Sonra bu tahvillerin dış politikada manevra aracı olarak kullanıldığına tanık olduk. Geçen yıl Suudi yönetimi, ABD’de 11 Eylül’de yaşamlarını yitirenlerin ailelerinin Suudi yetkililere diplomatik dokunulmazlıklarını ortadan kaldırarak dava açılabilmesini sağlayan yasa teklifi nedeniyle ABD yönetimine rest çekmişlerdi. Ya bu tasarıdan vazgeçersiniz ya da tuttuğumuz ABD varlıklarını elden çıkarırız biçiminde. Nitekim ocak 2016’dan itibaren eylüle kadar, ABD tahvillerinde tuttukları rezervlerini yüzde 30’a yakın azaltarak; 123 milyar dolardan 89 milyar dolara düşürdüler. Yasa geçti ama Başkan Obama veto etti. Veto gelince rahatlayan Suudiler, Eylül 2016’dan 2017 Haziran sonuna kadar; rezervleri içinde tuttukları ABD tahvillerini yüzde 60’lık bir oranda, 53 milyar dolar arttırarak 142 milyar dolara ulaştırdılar.
Suudilerin tuttuğu ABD tahvili az değil; ABD Hazinesinin ihraç ettiği borç senetlerinin kabaca yüzde 1’i demek.
Özeti şu; Suudi yönetimi döviz rezervlerini bir dış politika aracı olarak kullanmış oldu.
Gelelim Türkiye’ye; orada da ilginç bir rezerv hareketi gözleniyor. İster istemez mayıs ayında Ankara’nın da rezerv politikasını bir dış politika aracı olarak kullanıp kullanmadığı sorusunu akla getiriyor.
Türk Merkez Bankası döviz rezervlerinin önemli bir bölümünü Amerikan tahvillerine yatırır. Bu biraz da zorunluluk. Zorunluluk, çünkü 90 milyar dolarlık rezervi uluslararası bankalarda mevduat olarak yatırmak zordur; zorluğu, bugünün düşük faiz ortamında üste faiz bile ödemeniz gerekebilir. Merkez bankaları birbirlerine hesap açarlar, orada da tutabilirsiniz ama limitlidir. İster istemez hangi para cinsi rezerv biriktirmişseniz o ülkenin tahvillerine yatırırsınız.
Amerikan Hazinesi aylık olarak hangi ülke ne kadar ABD tahvili tutuyor açıklar. Bizim Merkez Bankası da kabaca 60 milyar dolara yakın ABD Hazine tahvili tutar. Bu tahvilleri de, Fed saklar; alım satım yapıldığında takasını yapar. Türkiye’nin son 5 yılda ABD tahvilinde tuttuğu miktar, toplam döviz rezervinin ortalama yüzde 60’ıdır.
Temmuz ayında ABD Hazinesi mayıs verilerini açıkladığında dikkat çeken şuydu; Türk Merkez Bankası tuttuğu ABD tahvillerini aniden 56.4 milyar dolardan 49.5 milyar dolara azaltmıştı. Geçmişte de rastlanılan bir düşüş denilebilir. Ancak o dönemlerde Merkez Bankası döviz satış ihaleleri açıyor ve döviz rezervi eritiyordu. Şimdi bunlar yok. Bankaların hesaplarına döviz yatırmaları ya da çekmeleri, Hazine’nin dış borç kullanımı ya da geri ödemeleri döviz rezervini etkiliyor. Mayıs ayında da böyle belirgin bir çıkış olmadığı gibi rezervlerde artış var. Bir ayda 6.9 milyar dolarlık, yani yüzde 12’lik oranda ABD Hazine tahvili azaltmak için kayda değer bir rezerv azalışı olmalıydı; gelin görün ki mayıs ayında kabaca 2 milyar dolarlık bir toplam rezerv artışı vardı. Geçen hafta içinde açıklanan verilere göre ise haziran ayında Merkez Bankası bu defa ABD tahvillerini 9.3 milyar dolar arttırmış. Mayısta sonra haziranda da döviz rezervindeki artış olmuş: 3.2 milyar dolar. Bu artış ve kabaca önceki aydan azaltılan miktar da eklenerek tahvil miktarı arttırılmış görünüyor.
