Acil Durumda Jane’i Ara (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Phyllis Nagy
Oyuncular: Elizabeth Banks, Sigourney Weaver, Chris Messina, Kate Mara, Wunmi Mosaku, Cory Michael Smith, Grace Edwards, Kristina Harrison
ABD yapımı
Kürtajın henüz yasallaşmadığı yıllar...
15 yaşında bir kız çocuğu annesi olan ev kadını Joy hamiledir. Karnındaki bebek 3 aylıkken kimi rahatsızlıklar başgösterir. Günün birinde yere yığılır ve akabinde kendisine kalp yetmezliği teşhisi konur. Doğum sırasında hayatta kalma şansı yüzde 50’dir. Bir ceza avukatı olan eşiyle birlikte yasal yoldan kürtaj yapılması isteğiyle bir kurul karşısına çıkar. Erkek doktorlardan oluşan heyet katı bir tutumla “Hayır” der. Eşi de ‘beyaz yakalı bir hukukçu’ olarak yasal çözümlerin dışına çıkılmamasından yanadır. Joy, kendi başına bir maceraya atılır; önce illegal kürtaj operasyonu yapan bir yere gider ama buradaki hijyenik koşullar yüzünden mekânı terk eder. Yolda yürürken gördüğü bir el ilanında ‘Jane’i Arayın’ ibaresi vardır. Arar ve bir kurtuluş tüneli olduğunu fark eder.
60’lar sonunda Şikago’da Dorie Barron adlı bir genç kız bebeğini aldırmak zorundadır ve arkadaşının verdiği bir numarayı arar.
2022 yavaş yavaş tarihteki yerine çekilirken yılın son sinema şenliklerinden biri bugün itibarıyla start alıyor. Ankara Sinema Derneği tarafından düzenlenen Gezici Festival böylelikle 27’nci yılına yelken açıyor. Amerika Büyükelçiliği, Belçika Büyükelçiliği, Danimarka Büyükelçiliği, Goethe Institut, İrlanda Büyükelçiliği, İspanya Büyükelçiliği, İsrail Büyükelçiliği ve Polonya Büyükelçiliği’nin katkılarıyla gerçekleşecek olan etkinliğin afişi, ilk yılından bu yana olduğu gibi bu yıl da usta çizer Behiç Ak imzasını taşıyor.
Festivalin öncelikli bölümü ‘Türkiye 2022’de yıl boyunca ulusal ve uluslararası festivallerde gösterilmiş ve ödüllendirilmiş yapımlar yer alıyor. Bu toplam içinde şu filmleri izlemek mümkün:
Belmin Söylemez’in, başrollerini Manolya Maya, Laçin Ceylan ve Şenay Aydın paylaştığı, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü’nü kazanan, filmdeki performansıyla da Laçin Ceylan’ın da ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görüldüğü ‘Ayna Ayna’sı.
Keza 29. Adana Altın Koza’da ‘Jüri Özel Ödülü’nü kazanan, filmdeki Reyhan karakterini canlandıran Mina Demirtaş’a ‘Türkan Şoray Umut Veren Kadın Oyuncu’, Ece Demirtürk’e de ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren Ümran Safter imzalı ‘Kabahat’...
Yine 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘Behlül Dal En İyi İlk Film Ödülü’ne uzanan, başrolünde yer alan Merve Dizdar’ın ise ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandığı Selcen Ergun’un ‘Kar ve Ayı’sı da bu yılki Gezici Festival’in programında yer alan yapımlardan.
Antalya Altın Portakal’dan ‘En İyi Film’, ‘En İyi Senaryo’; 33. Ankara Film Festivali’nden de ‘En İyi Yönetmen’, ‘Jüri Özel Ödülü’ ve ‘SİYAD En İyi Film Ödülü’yle dönen
Maren bir yamyamdır ve insan eti yer. Dış dünyayla arasına konulan engeller, ondan ziyade başkalarını korumaya yöneliktir. Babası 18 yaşına geldiğinde doğum belgesini ve hayatına ilişkin ‘çıkan kısmın özeti’ şeklinde tanımlanacak bilgilerle dolu bir kaseti bırakarak onu terk eder. Artık tek başınadır ve neden böyle bir yapıya sahip olduğunu anlamak için hiç tanımadığı annesini aramaya başlar.
