini, bu yöndeki yeteneğini, akrabaları ‘Boris Amca’nın ona ‘sanat ve hayat’ ikilemi üzerine verdiği öğütleri, okulda çektiği filmlerle el üstünde tutulduğu dönemleri ve ilk aşkını izliyoruz. Tabii ortada büyük de bir dram var; zeki ve donanımlı bir bilgisayar mühendisi olan babanın tüm iyi niyetine karşın eşiyle yollarının ayrılması meselesi yani. Bir yanda Burt’ün çabası ve ailesine daha iyi bir hayat sunmak için farklı yerlere taşınmaları, öte yanda annenin bitmeyen mutsuzluğu... Spielberg, ebeveynini yargılayarak anlatmıyor ama yaşananları da saklamıyor. Öte yandan bu yapım, okulda çektiği filmlerle ileride ‘Indiana Jones’lara ya da ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’a imza atacak bir dehanın potansiyeline sahip olduğunu da hatırlatıyor.
Lanetli Göl (BEŞ ÜZERİNDEN İKİ YILDIZ)
Yönetmen: Chris Sivertson
Oyuncular: Christina Ricci, Santino Barnard, Don Durrell, Colleen Camp, Lew Temple, Carol Anne Watts, Peter Hodge, Nick Vallelonga, Jennifer Novak Chun, Rachel Edlow, Aimey Beer
ABD yapımı
Savaş sonrası dönem; 1950’li yıllar... Laura Butler, 7 yaşındaki oğlu Cody’yle birlikte Kaliforniya kırsalında, bir göl kıyısındaki evi kiralar ve yeni bir geleceğe doğru yelken açmaya çabalar. Genç kadın yakındaki kasabada bir sekreterlik işi bulurken oğlu da okulun yolunu tutar. Ne var ki dingin görünen bu denklemin ardında, kaçtıkları bir geçmiş ve bu geçmişin yarattığı travmanın izleri vardır. Laura, kimi telefon görüşmelerinden anladığımız kadarıyla eşinden şiddet görmüş ve evi terk etmiştir.
Yeni öykülerinde Cody, giderek başına buyruk bir kişiliğe bürünmekte, okulda arkadaşlarıyla da iletişim sağlayamamaktadır. Derken geceleri zaman zaman çığlıklarla uyanarak evin yakınındaki gölden çıkan bir yaratığın kendisini ziyaret ettiğini iddia eder. Laura, oğlunun söylediklerine inanmaz ama çok geçmeden o da söz konusu varlıkla bizatihi yüz yüze gelecektir. Sonraki gidişatta genç kadın için kötü olan şudur; Cody canavardan yanadır ve onun yanına gitmek, onunla daha çok vakit geçirmek için çabalar.
Hiçbirini izlemediğim ama aldığı notlar itibariyle vasat görünen yapımlara (bazıları gerilim) imza attığını anladığım Chris Sivertson’ın yönettiği ‘Lanetli Göl’ (Monstrous), ‘düşük bütçeli korku filmi’ formatında bir çalışma. Lanet bir kocadan kaçarak yeni bir hayat kurma hayalleriyle hareket eden bir anneyle oğlunun gittikleri yerde tuhaf bir yaratığın yaşam alanına girmeleriyle bırakın huzur bulmayı, yeni kâbuslar içine sürüklenmesini anlatan yapım ne yazık ki sıradanlığı aşamıyor. Anlaşılan, anne Laura rolünü bir zamanların büyük umut vaat eden isimlerinden Christina Ricci’ye vererek filmine sınıf atlatacağını düşünen Sivertson, Carol Chrest’in kendi içinde inandırıcılık sorunları içeren senaryosunun da yardımıyla (!) ‘Lanetli Göl’ü korkutmayan, germeyen ve terse yatırmaya yönelik finalini de sanki çarpıcı bir çabayla sunamayan bir yapıttan öteye götürememiş.
I Wanna Dance wIth Somebody: WhItney Houston Filmi
Yönetmen: Kasi Lemmons
Oyuncular: Naomi Ackie, Stanley Tucci, Nafessa Williams, Clarke Peters, Tamara Tunie, Ashton Sanders, Bria Danielle Singleton, Evonne Archer, Naheem Garcia, Marilyn Swick, Daniel Washington
ABD yapımı
Onun öyküsü ‘süperstar standartları’ açısından hem dramlara hem de Hollywood’un çok sevdiği türden inişli çıkışlı bir çizgiye sahip bir hayat içeriyordu. Ama gerek gerçek gerek kurgusal anlatılardaki gibi dibe vurma, yeniden yüzeye çıkma ve zirveye ulaşma kısmında yoktu. Çok genç yaşta, 48’inde hayata veda etti. Evet, 2012’de aramızdan ayrılan Whitney Houston, hakkında çekilen iki belgeselin (‘Whitney: Can I Be Me’ / Yön: Nick Broomfield-Rudi Dolezal / 2017 ve ‘Whitney’ / Yön: Kevin Macdonald / 2018) ardından bu kez kurgusal bir filmin ana karakteri olarak huzurlarımızda.