O da, Hazine ve Merkez Bankası’nı geçin, bankaları da geçin; Türkiye’de özel kesimin doğrudan borçlanma imkanları artmıştı. Rekor seviye, 2008 Şubatında görüldü; reel kesimin ülkeye sağladığı dış kredi imkanı son bir yıllık vadede 30 milyar doları bulmuştu. “Bugün nerede?” diye merak edenler için 8 milyar dolar olduğunu not edelim. Küresel kriz sonrasında ve dahi Türkiye’deki siyasi krizler sonrasında bir daha bu seviye görülmedi.
Şubat 2008’de, bugünkü 34 milyar dolarlık cari açıktan daha yüksek, 38 milyar dolarlık bir cari açık mevcuttu. Gelen finansman da bugünkü 19 milyar dolarlık finansmanın 2.5 katından fazlaydı; 49 milyar dolar. Daha fazlası; Bu 49 milyar doların 30 milyar doları şirketler kesiminin bulduğu kredi iken, 15 milyar doları da doğrudan yatırımlar idi.
Küresel krizle düşen ama yeniden en fazla 20 milyar dolara çıkan reel kesimin sağladığı finansman, 2011 sonrası dönemdeki siyasal krizler nedeniyle 2005 öncesindeki 5 milyar dolarlık seviyeye geriledi. Şimdi de o ortalamaya yakınız.
Haziran ayı verileri bu açıdan ödemeler dengesinin “kan tahlilini” sunuyor bize. Özel kesim geçen yıl haziran ayında yıllık (son 12 aylık toplam) 18 milyar dolar finansman sağlarken, bu yıl 8 milyar dolara gerilemiş. Bunun kabaca 4 milyar doları “ticari krediler” olarak kayıtlarda görünen ama aslında dış ticaret kredileri niteliği olan kredilerden oluşuyor. İthalatta açılan krediler yani. Mal teslimatı ve ödeme ile kapanan krediler. Bu krediler düşülürse reel kesimin sağladığı kredilerin 3.9 milyar dolara gerilemiş olduğu görülüyor.
Şubat 2008’deki 30 milyar dolardan, Haziran 2017’deki 3.9 milyar dolara düşüş, özel kesimin dış kredi kanallarının önemli ölçüde tıkandığını söylüyor bize. Hele ki 2009 sonrasında kayda değer bir borç birikimi yapan reel kesimin dış borcu dış borçla çevirme olanaklarının daraldığı açıkça görünüyor bu tablodan.
Benzer tablo bankalarda da görünüyor; bankaların uzun vadeli borç alma ve geri ödeme verileri ilk kez haziranda negatife döndü. Bankalar son 12 aylık dönem itibariyle sağladıkları uzun vadeli kredilerde net ödeyici konuma geçtiler. Çünkü borç kullanımı imkanları daraldı. Bankalar, kısa ve uzun vadeli kredi olarak toplamda bakıldığında; haziranda yıllık 5.1 milyar dolar net ödeme yapmışlar. Bu durum en son, 2009 krizinin çalkantılı günlerinde görülmüştü. Öte yandan bankaların tahvil borçlanmaları da 6.3 milyar dolara çıkmış. Anlaşılıyor ki; kredi kanalları daraldıkça, bankalar tahvil ihraçlarına başvurmuşlar. Ya da başka bir deyişle, kreditörlerin tercihi “uluslararası hukuka tabi” bir borçlanma kanalı olan tahvil piyasası olmuş.
Türkiye’de 2011 sonrasındaki siyasal krizler ile AB değerlerinden ve ufuktaki üyelik olasılığından uzaklaşmaya, değişen dış konjonktür ve de özel olarak ABD’deki para politikasında değişim eklenince yeni bir
Bunu fitilleyen de Kuzey Kore ve ABD arasındaki savaş imalı söz düellosu. Öyle ki Kuzey Kore nereyi vuracağına dair hazırlığın yapıldığını bile ilan etti.