Filmin yaratıcısı Luca Guadagnino, bu çalışmasıyla Venedik’te 'En İyi Yönetmen’ ödülünü kazandı.
Yolculuğu esnasında bu dünyada yalnız olmadığını, kendi gibilerin de bulunduğunu anlar. Gecenin karanlığında tanıştığı Sully adlı yaşlı bir adam, aynı familyadan olduklarını, kokusunu çok uzaktan aldığını, türlerinin ‘Yiyiciler’ ve ‘Besleyiciler’ şeklinde ikiye ayrıldığını ona anlatır. Yine karşısında çıkan bir başka ‘türdaşı’ genç Lee ile aralarında duygusal bir bağ oluşacaktır...
Daha çok ‘Beni Adınla Çağır’la (Call Me by Your Name) tanınan Luca Guadagnino’nun imzasını taşıyan ‘Kemikler ve Her Şey’ (Bones and All) 80’lerde geçen bağımsız bir yol filmi tadında... Camille DeAngelis’in romanından uyarlanan yapımın senaryosu David Kajganich’e ait. Öykü, varoluşunun kaynaklarına inmeye çalışan Maren’in arayışları üzerine kurulu. Benzer sorunları yaşayan Lee, onun için önce bir yaren, sonra da tutkulu bir aşkın ifadesi olacaktır.
Kuzey Pasifik’teki bir adanın üzerinde çok özel bir mekân..Hawthorne, şef Julian Slowik önderliğinde yaratılan sadece kalburüstü bir restoran değil, aynı zamanda yemek sanatı üzerine farklı bir deneyimin zirvesidir. Buraya karnınızı doyurmak için değil; tadı, yaratılan sanatı adeta duymak, hissetmek, özümsemek için gidersiniz. Nitekim 12 kişiden (tıpkı İsa’nın havarileri gibi!) oluşan ‘elit’ grup da enikonu bu amaçlarla adaya ayak basmış ve restoranın yolunu tutmuştur. Onları karşılayan Elsa, iskeleden mekâna gidene kadar yaşayacakları serüvenden bilgiler aktarır.
Ekipte yemek üzerine takıntılı Tyler, sevgilisi Margot, eski şöhretini arayan bir aktörle asistanı, finans çevrelerinden bir grup züppe işinsanı, Hawthrone’da daha önce defalarca ağırlanmış yaşlı bir çift ve yazılarıyla Slowik’i kamuoyuna tanıtıp şöhrete ulaşmasını sağlayan yemek eleştirmeni Lilian ve çalıştığı derginin editörü Ted vardır. Topluluk üyelerinin bu şölen için ödedikleri meblağ kişi başı 1.250 dolardır. Yemek faslı şefin bir ‘süperstar’ gibi sahneye çıkmasıyla başlar. Önlerine konan tabağın üzerine yapılan konuşmalar, felsefi göndermeler, bilgiler vs. derken ‘Ekmeksiz ekmek tabağı’ servisiyle işin rengi değişmeye başlar... Şef ve mahiyetindeki elemanlar, onlara tuhaf ve korku dolu bir gece yaşatacaktır.
Birkaç hafta önce vizyona giren ‘Hüzün Üçgeni’nde (Triangle of Sadness) zenginlerle dolu bir gemiyi, müşterilerin şımarıklıklarını, çıkan fırtınayla birlikte bir ‘kusma seansı’na dönen yemeği, akabinde bir adaya düşen yolcuları ve aralarında değişen sınıfsal dengeleri izliyorduk. Yukarıda konusunu özetlediğim ‘The Menu’ de enikonu aynı sularda dolaşan bir yapım. Bu kez bir adadaki lüks restorana giden ve geçmişi ‘günahlar’la dolu bir grup zengine, yıllarca onlara ağızlarına layık yemekler sunan bir şefin yaşattığı kâbusu izliyoruz. Bu yüksek meblağ ödedikleri gecede işler her gelen yemekle birlikte çığırından çıkıyor ve kâğıt üzerinde bir şölen vaat eden menü, onlar için bir ‘veda sofrası’na dönüşüyor.,
Senaryosunu Seth Reiss-Will Tracy ikilisinin kaleme aldığı, Mark Mylod (‘Entourage’, ‘Game of Thrones’, ‘Succession’ gibi dizileri de yönetmişti) imzalı yapım, emekçilerin haklarını yiyerek belli noktalara gelmiş zenginler üzerine bir hiciv ya da sinemasal ifadesiyle bir ‘kara komedi’. Yemek boyunca dayatılanlara topluluk içinden bir tek Margot karşı koyuyor, şefin menüsüne ve ritüellerine isyan bayrağını açıyor ve nihayetinde aslında onun, ait olmadığı bir sınıfsal grubun içinde olduğunu anlıyoruz. Yani tepkilerin altında sınıfsal bir çıkış var. ‘The Menu’, tüketim toplumu, ışıltılı hayatların ardındaki boşluk, sistemin içine dahil olarak ruhunu, özünü kaybeden sanatçı (şef yani), narsisizm (eleştirmen yani), parayla her şeyi satın alma refleksi (sahtekârlık yaparak zenginleşenler yani) gibi meselelerin altını çiziyor.
