Almanya, Türkiye ile kabaca 35 milyar dolarlık bir ticaret hacmine sahip. 2005’ten bu yana Türkiye’de yapılan doğrudan yatırım miktarı ise 8.7 milyar dolar. En yüksek döneminde 5.5 milyon turist gönderen bir ülke.
Peki nedir Türkiye’nin risk alanları?
Almanya, özel kesime yasak ya da ambargo gibi doğrudan ekonomik kısıtlama adımları yerine, olasılıkla önce savunma gibi siyasi kararla ihraç ettiği ürünleri kısıtlayacak görünüyor. Ekonomik ve ticari alandaki adımlar, özel kesime yasak koyma biçiminde olmayacaktır. Ancak “sinyal etkisi”, sadece Alman iş kesimine ve yurttaşlarına değil Avrupa ve hatta Japonya’ya uzanan bir coğrafyada etkili olabilir. Asıl, Almanya tutumunu Avrupa Komisyonu’na taşırsa ve de benimsenirse en başta, hali hazırda Türkiye’ye 9.5 milyar Euro’luk fon sağlamış olan Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile Avrupa Yatırım Bankası (EIB) gibi kurumların fonlarının akışına blokajlar söz konusu olabilir.
Alman yetkililerden gelen açıklamalarda üç ana nokta beliriyor; seyahat uyarısıyla turizm, ihracat garantisi musluğunun kapanması ya da azaltılmasıyla dış ticaret, yatırım kredilerinin kesilmesiyle doğrudan yatırımlar.
İhracat ve yatırım garantisi altında Almanya’nın kendi şirketlerine Türkiye için sağladığı hükümet imkanı, 2016 sonu itibariyle 8.9 milyar Euro görünüyor. Bu mevcut stok. 2015’te Türkiye’ye sağlanan ilave imkan 2.1 milyar Euro olurken, 2016’da düşürülmüş: 1.1 milyar Euro. Almanya’dan ithalat yapacak Türk şirketlere sağlanan Hermes kredilerinin azaltıldığı zaten konuşuluyordu. İlave yeni imkanların sağlanmaması, mevcut stoktan kısa vadeli olanların da azaltılması ya da yenilenmemesi; hem finansal açıdan hem de Türkiye’deki yatırımların hayata geçmesi açsısından daraltıcı olabilir.
Ne Almanya’dan ne de Türkiye’den tek taraflı ya da karşılıklı olarak “karşı taraftan mal almama” çağrısı ya da önlemi geleceğini sanmıyorum. Hiçbir taraf karşı tarafa zarar vereyim derken sonuçta kendisine zarar verecek adım atmak istemez. Bu yüzden, ihracat ve ithalatta mevcut koşullarda pek değişiklik beklenmemeli. Almanya’dan yıllık 19.4 milyar Euro’luk ithalat yaparken, 12.7 milyar Euro’luk ihracat yapıyoruz. İthalatımızın kabaca yüzde 45’i makine ve araçlardan oluşuyor.
Asıl hikaye “yan yollarda”; nakit finansal imkanlarda. Doğrudan değil, ama Almanya’nın güçlü olduğu Türkiye’nin de görece zayıf olduğu alanlarda risk var. “Yan yollar” da; açık bir yasaklama yapmadan, Türkiye’ye gidenlere ve iş yapanlara, kredi imkanı sağlayan özel kesime “telkinde bulunmak” olabilir.
Turizmde zaten var olan kanamanın hızlanması olasılık dahilinde. Yasak koymadan ama sıklaşan ve tedirginlik dozu olan seyahat uyarıları Alman turist girişlerini aşağı çekebilir. Avrupa’daki IŞİD saldırılarının başlaması ve Türkiye’deki bombalı terör saldırıları sonrasında başlayan düşüş, referandum öncesindeki Hollanda ve Almanya gerilimi ile hızlanmıştı. Bu devam edecektir. Nitekim “Türkiye’ye kısa süreli seyahatlerde adınızı konsolosluklara yazdırın” çağrısı yapıldı. 2015 Mayıs’ında son 12 aylık dönemde 5.4 milyon Alman turist gelirken, 2016 mayısında 3.6 milyona düştü. Bu düşüş hızlanabilir. Doğrudan yatırımlarda ise; Almanya’da yerleşik kişi ve şirketlerin Türkiye’deki doğrudan yatırımlardaki payı yüzde 5 civarında. Son iki yılda Almanya’dan gelen doğrudan yatırım ortalama 450 milyon dolar seviyesinde. Buradan “yaralayıcı” bir etki potansiyel olmasa da, “sinyal etkisi” gölgeler.