Mali piyasalarda “ip incelmişse” kopuşa bahane çoktur. Nitekim borsaların rekor kırdığı, mali dalgalanma boyunun yerlerde süründüğü bir noktadan, bir gecede işlerin karıştığını görmek zor olmaz. Dalgalanmanın en iyi göstergelerinden biri oynaklık endeksi VIX; 9.5-10 gibi tüm zamanların en düşük seviyesinde seyrederken, çarşambadan sonra hızla patladı. Perşembe kapanışı 16.8 gibi kasım 2106’dan bu yana en yüksek seviyede kapadı. Dalgalanma ağırlıkla hisse senedi piyasalarında belirgin. Her uluslararası bir çatışma ya da belirsizlik durumunda olduğu gibi devlet tahvillerine kayış, o tarafta faiz düşüşü getiriyor. Öyle de oldu. Ancak “yüksek getirili” özel kesim tahvillerinde aynısı olmuyor. Özellikle risk derecesi yüksek tahvillerin faizlerinde yükseliş dikkat çekiyor. Gelişen ülke tahvilleri de bu grupta olduğundan, artan dalgalanmanın bize ulaşması uzak değil.
İktisatçı Rudiger Dornbusch’un krizin seyri konusunda tanımlaması çok yerinde; “Krizlerin gelmesi sandığınızdan çok daha uzun zaman alır; oluşu ise düşündüğünüzden çok daha hızlı olur.”
Çok düşük bir mali piyasa dalgalanması, yatırımcıların risk iştahını güçlendirir. Bu yüzden yatırım tercihlerinde riskli alanlara kaymaktan kaçınmazlar. Kore örneğinde olduğu gibi bir fitil ateşlendiğinde ise riskli varlıklardan uzaklaşma başlar, dalga boyu büyüdükçe panik dozu artar.
Küresel çapta “finansal istikrar” kaygısı ön plana çıkarken, Türkiye “nasıl olsa yerimiz var” diyerek bankacılık sistemini neredeyse cendereye alıyor. Hem de dış alem bilançosunu göz ardı ederek. Bu yılın ilk altı ayında bankalar, devasa boyutta genişletilen Hazine kefaleti ile kabaca 150 milyar kadar bir kredi büyümesi sağladı. Kredi büyümesinin kaynağı TL mevduattan çok, döviz kaynakları oldu. Bu kredi artışına kaynak olabilecek TL mevduat artışı sadece 30 milyar olabildi.
Bankalar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın’ın deyişiyle; bankalar yasal limitleri sonuna kadar kullandı; varını yoğunu krediye döndü. Bu sürecin sonunda BDDK’nın bankaların likidite rasyosunu gevşetmesi bunun en güzel göstergesi. Ama siyasetçiler bankaların bu “hızlı koşusunu” yeterli bulmuyor. “Kredi verin-faiz indirin” baskısı devam ediyor. Ayrıca, bankaların öz kaynak karlılıkları yerine dönemsel kâr artışlarını kamuoyuna işaret ederek “dövmek” haksızlık. Kaldı ki bankalara “kâr patlaması” yapan adımı da hükümet attı; Hazine kefaleti ile kredi garantisi verildi.
Bu da kârlarını artırdı. Küresel dalgalanmanın potansiyel olarak yükseleceği bir döneme bankaları “döverek”, ellerinde avuçlarındakini hem de düşük bir marjla krediye yönlendirerek likidite rasyolarını bile zorlamak iyi oldu mu? Bunun yanıtını zaman gösterecek.
Ancak dün açıklanan ödemeler dengesi verileri ışığında; kısa vadede çoğumuzun
Dalgalanmanın en düşükte olması, yatırımcıları daha da bu oyunun içine çekiyor; dalgalanma düştükçe borsalar rekor kırdı. Amerika’da Dow Jones endeksi yılbaşından bu yana yüzde 12’ye yakın, son bir yılda da yüzde 20’ye yakın arttı; tüm zamanların rekor seviyesine ulaştı. Almanya’da DAX endeksi de haziranda tarihsel rekor gördü. Bugünlerde bir yıl öncesine göre yüzde 14.5 yukarıda. İtalya’da yüzde 30’a yakın, Fransa’da yüzde 16’nın üzerinde artış var. Japonya’da da Nikkei endeksi geçen yıla göre yüzde 20’ye yakın primli.