Mark Mylod’un filmi merak aşamasını geçip hangi yöne doğru yelken açtığını belli ettikten sonra sanki ivmesini bir miktar kaybediyor ve eleştiri oklarını naif bir düzlemde savuruyor. Ama sinema tarihinde kamerasını yemek masalarıyla mutfakta dolaştıran ve meseleye ilişkin sosyolojik dertleri olan tüm yapımlar gibi -ilk elde akla Marco Ferreri’nin ‘Büyük Tıkınma’sı (Le grande bouffe) geliyor; hedefe burjuvaziyi (aileden ve sonradan görmeleriyle) koyuyor. Bu denklemde ‘Şef Slowik’ de
Hayatın ya da sistemin sağlayamadığı adaleti, sinema sağlayabilir mi? Bu sorunun net bir cevabı yok elbette ama ‘yedinci sanat’ var olduğundan beri seyircisine en azından salonlarda ya da ekran karşısında ‘katarsis’ hissini yaşatmıştır. Mahkemelerde, duruşma salonlarında sağlanamayan adaletin, açık kalan yaraların kapanma yeri zaman zaman önümüzdeki perdeye yansıyan filmler olmuştur. Bu hatırlatmanın ardından sinemanın bu yöndeki yapıtlarını seyirciyle buluşturmayı hedefleyen ‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin 12’nci kez huzurlarımıza çıktığını belirtelim. Dünkü açılış töreniyle start alan organizasyon 24 Kasım’a kadar sürecek.
“1976”
Bir anlamda festivalin en önemli bölümü olarak kabul edilen ‘Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışması’nda her yıl olduğu gibi Türk ve dünya sinemasından seçilmiş, ana temaları adalet olan dokuz yapım boy gösterecek.
Bu yapıtları değerlendirecek olan jüri ise şu isimlerden oluşuyor: Macaristan’dan yazar, yönetmen, yapımcı ve ses tasarımcısı Benedek Fliegauf (Başkan), Türkiye’den oyuncu ve sunucu Ceyda Düvenci ve yapımcı Müge Özen, Fransa’dan gazeteci ve film eleştirmeni Franck Finance-Madureira, Almanya’dan da oyuncu Irina Wanka.
“Hilal, Feza ve Diğer Gezegenler”
‘Altın Terazi Kısa Metraj Film Yarışması’nda ise 10 film var; bu çalışmalar da yapımcı ve yönetmen Maxine Williamson (Başkan), yönetmen Gözde Kural ve senarist-yönetmen ve sinema yazarı Ali Ercivan’dan oluşan jürinin karşısına çıkacak.
Black Panther: Yaşasın Wakanda (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Ryan Coogler
Oyuncular: Letitia Wright, Tenoch Huerta, Lupita Nyong’o, Danai Gurira, Winston Duke, Dominique Thorne, Angela Bassett, Martin Freeman, Florence Kasumba, Michaela Coel, Isaach de Bankolé, Dorothy Steel, Danny Sapani
ABD yapımı
Çizgi romanlardan sinemaya transfer olan ve özel efektler yardımıyla hayal dünyasının sınırlarını zorlayan rekabette Marvel ve DC Comics malum, ellerindeki tüm ana ve yan karakterleri sahaya sürüyor. Eh, hazır çeşme akıyorken küpleri doldurmak en doğal hakları tabii ki! ‘Marvel Evreni’ üyelerinden ‘Black Panther’ın ise genel denklemde özel bir yeri var. Şöyle ki ilk kez 1966’da ‘Fantastic Four Vol. 1’da varlığını hatırlatmıştı, perdeye aksiyse 2016’da ‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’nda ‘ara rol’ olarak yansıdı. 2018’de ‘tek başına’ seyirci karşısına çıktı.