Önceki gün açıklanan bütçe sonuçlarına göre; geçen yıl ilk 6 ayda 1.1 milyar fazla veren bütçe, bu yıl 25.2 milyar TL açık vermiş.
Bu hızlı açık büyümesine ilk yapılan açıklama; özellikle istihdam konusunda verilen teşvikler, ertelemeler ve vergi indirimleri. Ekonomiyi canlandırma ve istihdam teşviklerinin bütçeye maliyetinin kabaca 11.9 milyar TL olduğunu ifade eden Maliye Bakanı Naci Ağbal, bunun “kontrollü ve geçici” olduğunu savunuyor.
Peki bütçe sayıları ne diyor?
6 ayda 25 milyar TL’lik bütçe açığının özeti şöyle harcamalar 50.6 milyar TL artarken, gelirler 24.2 milyar artmış. Yeniden hatırlayalım; önlemlerin bütçeye etkisi 11.9 milyar TL.
Bütçeye harcamalar ve gelirler kalemlerine ayrı ayrı bakıldığında “önlem aldık bu yüzden bütçe açıldı” söylemi tam doğrulanmıyor. Altı aylık faiz dışı harcama artışı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 20. İstihdam ve diğer teşvikleri için verilen kabaca 12 milyar TL düşülse de, yine yüzde 15 artmış durumda. Enflasyonu düşerek baksanız yine yüzde 4-5 reel bir artış var. Kalem kalem bakıldığında referandum için yapılan harcamalar, hane halkına yapılan transferler, çeşitli ödemeler görülebiliyor.
ASIL HİKÂYE GELİRLERDE
Asıl bütçe hikâyesi gelirler tarafında. Altı aylık bütçe gelir artışı, önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 8.8 artmış, vergi gelirleri ise yüzde 13.6 artmış. Yurtiçi satışların göstergesi olan KDV ve ÖTV toplam tahsilatı ise yüzde 9.8 artmış.
İlk 6 aylık dönemde ortalama yıllık enflasyonun yüzde 11’e yakın olduğunu hesaba katarsanız; haziran ayında son 12 aylık bütçe gelirinin reel artışı sıfır. Oysa geçen yıl aynı dönemdeki son 12 aylık bütçe geliri reel artışı yüzde 7’ye yakındı.
Ülkedeki fon arz ve talebine bakarsınız değil mi? “Kim ne kadar fon kullandı, bunun kaynağı nereden?” diye. Neden-sonuç ilişkisine bakarsınız. Hele ki bu sonucu yaratan neden, bizatihi sizin ‘düğmeye bastığınız’ iktisat politikası ise sonuçlarını da ta başından kestiriyor olmanız beklenir. İstanbul’da bankacıları toplayarak ‘faiz tembihi’ yapan bakanların, üç kamu bankası genel müdürü ve Hazine Müsteşarı ile toplanması ‘faiz sorununu’ çözerdi.
Ne olduğuna bakalım; en başta Hazine, yılın ilk altı ayında yurtiçi borçlanmasını geçen yılın aynı dönemine göre iki kat artırdı. Peki bankacılık sisteminde ne oldu? Bankacılık sisteminde de BDDK verilerine göre yılın ilk altı ayında, yılbaşına göre TL mevduat 42 milyar TL artarken, TL krediler 172 milyar TL artmış. Döviz mevduatının ise 26.7 milyar dolar arttığı, döviz kredilerinin ise sadece 4.2 milyar dolar arttığı görülüyor.
Sektör öz kaynakları 38.7 milyar TL artarken, yabancı bankalardan alınan borçlar ise sadece 11.7 milyar TL artabilmiş. Dış kaynak penceresinin ne kadar daraldığının da iyi bir göstergesi bu.