Avatar: Suyun Yolu (BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ)Yönetmen: James CameronOyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Kate Winslet, Cliff Curtis, Joel David Moore, CCH Pounder, Edie Falco, Brendan Cowell, Jemaine Clement, Jamie Flatters, Britain Dalton, Trinity Jo-Li Bliss, Jack Champion
ABD yapımı
Bir ‘3D’ şaheseri olarak lanse edilen 2009 tarihli ‘Avatar’, görsel açıdan çarpıcı bir sinemasal deneyimdi ve bütün zamanların en çok hasılat getiren filmi olmuştu. Ama öykü düzleminde bilimkurgu açısından büyük laflar etmeye çalışsa da temelde bir Kızılderili efsanesi olarak da kabul edilen ‘Pocahontas’, Kevin Costner’ın iyimser western’i ‘Kurtlarla Dans’ ya da Terrence Malick’in ‘The New World’ü türü yerli halkın da bilgi ve görgüsü eşliğinde dönüşüm geçiren ‘beyaz’lar formülünü yeniden üretiyordu... Farklı olarak işin içinde ‘Avatar’ denilen biyolojik bedeni kullanan Jake Sully adlı bir karakter vardı ve doğal kaynaklarını tüketen yaşlı gezegenimize alternatif olarak bulunan Pandora adlı bir uyduda yaşayan mavi renkli Na’vi halkından Neytiri’ye âşık olarak ‘sömürgeci’ kimliğini terk ediyor ve sömürülenlerin safına geçiyordu.
Yavaşlayınca sıradanlaşıyor
Heyecan, tempo ve hız limiti yüksek, yer yer eğlenceli aksiyonların ve gişe rekorları kıran yapımların yaratıcısı James Cameron, yaklaşık 13 yıl sonra olay mahalline dönüyor ve ‘Avatar: Suyun Yolu’yla (Avatar: The Way of Water) karşımıza çıkıyor. Aradan geçen sürede yeni bir projeye imza atmayan ve sadece bu devam niteliğindeki çalışmayla ilgilenen 1954 doğumlu Kanadalı yönetmen, senaryosunu kendisiyle birlikte dört ismin (Rick Jaffa, Amanda Silver, Josh Friedman ve Shane Salerno) kaleme aldığı bu yeni adımda Jake Sully ve Neytiri’yi bu kez bir aile tablosu içinde sunuyor. Çift, çocuklarıyla birlikte, ekolojik açıdan muhteşem bir dengeye sahip Pandora’da mesut mutlu bir hayat sürerken Dünyalıların
(ki onların deyişiyle ‘gökyüzü insanları’) yeniden arzı endam etmeleri sonucu dengeler değişiyor. İlk filmden hatırladığımız Albay Miles Quaritch’in ‘avatar’ı, eski askeri Jake’in peşine düşüyor ve aile, uydunun daha kuytu köşelerinde, resif halkının yaşadığı Metkayina’da saklanmaya çalışıyor. Ama deniz piyadeleri bu cennet yöreyi hem onlar hem de yerel halk için cehenneme çeviriyor. Büyük çatışma kaçınılmaz bir hal alıyor.
Yıllar önce, aksiyon sineması belirli sınırlar içinde kendini var ederken, 1994’te vizyona giren, Keanu Reeves’li ‘Hız Sınırı’na (Speed) ilişkin yabancı bir eleştirmen şöyle bir yorumda bulunmuştu: “Film hızlı olmak zorunda çünkü yavaşladığında ne kadar bildik bir hikâyeye sahip olduğu anlaşılıyor.”
Kurak Günler (Beş üzerinden Beş yıldız)
◊ Yönetmen: Emin Alper
◊ Oyuncular: Selahattin Paşalı, Ekin Koç, Erol Babaoğlu, Erdem Şenocak, Selin Yeninci, Sinan Demirer, Enver Hüsrevoğlu, Hatice Aslan, Ali Seçkiner Alıcı, Eylül Ersöz, Nizam Namidar, Görkem İpek, Onur Gürçay, İsmail Bahadır Peker, Mehmet Kervancı
Türkiye-Fransa-Almanya-Hollanda-Yunanistan-Hırvatistan ortak yapımı
Bir Anadolu kasabası olan Yanıklar’a atanmış genç, şehirli bir savcı... Çok geçmeden yörenin hoyratlığıyla Emre’nin ‘hukuki’ kişiliği sorun yaşıyor. Yerleşim merkezindeki domuz avı, seçimlere hazırlanan belediye başkanı ve avukat oğlu Şahin, diş hekimi Kemal, muhalif gazeteci Murat derken ısınan ilişkiler bir içki âleminin sabahında yeniden uzak mesafelere ve yaşanan bir iç hesaplaşmaya dönüşüyor.
Savcı Emre, en büyük sorunu kuraklık olan bu yörede kökleri daha derine sarkmış kimi meselelerle de mücadele etmek zorunda kalıyor...
Sinemamızın genç ve fikriyatı güçlü seslerinden Emin Alper, yukarıda konusunu özetlediğimiz son adımı ‘Kurak Günler’de filmografisinin en derin ve çarpıcı işine imza atıyor ve başyapıtını veriyor... Taşraya yolu düşen aydının yaşadığı sorunlar, Yakup Kadri’nin ‘Yaban’ıyla başlayan bir çizelgenin içinde salınıp durur. Alper, edebiyatımızdan devralınıp sinemada da birçok kez perdeye yansıtılmış bu güzergâhta kendi tarzında olağanüstü bir işe imza atmış.