Bu durum gelişen ülkelere de uzanıyor; Türkiye’de de borsa yılbaşına göre de bir öncesine göre de yüzde 40’a yakın yükselmiş durumda.
Borsalara fazlasıyla prim yapma kapısını açan gelişmelerin başında; küresel büyümede artış, düşük enflasyon, merkez bankalarının gevşek para politikalarından çıkışta “yumuşak” davranacaklarının düşünülmesi, ABD’de kasım ayında seçilerek ocak ayında koltuğa oturan ABD Başkanı Donald Trump’ın pek de öyle vadettiği harcamacı ve faizleri yukarı itecek politikaları hayata geçirebilecek durumda olmadığının görülmesi etkili olan unsurlardan bazıları.
İşte bu tabloda mayıs ve haziran aylarında giderek daha ılımlı bir bakış egemen oldu; borsalar yükselme eğilimine girdi, uzun vadeli faizler de düşmeye başladı yeniden.
Dalgalanma tarihsel düşük seviyeye gerilerken, “riskli varlıklara” yapılan yatırımlar yeniden akmaya başladı. Gelişen ülkelere para akmaya başladı yeniden. Ancak Uluslararası Finans Enstitüsü’nün verilerine bakılırsa Türkiye’ye geçen yıl ilk yarıda 27.5 milyar dolar net sermaye akışı olurken, bu yıl gelen miktar 20.2 milyar dolar olmuş. Bunun da 16.4 milyar doları, küresel iştahın arttığı mayıs ve haziranda geldi. Bunda da hem yukarıdaki küresel tablonun ortaya çıkması, hem de içeride Merkez Bankası yetkililerinin yatırımcılara “hemen faiz indirilmeyeceği” mesajı vermeleri etkili oldu.
Gelişen ülkelerde, bu tabloya ilave olarak enflasyon oranları da 2009 krizi sonrasının en düşük seviyesine düşerek rekor seviyeye geriledi. Bloomberg’in 54 gelişen ülkenin milli gelir büyüklükleri ile ağırlıklandırarak hesapladığı tüketici fiyatları endeksi, haziranda yüzde 3.1’e gerileyerek son 8 yılın en düşüğüne ulaştı. Bu tablo, görece daha düşük enflasyon ve görece daha düşük faiz demek. Ayrıca 2013’te Fed’in piyasaya tahvil alımıyla verdiği parayı kısacağını ve bunun para politikası normalleşmesinin başlangıcı olacağının anlaşıldığı, gelişen ülkelerde kur şoklarının yaşandığı “Taper Tantrum” dönemi sonrasının en düşük enflasyonu olduğunu not edelim.
Büyüme söz konusu olunca o çok övündüğümüz G20 ve OECD sıralamalarına bakınca enflasyon şampiyonluğumuzdan bahsetmeden olmaz. G20, küresel ekonomilerin büyüklüğe göre ilk 20’si demek. G20 ülkelerinin milli gelirleri ile ağırlıklandırılmış ortalama enflasyonu haziran ayında yüzde 2’ye gerilemiş durumda. 2010 ekim ayından bu yana en düşük seviye. Peki G20’nin enflasyon birincisi kim? Tabii ki Türkiye; yüzde 10.9 ile. Oysa bizim gibi gelişen ülkelerden en yakın ‘rakibimiz’ yüzde 6.3’le Meksika. Onu yüzde 5’le Güney Afrika, yüzde 4.4’le Rusya ve Endonezya izliyor.
2013 nisanında
Harcamalarının neredeyse üçte biri ile dörtte biri arasında gıdaya giden en yoksul yüzde 40’lık kesime ödetilen bedel de yüksek olmaya devam ediyor; enflasyon ve bunun içinde de gıda fiyat artışları kanalıyla. Son 6 ayda yüzde 12’ye dayanan genel enflasyonun, yüzde 17.4’e vuran yıllık gıda fiyat artışının en çok hasarı yoksula oluyor.
Enflasyon artıyor; “sebep gıda fiyat artışı” deniliyor. Gıda fiyatı artışında kur artışının etkisi daha düşük bir sesle söyleniyor. Çok da konuşulmayan şu; faizleri zamanında arttırmayıp kurun yükselişini seyretme ve devamında fiyatlama davranışındaki bozulma gibi faktörler var.