‘Rocky serisi’ni restore eden ‘Creed’le tanınan Ryan Coogler’ın imzasını taşıyan yapım, Wakanda adlı ülkenin başına geçen T’Challa’nın mücadelesini anlatıyordu. Filmin öyküsü Shakespeare’yen özellikler içerirken asıl olarak ‘Aslan Kral’a göz kırpıyordu. Kahramanları ‘siyah’ olmasına rağmen film ‘beyaz’ bir yapıya sahipti. ‘Marvel Sinematik Evreni’nde ilk adımların her daim devamı gelir, lakin ‘Black Panther’da ana karakteri canlandıran Chadwick Boseman ne yazık ki Ağustos 2020’de yakalandığı kolon kanserine yenik düştü ve 43 yaşındayken aramızdan ayrıldı. Bu durumda yaratıcı ekip yeni film için farklı bir çözüme uzandı. Bu hafta gösterime giren ‘Black Panther: Yaşasın Wakanda’ (Black Panther: Wakanda Forever) işte bu çözümün ifadesi.
Çağdaş sanatçı erkek arkadaşı Thomas, prestijli bir galeride ilk sergisini açmanın gururunu yaşarken bir kafede çalışan Signe de ilgi çekebileceği yeni alanlar yaratmanın derdindedir. Genç kadın sürekli her ortamda merkezde yer almak, dikkat çekmek, ön plana çıkmakla meşguldür. Bu hedefini gerçekleştirmek için her fırsattan yararlanır, olmadı kendi fırsatlar yaratır. Nihayetinde internette gördüğü Rus malı bir ilacın peşine düşer, eski ‘torbacısı’ vasıtasıyla amacına ulaşır ve aldığı çok sayıda hapla kısa sürede hastanelik olur. Bu, onun için yeni bir ilgi zirvesidir... Teşhisi konulamayan bu rahatsızlık gündelik ritmini bozarken Signe bu durumu da fırsata çevirir. Gazeteci arkadaşı vasıtasıyla basında yer alır ve kendinden söz ettirir.
Film, ‘arızalı’ Signe (sağdaki) karakteri eşliğinde içinden geçtiğimiz dönemin haleti ruhiyesini perdeye taşıyor.
Bu yıl Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde ilk kez izleyici karşısına çıkan ‘İlgi Manyağı’ (Syk Pike), ‘arızalı’ bir karakter eşliğinde aslında içinden geçtiğimiz dönemin haleti ruhiyesini perdeye taşıyor. Kristoffer Borgli senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı filminde, trajik, acınası bir profilin peşine düşerken onun aradığı şefkat çabasının yarattığı mizansenler eşliğiyle yapıtını ‘kara komedi’nin çizgilerine taşıyor. Malum, ilgi çekici olmak için her birimizin farklı yöntemleri denediği, küçük dünyalarımızın çeperlerini aşarak alabildiğine ‘popüler’ olmaya çalıştığımız, yaralarımızı tedavi etmek yerine sürekli kaşıyarak kanattığımız bir çağın içinde dolanıp duruyoruz. Borgli, tüm bireysel zaaflarımızın genel çerçevesini Signe’nin ruhsaldan fiziksele dönüşen hastalıklı kişiliğine yükleyerek bir tür ironi yapıyor ve bu arada da ilgiye muhtaç gözüken günümüz insan tipolojisinin portresini çiziyor. Ayrıca ilgiye olan
açlıkla birlikte yoldan çıkan kötülüğü de resmediyor. Öte yandan senaryo ana karakter kadar yakın çevresinin de arızalarını ortaya koyuyor. Yoldan çıkmış bireyler resmigeçidi sunuyor: Çaldığı koltuklarla sanat icra eden, dozajı daha düşük narsistik özellikleriyle dikkat çeken Signe’nin sevgilisi Thomas, annesinin asosyal suçlamasını boşa çıkarmak için kendileriyle kahve içmesini isteyen torbacısı Stian, sürekli modern tıbbı küçük gören terapist Espen vs. gibi. Hasta ya da engelli bireyleri bile moda mantığı içinde sunan sistem de cabası...
