AK Parti’nin iktidara geldiği ilk 4 yılın (2003-2006) ortalama yıllık büyüme oranı yüzde 7.5 iken, iktidardaki son 4 yılının (2011-2015) ortalama yıllık ekonomik büyümesi yüzde 3.3’e düştü; tam yarı yarıya. Bu oran, geçmiş 50 yıllık büyüme ortalamasının (yüzde 4.5) altında.
Küresel ekonomik krizin düşüş ve toparlanma yılları bu dönemlerin içinde değil.
Bu yüzden, herhangi bir ‘dışsal bahane’ bu döneme denk düşmüyor.
İlk dört yıl ile son dört yıl arasında en belirgin fark, özel yatırımlardan gelen katkının ‘buhar’ olması.
‘Düğmeye basılarak’ faiz düşürülmesini bekleyen, zorlama ile düşürüldüğünde de ‘faizi düşürdük, ekonomi büyür’ bakışı, tasarruf açığı olan ama aynı zamanda sermaye girişi azalan bir ülke için çalışmayacak bir bakıştır.
Türkiye’de bankaların verdiği krediler, 2009’da milli gelirin (GSYH) yüzde 42’sinden, 2015 sonunda yüzde 77’sine yükselmiş. Yani 6 yılda GSYH’nın yüzde 35’i kadar bir ilave kredi verilmiş.
Soru şu; bu kredinin kaynağı nereden?
Mevduat artışı 6 yılda GSYH’nın yüzde 10’u kadar olabilmiş. Mevduat dışı kaynakların artışı GSYH’nın yüzde 18’i, öz kaynaklar ise sadece GSYH’nın yüzde 2’si kadar artabilmiş. Özeti şu; kredi büyümesi büyük çapta mevduat dışı kaynaklardan sağlanabilmiş.
Ertem’e göre sorun, Türkiye para politikasının nereden belirleneceği sorunu; “Samsun’dan mı, Canik’ten mi yoksa Londra’dan mı, Washington’dan mı belirleneceği tartışmasıdır.”
Doğru; Türkiye’de sadece iki kurumun adının önünde ‘Cumhuriyet’ ibaresi olmasının ardında, bu kurumların tüm halkın yani ‘cumhurun’ kurumları olması yatıyor. Bunun bu biçimde ifade edilmesinin temel nedeni ve vurgusu; toplumun bütününe ait olma, gündelik siyasetin gölgesinde bırakmamak içindir. Bu, seçimlerde çoğunluk oylarını alan siyasetçilerin bu iki hassas kurumda; adalet ve parada, kuralları kendilerine göre bükmeme, ya da ‘at koşturmamaları’ anlamına geliyor.
Herkesin kurumları olduğu, kurallar içinde bağımsızlık vurgusu kalın biçimde çiziliyor.
İşte bu yüzden, TCDD ile TCMB arasında fark var; Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) demiryolu hizmeti veren kamu kuruluşu ve seçilen siyasetçilerin bu hizmeti kendilerince yönetme ve şekillendirme alanları var.
Beğenmeyenlerin başka, alternatif bir hizmeti satın alma seçenekleri var. TCDD yönetiminin aldığı kararların, hizmetlerin doğrudan tüm toplum yaşamına geniş bir etkisi yok. Kamuya mali katkısı ya da yükü, vergi ödeyenlere hesap verilmesi dışında.
‘Tabela faizini indirdim ama bankalara verdiğim paranın ortalama faizini indirmedim’ demek bu.Yıllık çekirdek enflasyon yüzde 9.7’de, hedefi yüzde 5 olan Merkez Bankası’nın ortalama fonlama faizi ise yüzde 8.9’da.
Enflasyonun altındaki bir faize banka dalga geçer gibi ‘sıkı duruş’ diyor.
Faiz koridorunun yüzde 10.75’de olan tavanının indirilmesi gerektiği Beştepe’deki danışmanlarca kamuoyuna duyurulmuştu.
Erdem Başçı’nın dün katıldığı son Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında gecelik borç verme faizini çeyrek puan düşürmesi, Beştepe’ye verilen bir selam. Görev süresi 25 gün sonra dolacak olan Başçı, bir 5 yıl daha ‘oyunda’ kalmak istiyor.
Merkez Bankası atamaları ne olacak?
Avrupa’da yeni ilave parasal genişleme ve faiz indirimi, arkasından da ABD’de faiz artırmama kararı ile mali piyasalarda süregelen düşüş yerini yükselişe bırakmıştı. Bir ekonomistin tanımlaması ile bu durum, gelişmiş merkez bankalarının bize ve diğer gelişen piyasalara ‘katalizör etkisi’ oldu. Şimdi yeniden her ülke kendi akışına geri dönecek.