Bankacılıkta toplam mevduat 134.7 milyar TL artarken, toplam krediler ise 186.5 milyar TL artmış. Özeti şu; mevduat-kredi boşluğu büyümüş. Böyle bir duruma Hazine’nin de rakip olarak gelip ilave fon borçlandığı hesaba katılırsa “Faizler neden arttı?” diye sormak eşyanın tabiatına aykırı.
Bitmedi; asıl soru, “Mevduatı kim daha fazla topladı, kim krediyi daha fazla verdi?” açısından da sorulursa başka bir tablo daha ortaya çıkar. O da sermaye sahipliği açısından bakmak.
Kamu bankaları, yılın ilk altı ayındaki TL mevduat artışının yüzde 76’sını, toplam mevduatın ise yüzde 42’sini toplarken; TL kredilerdeki artışın yüzde 43’ünü, toplam kredilerdeki artışın da yüzde 42’sini veren taraf olmuş.
Bankacılık sisteminde 3 kamu sermayeli banka var; bu 3 bankanın, bankacılık sistemindeki bilanço payı, Türkiye Bankalar Birliği’nin 2016 sonu verileri itibariyle yüzde 30’da. Özel ve yabancı bankaların payı toplamda yüzde 60, katılım bankalarının da yüzde 5 civarında.
Veriler bize kamu bankalarının, kendi sektör paylarının ötesinde bir kredi ve mevduat artışı yaptığını söylüyor. Kamu bankaları kendi sektör paylarının üzerinde kabaca 23 milyar TL daha fazla kredi vermişler. Buna kaynak sağlamak için topladıkları ilave mevduat ise 16 milyar TL daha fazla olmuş.
Bunun tablosu, Dünya Bankası’nın önceki gün yayımladığı “Savaşın Bedeli” (The Tall of War) başlıklı Suriye raporunda fazlasıyla yer alıyor.
Savaşın, etkileri açısından birkaç boyutu var; can kayıpları ve demografik çözülme, fiziksel yıkım, ekonomik sonuçları ve insani gelişim açısından sonuçları.
Raporda Suriye’de 2011 yazında başlayan savaşta en az 400-470 bin kişinin yaşamını kaybettiğini, 2010’daki nüfusun yarısının da yer değiştirmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor.
Savaş öncesindeki Suriye ekonomisi 2010’da; petrol dışı sektörlerin öncülüğünde 2000-2010 arasında yıllık yüzde 4.3 büyüyen bir ekonomi iken; enflasyonu da yüzde 5’in altında imiş. Ama kapsayıcı, şeffaf ve sivil özgürlüklerin olduğu bir ekonomi değil. Yolsuzluğun yüksek ve kamusal kurumlara olan güvenin düşük olduğu bir ekonomi.
Raporda, konut stokunun yüzde 7’sinin tamamen, yüzde 20’sininin kısmen hasar gördüğü anlatılıyor. Ekonomideki kayıp ise devasa: Savaş başlamadan önceki 2010’daki 60 milyar dolarlık milli gelirin, 2016’ya gelindiğinde yüzde 63 küçüldüğü tahmin ediliyor. 2016’daki GSYH ise yaklaşık 15 milyar dolar tahmin ediliyor.
2011-2016 arasında ekonomide birikimli milli gelir kaybının ise 226 milyar dolar olduğu hesaplanmış. Bu büyüklük, 2010’daki Suriye gayri safi milli hasılasının (GSYH) tam 4 katı demek.
Ekonomide gelir çöküşünün nedeni de; ekonomik organizasyonun, işleyişlerin ve bağlantıların çökmesi. Rapor, çatışmaların sadece yaşamları sona erdirmesi ve üretim araçlarının yıkımını değil aynı zamanda ekonomik bağlantıları çözerken, üretimi teşvik eden unsurları körelttiğini, ekonomik ve toplumsal bağlantı ağlarını ve tedarik zincirini koparttığını vurguluyor.