Temmuz enflasyonunda sorunlar ortaya dökülmeye başladı; gıda fiyatları düşüyor derken, enflasyonun çekirdeğinde yeniden bir artış eğilimi baş gösterdi. Enerji, gıda, alkollü ve alkolsüz içecekler ile altın fiyatları dışarıda tutularak hesaplanan çekirdek enflasyon (C) yüzde 9.2’lik bir yıllık artıştan yüzde 9.6’a yükseldi. Geçen yılki değerlere bakarak, yükselmeye devam etmesi güçlü olasılık.
İmalat sektörü fiyatlarındaki artış ise düşüşün ardından yeniden yükseldi; yıllık yüzde 17.7’de.
Bu durumda, enflasyon için en iyimser olunan ayda işler karıştı. Turnusol gibi ortaya çıktı ki imalat ve hizmet sektöründe yükseliş var, çekirdek enflasyon da yükseliyor. Hani o çok tekrarlanan haliyle, sanki gökten geliyormuş gibi dışsallaştırılan, günahı ‘bir takım spekülatörlere’ zimmetlenen gıda fiyatları temmuzda gerilerken, çekirdek enflasyon ve üretici fiyatları arttı. Buna ne bahane bulacağız?
Gıda fiyatlarında binde 9’a yakın bir düşüş var; yıllık artış da yüzde 9.9’a gerilemiş durumda. Bu da genel fiyat endeksi olan TÜFE’nin yüzde 9.9’a gerilemesini sağlayan önemli bir etken oldu. Ancak bu düşüş olasılıkla son buldu. Geçtiğimiz yılki gıda fiyat düşüşlerinin olduğu bir baz üzerinden gideceğimiz için, bu yıl örneğin ağustosta; geçen yılki yüzde 2’lik bir düşüşten uzak bir gıda fiyat düşüşü olursa yıllık artış yükselecek.
Merkez Bankası da yayınladığı teknik notta düşüşün gıda kaynaklı olduğuna işaret ediyor. Gıda içinde de taze meyve ve sebze fiyatlarındaki düşüş etkili oldu. Bekleniyordu da. Ancak, hizmet sektöründeki enflasyon artışı altı alt gruplar geneline yayılarak sürmüş. Merkez Bankası, çekirdek enflasyondaki artışı da “sınırlı bir yükseliş” olarak kayda almış.
Ancak olasılıkla birkaç ay içinde çekirdek enflasyon, Haziran 2005’ten beri ilk defa yeniden çift haneye vuracak. Yani enflasyon hedefinin iki katına.
Her 4 yılda bir olduğu gibi, içinde merkezi hükümetten 3 üye, yerel yönetimden 2 üye ile çoğunluğu oluşturan takdir komisyonları, emlak rayiç değerlerini arttırdı. Birçok yerleşim yerinde itirazlar yükseldi.
Rayiç değerlerin 3-4 kat arttırıldığı çok belde var. Özellikle de İstanbul’da birçok beldede konut sahiplerinden haklı olarak itirazlar yükseldi, davalar açılıyor. Örneğin; Beşiktaş’ta benim oturduğum mahallede rayiç artışı 2014’e göre 4.2 kat, 2017’de yeniden değerleme ile otomatik olarak ulaştığı rayice göre ise 3.8 kat oldu. Ödenecek vergi de 3.8 kat artmış oldu. Kabaca yıllık 1000 TL’lik bir emlak vergisi, 3800 TL’ye çıkacak.
Oysa en son ayarlamanın yapıldığı 2014’ten bu yana 3.5 yıldaki birikimli enflasyon artışı yüzde 25 oldu. Kaldı ki konut fiyat artışlarında, Mayıs 2013-Mayıs 2017 arası dönemde Merkez Bankası’nın konut fiyat endekslerine göre; yeni konutlarda 4 yıllık birikimli artış yüzde 95.5, yeni olmayan konutlarda ise artış oranı yüzde 100 olarak ölçülmüş. Yüzde 300 artışı gerektirecek bir değer artışı yok. Artışın en çok yapıldığı Beşiktaş ilçesinde, konut metrekare fiyatlarındaki artış da bu rayiç artışını desteklemiyor. İstanbul Gayrimenkul Değerleme ve Danışmanlık Yönetici Ortağı Ahmet Büyükduman; Beşiktaş’ta, orta gelir grubunun ikamet ettiği, son 10 yılda mevcut yapı stokunun değişiklik göstermediği, önemli bir imar değişikliğinin ve kent içindeki nispi konumunu değiştirecek ulaşım yatırımının bulunmadığı merkezi semtlerde apartman daireleri için ortalama metrekare birim fiyatlarının gelişiminin, yıl ortası değeri olarak bakıldığında son 4 yılda yüzde 73 arttığına işaret ediyor. Son 10 yıllık artış ise toplam yüzde 231.