‘Çağımızın sorunu bu’
Borgli, zaman zaman genel akışın içine, ana karakterinin nasıl bir ilgiyle ancak durulabileceğini gösteren hayali sahneler eklemiş. Bu hamlelerden birinde Signe kendi hastalık serüvenini de kaleme aldığı, ilk günde büyük bir ilgi görerek tükenen bir kitap yayımlıyor. Okurlardan biri “Önemli bir konuya parmak basıyor, çağımızın sorunu bu” diyor. Bu sahne, yönetmenin aynayı hepimize tuttuğu anlardan biri... Öte yandan filmin en iyi bölümüyse Signe’nin tomografisini yorumlayan doktorun “Yasadışı ilaçlar kullanmışsın, aşırı yalan söylüyorsun, kötü bir kişiliğin var, partilerdeki en havalı insan sen değilsin, espri anlayışın kötü, özellikle aynada ırkçı canlandırmalar yapıp bunları komik bulman en kötüsü. Böyle bir şey uzun zamandır tomografide çıkmamıştı. Polise haber verdik, seni idam etmek için dışarıda bekliyorlar” şeklinde ifadeler kullandığı hayali sahneydi.
Evet, sonbahar festivaller eşliğinde sürüyor. Daha önce Adana Altın Koza Festivali yazısı dolayısıyla da belirtmiştim; bu dönemde karşımıza çıkan sinema şenliklerini ‘Dört A’ başlığı altında toplayabiliriz. Yani Adana, Ayvalık, Antalya ve Ankara. Diğer üçü bitti, şimdi sahne sırası başkentte...
Bu yıl 33. kez düzenlenen etkinlik bu geceki açılış töreniyle start alıyor. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenen organizasyon 11 Kasım’a kadar sürecek. Beşevler’deki MEB Şura Salonu’nda gerçekleştirilecek olan ve sunuculuğunu Ünsal Ünlü’nün üstlendiği açılış ise 19.30’da başlayacak. Gecede ‘Livaneli Şarkıları’ başlıklı bir konser verilirken farklı alanlardaki ‘Onur Ödülleri’ de sahiplerini bulacak.
Bu yıl ‘Aziz Nesin Emek Ödülü’ yazar, müzisyen, senarist, yönetmen Zülfü Livaneli’ye, ‘Sanat Çınarı Ödülü’ orkestra şefi Rengim Gökmen’e, ‘Kitle İletişim Ödülü’ ise çevirmen, sinema yazarı, gazeteci, yazar Sevin Okyay’a takdim edilecek. İlk kez verilecek ‘Sinemada Yeni Soluk Ödülleri’ne de yapımcı, yönetmen, senarist Ceylan Özgün Özçelik ile genç kuşağın dikkat çeken isimlerinden Farah Zeynep Abdullah layık görüldü.
Bu yılki şenliğin de en heyecanlı kısmı tabii ki ‘Ulusal Uzun Film Yarışması’ olacak. Başkanlığını Pelin Esmer’in üstlendiği, Can Atilla, Feza Çaldıran, İlhami Algör, Melisa Sözen, Özlem Köksal ve Serdar Orçin’den oluşan jüri 12 yapımı değerlendirerek çeşitli kategorilerde ödüller verecek. Festivalin ‘Ulusal Belgesel Film Yarışması’na katılan yapıtları Adil Kaya, Ebru Şeremetli ve Serdar Kökçeoğlu’ndan oluşan jüri, ‘Ulusal Kısa Film Yarışması’nda yer alan yapımları ise Ece Dizdar, Elif Refiğ ve Esin Küçüktepepınar’ın yer aldığı jüri değerlendirecek. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) tarafından ‘Ulusal Uzun Film Yarışması’nda yer alan bir yapıta verilen ‘En İyi Film’ ödülü ise bu yıl kaybettiğimiz sinema yazarı Murat Özer adına verilecek.
Jüride Özer’in yakın arkadaşlarından Burak Göral, Erkan Aktuğ ve Şenay Aydemir yer alıyor. İlk ya da ikinci filmini çekecek olan yönetmenlerin ulusal uzun kurmaca projeleriyle yarıştığı Proje Geliştirme Desteği jürisinde ise Armağan Lale, Tufan Taştan ve Yamaç Okur gibi isimler bulunuyor.
Festival dahilinde yine bu yıl aramızdan ayrılan sinema tarihinin en büyük ustalarından