Rapor, demografik açıdan Suriye’de yaşanan zoraki yerinden edilmenin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyüğü olduğuna işaret ederek; 2010’da 20.7 milyon nüfusu olan Suriye’de 400-470 bin kişinin yaşamını yitirdiği, 5.7 milyon kişinin ülke içinde yerinden edildiğini, 4.8 milyon kişinin de sığınmacı olarak başta Türkiye (2.8 milyon) olmak üzere çevre ülkelerde bulunduğunu, 884 bin kişinin de iltica ederek Avrupa’ya gittiğini not ediyor.
Merkez Bankası önceki gün ve dün bazı bankaların fon yönetiminden sorumlu yöneticilerini Ankara’ya çağırıp konuştu. Bugün de Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, BDDK ev sahipliğinde İstanbul’da banka genel müdürleri ile görüşecek.
Peki ne oluyor?
“Kırmızı Pazartesi” gibi herkes farkında ki; bayram öncesi Cumhurbaşkanı’nın “faiz konusuna müdahale edeceğiz” demesinin ardından, Başbakan da “ya adam gibi makul bir faiz oranını benimsersiniz, yahut biz bunun tedbirini alırız” demişti. Bayram tatili sonunda, kimi gazetelerde “Merkez devreye girecek” türü haberler yer almıştı. Bankaların çağrılması bu gelişmelerin arkasına geldi.
Merkez Bankası’na çağrılan bankacılarla yapılan görüşmelerin odak noktası şu; Merkez Bankası salı günü 5-6 bankayı arayarak, bankaların fon yönetiminden sorumlu yöneticileri ile çarşamba ve perşembe günleri Ankara’ya çağırıyor ve görüşmeler yapıyor.
Görüşmenin konusu da bankaların TL mevduat olarak topladıkları ama TL-döviz takası (swap) işlemleriyle döviz mevduat hesabı olarak deftere kaydettikleri işlemler. Bankalara, bu işlemlerin “swap” yaparak değil normal TL mevduat olarak kayda geçirilmesini gayet yumuşak bir dille “tavsiye ediyorlar”. Yani banka ve müşterisi arasında aslında TL mevduat getiri oranı üzerinden anlaşılan ama bankanın nihai kayıtlarında döviz hesabı olarak duran tasarrufların, normal vadeli TL mevduat olarak yapılması isteniyor.
Amaç da şu; “swap işlemleri ile daha yüksek faiz veriliyor” düşüncesi var, bunun engellenmesi ile görece yüksek faizi aşağı çekeriz kestirmeciliği.
Peki ne olacak? Swap işlemi ile dövize çevrili duran ama aslında TL mevduat olan işlemler, yeniden TL mevduat olarak yapılmaya başlanırsa fiili faiz oranının 30-50 baz puan daha düşük olması söz konusu olacak. Bankaların bu tarz, arkasında TL mevduat işlemi olan “swap” işlemlerinin tahmini ağırlığına bakılırsa bunun hiç işe yaramayacağını peşinin kabul etmeli Ankara’dakiler. Asıl, bankacıları çağırarak yaratılan “atılan taş” ile “vurulan kuş” dengesinde, yarattığı çalkantı daha maliyetli.
En fazla şu sağlanabilir; bu işlemler nihai olarak döviz mevduatı olarak kaydedildiği için, tasarrufçunun varlık dolarizasyonunun ölçümü konusundaki perdeleme ortadan kalkar.
Bu yıl gıdada ilk dört ayda yüzde 11’lik bir artış ‘sofraya dokununca’ Ankara’da alarm zilleri çaldı. Yıllık yüzde 5 enflasyon hedefi olan bir ülkede, gıda fiyatları ilk altı ayda yüzde 8.9 artmış durumda. İşlenmemiş gıda fiyatlarında 6 aylık artış yüzde 12.6’da. Sebze ve meyvede yüzde 17.5’luk artış var. Ekmek ve tahılda yüzde 5.4’lük bir artış. Et fiyatları da el yakıyor; altı aylık artış dana etinde yüzde 11.3, koyun etinde yüzde 25.4, tavuk etinde ise yüzde 20.9 olmuş.