Belediyeler ile merkezi hükümeti ‘güç birliğine’ getiren sessiz bir mutabakat tam da bu rayiç değerler üzerinde oluyor. Bu rayiç değerler üzerinden alım ve satım vergileri alındığından merkezi hükümete giden gelirler yükseliyor, rayiç değer yıllık emlak vergisine esas alındığı için belediye gelirleri artıyor. Merkezi hükümeti rahatsız etmiyor; çünkü bu ölçüsüz artışlara dair haberler “Beyaz Türklerin” olduğu yerlerden, çoğu CHP’li belediyelerin olduğu yerlerden.
Asıl sorun tam da burada; Türkiye’de vergi reformu yapılamadığı için taraflar “yan yolcu” politika üzerinden sessizce mutabakata varıyor. Hükümet reform yapıp kendi seçmenini rahatsız etmek istemiyor, ama merkezi bütçeye akacak, gelir gelecek artışlara da ses etmiyor.
Sorulsa; “Ama rayiç değerler de piyasa değerinin çok altında hâlâ” savunması rafta bekliyor. İyi de, kayıt dışılığın ve siyasetçinin yapamadığı vergi reformunun faturası konut sahipliği üzerinden mi çıkarılacak?
Malum, artmış hali ile de olsa emlak rayiç değerleri, konut piyasasında gerçek alım satım değerlerinin çok altında. Tapu kayıtları ve alım satımla el değiştirme işlemleri, normal koşullarda piyasa değeri üzerinden kayda girmeli. Hatta bankalar üzerinden ödeme şartı getirilmeli. Bunun için de bir geçiş içeren reforma ihtiyaç var. Alan ya da satan, rant değerindeki artışın “piyasa koşullarında” vergisini ödemeli.
Merkezde ya da yerelde siyasetçiler bu tabloyu seyrediyor; herkes kayıt dışından şikayetçi ama kimse reformdan bahsetmiyor. Tersine bu boşluğun
Tek önemli fark, Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu’na (PPK) bankanın yönetim kurulu sayılan Banka Meclisi’nden atanması gereken üye belli olmuş. PPK’nın yeni üyesi; nisanda yapılan genel kurulda Banka Meclisi üyeliğine atanan maliye kökenli Ömer Duman toplantıya katılmış.
Merkez Bankası aslında, bir sonraki toplantı tarihi olan 14 Eylül’e kadar “durumu idare” etme kararı vermiş oldu. “Durumu idare” de şu; gelişmiş merkez bankalarının “etli butlu” karar alma arifesinde yön çizen adım atmamak, ‘sıcak parayı’ ürkütmemek.
Malum önceki gün ABD Merkez Bankası Fed’in toplantısı sonrasında faiz değiştirilmedi; ama artık bundan çok daha önem kazanan bilanço küçültülmesi ile ilgili bir ipucu verildi. Bilanço normalleşmesi olarak adlandırılan bu küçültmeye “görece yakında” başlanacağı vurgusu yapıldı.
Bunun anlamı şu; Fed mealen diyor ki eylül ayında ilan ederim, ekimde başlarım.
İşte bu tablo; bizim gibi ülkelere kısa vadeli sermaye akışı sağlayan, “carry trade” olarak adlandırılan “görece çok düşük faizli paraların borçlanılarak, yüksek faizli paralara çevrilerek orada tutulması” piyasa oyununun eylüle kadar sürmesi demek.