İşte bu ‘kendine dönüş’ içinde, 19 Nisan-29 Haziran arası dönemde Başkan Erdem Başçı dahil 7 kişilik Para Politikası Kurulu’nda (PPK) 5 üyenin görev süresi doluyor. Bankanın Nisan ayı içinde yapılacak genel kurulu sonrasında da bu sayı 6’ya çıkabilir. Yarın yapılacak PPK toplantısı, 19 Nisan günü görev süresi sona erdiğinden Başçı’nın faiz kararı için oy kullandığı son PPK toplantısı olacak.
Ekonomi çevrelerinde çokça isim telaffuz edilse de, Ankara’da bu konuda karar verecek siyasi oyuncular dahi yeni atamaların nasıl yapılacağını bilmiyor.
Türkiye’de her dönemde Merkez Bankası başkanlığına yapılan atamalar hep sancılı ve çekişmeli olmuştur. Çünkü politikacılar para basma makinelerinin kendileri için çalışmasını isterler. İsterler çünkü sanırlar ki; böylelikle ekonomik büyüme sağlanacak ve işsizlik düşecek. Oysa son dönemde gelişmiş ülkelerde de iyi biçimde görülüyor ki; ekonomide politikacıların üzerine düşeni yapmadıkları durumda para politikası bile işe yaramıyor. Faizi sıfırlasanız da, devasa parasal genişleme yapsanız da.
Yani bizim kendi ‘hikâyemize’ gelen para yok.
Kısa vadeli sermayenin ‘gelişen ekonomilerde piyasalar çok dipte’ açısı ile bir miktar gelişen ülkelere akması, piyasaları sığlaşan bu ülkelerdeki mali göstergelere ‘çiçek açtırdı’. FED kaynaklı bu ‘bahar’ uzun sürmeyebilir. Şunu unutmamak gerekir; bugün yavaşlamış görünen FED, gerekçeleri belirginleştiğinde daha yüksek faiz artırımları ile arayı kapayabilir.
‘Yalancı baharlara’ fazlasıyla bel bağladığımızdan içeride giderek katılaşan kısıtlara bakmaktan ve çözmekten uzaklaşıyoruz. Bakın bu kısıtlar nasıl?
Ülkede yaşanan siyasi krizin tüketici güvenine olan etkisini, yani geleceğe bakışı ve harcama eğilimine olan düşürücü etkisini hatırda tutarak, mali gelişmelere bakmak iyi bir açı verebilir.
İyi bir hikâyeniz varsa orada izleri vardır. Kötü ise de.
Son bir yılda, ödemeler dengesinden izlenen hikâyemiz pek de iyi izler taşımıyor.
Cari açıkta bir küçülme var; buna sevinmemiz mi gerekiyor? Petrol ve gaz fiyatları düştüğü için buradan gelen bir küçültücü etki var. Buna sevinebiliriz.
Ancak, açığın finansmanı tarafında sevimsiz gelişmeler var. “Cari açık küçülüyor” sevinç nidaları yerine, açığın finansmanı tarafındaki küçülmeye bakarak tasalanmamız gerekiyor. Bakın nasıl?
Bu durum bulaşıcı bir hal alırsa ticarette ve genel ekonomide bir karabasan halini almaya aday.
Malum 2009 krizi sonrasında, bol küresel sermaye akışı nedeniyle Türkiye’deki özel kesim borçları çok yükseldi. Şimdi sermaye çıkışı var ve ekonomi görece yavaşladı. Yüksek borçlu özel kesim, düşen hâsılatlarıyla borcu ve faizini ödemekle karşı karşıya.
İki nedenle, yılbaşından bu yana bir iflas erteleme furyasından bahsediliyor; biri gerçekten borç ödeme kapasitesi azalan ve yasal tabiriyle ‘borca batık’ hale gelen şirketlerden dolayı, diğeri de iflas erteleme penceresini kötüye kullanarak bu yola başvuran şirketlerden dolayı.
‘Borca batan’ şirketler, mali durumlarının iyileştirilmesinin mümkün olduğuna dair bir iyileştirme projesini mahkemeye sunarak, iflasın ertelenmesi kararı isteyebiliyor. Mahkemeler, projeyi ciddi ve inandırıcı bulursa, uzatmalarla 4 yıl süreye kadar iflasın ertelenmesine karar verebiliyor. Temel kıstas şu; şirketin aktiflerinin yani mal varlığının, şirketin yükümlüklerini yani borçlarını karşılayamayacak durumda olması; ‘borca batık’ durumda olmaları. Bunu da yerel bilirkişiler raporluyor.
İflas erteleme, iflastan önceki ‘son çıkış’ olarak yasal çerçevede sağlanan bir olanak. Borca batan ama bir iş planı çerçevesinde işini ‘yüzdürüp’ şirketin borcunu ödeyebilecek duruma getirme olanağı temelde.