Bu artış oranları TÜİK’in tüm Türkiye’den derlediği ortalama fiyatlar üzerinden hesaplandı. İlk 6 ayda uluslararası pazarlardaki dana eti fiyatında kabaca yüzde 5, koyun etinde yüzde 10 artış olduğu, tavuk etinde de hiç artış olmadığı dikkate alınırsa içerideki artışın kur, maliyet ve arz sorunlarından kaynaklandığı görülür. Belki de en önemlisi son dönemdeki fiyatlama davranışındaki bozulmanın de etkisi hesaba katılmalı.
Son iki ayda gıda fiyatlarında, aşırı yükseldiği yerden biraz düşüş olmasına karşın, eğilim hala güçlü; TÜİK’in enflasyonu ölçtüğü 414 kalemlik madde fiyatları içinde 113’ü gıda fiyatlarına ait. Haziran ayında 113 kalem gıda ürününde fiyatı artanların sayısı 50 (yüzde 44) . Bu geçen yılın haziranında 43 kalem idi.
Normal koşullarda böyle bir ekonomide, ekonomi politikasını yönetenler iki soru sorar; birincisi, bu anomali makro ekonomik politikanın bir sonucu mu? İkincisi de, “yapısal bir sorun mu var?”. Ancak bizde şöyle oluyor; önce ülkemiz insanının hemen satın alabileceği bir söylemle “bir takım stokçular ve spekülatörler” söylemi ile muğlak bir “düşman” yaratılarak, politika yetersizliğine “şal örtülür” ve sorunun kaynağı dışsallaştırılır. Tüm bunlara rağmen et fiyatları hala yüzde 25 artıyorsa; et ithalatı kapısını açılarak fiyatı ucuzlatma ‘pansumanı’ yapılır. Makro politika, tedarik, lojistik ve dağıtım kanallarına dair yapısal önlem çabası, reform önde değildir.
Asıl önemlisi, döviz kurunu frenlemek için Merkez Bankası’nın elindeki en önemli silahı TL faizini kullandırmamak için her türlü çaba gösterildiği için; kur doludizgin yükselir ve akaryakıttan başlayarak, her kesimde olduğu gibi sonuçta hayvancılık yapanın da, et üretimi ve dağıtımı yapan firmaların da maliyetlerini artıyor.
Fiyatı aşırı yükselen ürün grubunda ithalat musluğunu açmak geçici bir çözüm olsa da, Türkiye’de ikide bir başvurulan bir araç halini aldı. En son da Haziran sonunda buğday, arpa ve mısır ile canlı hayvan ve karkas et ithalatında gümrük vergileri düşürüldü.
Şimdi sezonda henüz mahsul alınmadan buğday, arpa ve mısır için ithalat kapısı açıldı. Gözetimli ithalat yolu ile buğdayda 200 dolarlık bir tavan oluşturuldu. Gümrük vergisi ile hesaba katılırsa; bu yolla ithalat yaparak iç pazara ürün arzı sağlamak henüz hala pahalı. Ancak, tüccar ve çiftçi için “Demokles’in kılıcı” olarak orada duruyor. İç pazarda fiyatlar yükselirse ithalat fiyatına yaklaştığında buğday ithalatı tetiklenecek. Her şeyin normal olduğu bir ekonomide böyle bir mekanizma “supap” gibi çalışabilir. Ancak arz sorunu olan, üretim maliyetleri döviz kuru kanalıyla tetiklenen, dağıtım kanallarında sorunları olan bir ülkede, ikide bir “ithalat supabı” ile fiyat artışlarının önüne geçmek zor. Tersine böyle sık ve zamansız kullanıldığında üreticiyi üretim kanalından, tüccarı dağıtım kanalından uzaklaştıracak bir araç. Unutmayalım; iç pazarda fiyatları dizginlemek için belirlenen gözetimli ithalat birim değerleri de dolar bazında belirlendi. Dolayısıyla, kur arttıkça bizatihi gözetimli ithalat fiyatının TL değeri de yükselecek; bu da tahıl fiyatlarını yukarı çekecek.
Son 10 yıldaki gıda fiyatları tartışmalarına bakınca; sorunun temeline bakmadan, kısa vadede ‘pansuman’ olan ama orta vadede sorunu daha da kökleştiren çözümler gibi, bu deneyin de; son ithalat gevşetme kararının, orta vadede sorunu çözmeyeceğini yaşayarak göreceğiz. Ama şurası gerçek, makro ekonomik tabloda Türkiye’ye gelen fonlar kurudukça ki gidişat öyle; izleyen dönemlerde kur yükselmeye devam edecek, sofranın tadı kaçacak, gıda fiyatları yükselecek.