7 Eylül’de Avrupa Merkez Bankası, 20 Eylül’de ise Fed’in toplantısında piyasaları etkileyecek kararlar çıkması muhtemel. Merkez Bankası toplantısı da tam ikisinin ortasında.
İşte Merkez Bankası da “carry trade” için gelen sermayenin tadını, rahatını kaçırmak istemiyor.
Bir nevi
Sonra, yapılan ilk kabine toplantısı sonrasında önceki gün açıklandı ki; yetki “ekonomi koordinasyonu ve bankalar” olarak belirlenmiş. Ancak TMSF ve en önemlisi yeni kurulan Türkiye Varlık Fonu, Bakan Şimşek’in etki alanında değil. Bu yazının yazıldığı an itibariyle SPK ve BDDK’nın kime bağlı olduğu belli değildi. İki büyük kamu bankası Bakan Şimşek’in yönetiminde ama hisseleri Varlık Fonu’nda. Bir nevi; davul başkasında, tokmak başkasında durumu devam ediyor.
“Ekonomide tek yetkili” denilmediği, sadece “ekonomi koordinasyonu” denildiği, ayrıca Şimşek’in uluslararası finans alanında saygınlığı olsa da karar verme mekanizmalarında elinin rahat olmadığı, “kabinedeki teknisyen” haline geldiği düşüncesi giderek kabul görüyor. Piyasalardaki tepkisizlik de bunun bir işareti; “değişen bir şey olmadı” havası.
Sessiz bir poker oynanıyor. Bir tarafında, kabine oluşumunda siyasi alandan piyasalara “Şimşek hâlâ kabinede” eli oynanırken, diğer tarafta piyasalar “Şimşek orada, ama etkili değil” diye düşünüyor ama bunu seslendirmiyor. Taraflar görünümü bozmuyor, ama orta vadede fiyatlara yansıyor.
İşler iyi giderken risklere ve uyarılara sesini çıkarmayan özel kesim ve piyasalar, işlerin bozulduğu ya da bozulacağı görülünce kabinede “akil adam” arayışına giriyor.
Bakan Şimşek kabinde yer alıyor olsa da, fiilen yönetme açısından uzunca bir süredir “yedek kulübede”. Kabine değişimi öncesinde “yarım yetkili” hali ile de bakıldığında, Bakan Şimşek’in kendi yönetim alanında kaç yüksek bürokratı kendi inisiyatifi ile atayabildiği konusunda tereddüt yok. Teknisyen Şimşek’in özel kesimde olsaydı işe alınmasına itiraz edeceği ya da tereddüt göstereceği yüksek bürokratların atama kararlarında, siyasetçi Şimşek’in imzası var.
Fazlası, Şimşek’in kendi yönetim alanındaki boş kadrolar bunun örneği. Hazine’de 7 ana hizmet birimi genel müdürlükten 6’sı vekaleten yürütülüyor. Merkez Bankası’nda bir başkan yardımcısı pozisyonu boş. Oysa Şimşek’in atadığı müsteşar, bu boş kadroları asaleten doldurmak yerine, Merkez Bankası Denetleme Kurulu’ndaki Hazine kontenjanı üyeliğine kendisini atayıvermişti. Hatta bunun “uygun bir atama olmadığını” yazdığımda, “bu atama yasal” diyerek tekzip de yollamıştı da; “yasal ama etik değil” diye yanıtlamıştım.
Temel bir makroekonomik politika çerçevesi tutturulup, bunun kabinede uyumlu biçimde yürütülmesi ve seslendirilmesini sağlayacak mı? Bu yoldan çıkalı çok oldu. Artık ekonomi politikasının bütünlüklü değil, gidişata göre değişen “politik öncelikleri” var. Bürokrasi de bu dalganın içinde savruluyor. Şimdi Bakan Şimşek’in yapabileceği en iyi şey; önceki kabinede kimi bakanların piyasa koşullarında bozulma riski yaratan faiz zorlaması gibi “kör gözüm parmağına” popülist girişimlere, savrulmalara fırsat bırakmamasıdır.
Şimşek’i bekleyen zorluk, küresel koşullardaki “yokuşla” beraber içerideki zorlukların artması olacak. Bürokrasideki bu zayıf ekiple Şimşek’in zorlu sularda kaptanlık yapması zor.