SON bir yılda hızla yaşamımıza giren büyük projeler var. Adları Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim gibi tarihsel isimler. Ama bu projeler, vergi mükelleflerine yılda birer “Yunus Emre”ye mal oluyor. Bakın nasıl? Anlatayım.
Siyasetçiler bu projeleri seçmenlerine hizmet olarak sunarak oy almak istiyorlar, ekonomistler de bu projelerin ekonomiye sağlayacağı dışsallığı tartışıyor. Ama en önemlisi vergi mükelleflerini ilgilendiriyor; böyle projelerin hayata geçirilmesinde uygulanan yöntem ve ölçek nedeniyle oluşan ‘koşullu yükümlülüklerden’ dolayı.
Koşullu yükümlülük şu; devlet özel kesime “sen bu köprüyü yap ve işlet, bu köprüden yeterince geçen olmazsa ben ödeyeceğim” diyor ve bu sayının ne olduğu, ücretin ne olacağı sözleşmeye bağlanıyor. Uzun bir sürenin sonunda da bu altyapı işletmeleri devlete devrediliyor. Bu tür projelere “Kamu Özel İşbirliği” (KÖİ) deniliyor.
FARKI DEVLETTEN
Son bir yılda üç büyük proje; Osmangazi Köprüsü Temmuz 2016’da, Yavuz Sultan Selim Köprüsü (YSS) Ağustos 2016’da ve Avrasya Tüneli de Aralık 2016’da olmak üzere bitirilerek işletmeye açıldı. Sözleşme gereği de, devletçe verilen geçiş taahhütlerine ilişkin ‘sayaç’ çalışmaya başladı.
Bugün birinci yılını dolduran Osmangazi Köprüsü’nde, 89 TL’lik ücret açılıştan bir süre sonra geçişleri teşvik etmek için indirilmişti. Sözleşmeye göre devletçe taahhüt edilen KDV hariç 142 TL olması gereken tek yönlü otomobil geçiş ücreti 65.65 TL’ye düşürülse de bu indirim işletmeciyi pek de ilgilendirmiyor. İşletmeci, taahhüt edilen 40 bin araçtan eksik geçen araç başına 142 TL’yi, geçen araç başına ise aldığı 65 TL ile sözleşmedeki 142 TL arasındaki farkı devletten alıyor.
“Üçüncü köprü”
Ama bunun nasıl olacağı sır. Siyasetçisinden oda başkanına herkes faiz düşsün istiyor; ama kimse bunun için kamunun tasarrufunu artırma, enflasyonu düşürme, hukuku tesis edip ülkeye uzun vadeli kaynak girişi sağlanması gereğinden bahsetmiyor.
Bankalar kamunun kredi garantisi şemsiyesi altında, altı ayda yüzde 15’e yakın kredi genişlemesi yapıp, aynı miktarda TL mevduat sağlayamadıklarından; mevduat faizi de kredi faizi de yükseliyor. Açık dışarıdan yapılan kısa vadeli döviz-TL swapları ile kapatılıyor. Bu da, dışarıdaki bankaların kredi memurlarının ülke riski ‘makasına’ bağlı.
İşte bu yüzden; faiz konusundaki yapılan çıkışlar giderek ilginç hale geldi. Son 10 yılda Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 40’ı kadar kredi büyümesi yapan Türkiye özel kesimi için geri ödeme çanları çalıyor.
Türkiye, bu kadar rekor yüksek bir kredi artışında, gelişen ülkeler içinde Çin’den sonra ikinci sırada geliyor. Hep söylenen risk kapımızda; yüksek bir borç geri ödeme servisi ile görece düşük hasılat (ekonomik büyüme) özel kesime yokuş etkisi yaratıyor. İlk şikayet hemen faiz oranı. Ama genel faiz seviyesinden şikayet eden iş kesiminin temsilcileri ise enflasyonun seviyesinden hiç konuşmuyorlar.