Ressam Uğur Mine Tamay’ın “Mühr-ü Şerif” konulu sergisi 19 Nisan Cuma günü Galeri Valör’de (Hilal Mah.) açılacak. Yorumlamak yerine, sanatçının bu sergiyle neyi anlatmak istediğini kendisiyle konuşmayı daha doğru buldum.
- Eserlerinizde din felsefesinin yer alması nasıl oldu? Öncesi var mı?
- 2003 yılından itibaren kaligrafik yazılar ilgimi çekmeye başladı. Hat sanatını estetik bulmuşumdur hep. Sanatıma eleman olarak girmesiyle de hat çalışmalarım başladı. Eserlerinizde hat kullanıyorsanız bunun bir sorumluluğu var. Sanatıma form olarak giren hat, ebru, tezhip ve minyatür 2000’li yıllarda almaya başladığım klasik sanatlar eğitimleri sonunda benim için önemli bir kazanım oldu. 2003-2011 yılları arasında İstanbul, tarihi eserler ve İslam eserleri resimlerime konu olmaya başladı. Böylece zaman içerisinde resimlerim din felsefesine dayalı bir içerikle buluştu. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün teklifi üzerine oluşturduğum Mevleviler dizisi “Ya Hazreti Mevlana” serisi ile Uluslararası Kadın ve Mevlana Sempozyum’unda AKM’de açtığım kişisel sergimdeki “Ne Olursan Ol Yine Gel” isimli resmimde dinlerin buluşması gerçekleşti. İslam Eserleri Müzesi’nde bulunan eserlerimiz bu kez soyut mekanlarda devleşmiş formlar olarak yer aldılar tuvallerimde.
- Mühr-ü Şerif resimleriniz bu dönemin devamı denilebilir mi?
- Bir anlamda içerik olarak hazırlık oluşturdu. Bu gelinen nokta tesadüf olmadı, önceki yılları değerlendirdiğimizde doğal sonuç gibi. Bu sonucun, resimlerimdeki estetik uzanım ve derinliğin gelişmesinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Tabii serüven burada bitmeyecek, daha ileri gitme çabası her zaman kaçınılmaz olarak var olacak. 2010’dan sonraki dönem dini ve tasavvufi temalar üzerine yoğunlaştı. Ancak bu bir din propagandası veya dini sanat değil. Geleneğe içinde yaşadığım çağın problemleri açısından bakıyor, kendi iç maceramı sanatım yoluyla anlatmaya çalışıyorum. Daha çok hesaba dayanan, Ravza, Yeşil Kubbe, Kabe gibi kutsal mekanların yer aldığı kompozisyonlarımda orijinal eserler, el yapımı doğal malzemeler, altın, doğal taşlar ya da bir taç yaprak tuvalden öne taşarak üçüncü boyutu fiilen gerçekleştirmektedir.
- Mühr-ü Şerif için tasavvufun sanatla bütünleşmesi değerlendirmesi yapabilir miyiz?
- İslam kültürü, sanat ve tasavvufu bir araya getiren Mühr-ü Şerif çalışmalarımdaki soyut mekan, geometrik öğeler, gerçek öğeler lekeci sezgisel karakterli denilebilir. Serbest lekeci formların pasaj-kontrast ağırlıklı ele alındığı kompozisyonlar parçadan bütüne ulaşıyor. Bilim ve inanç içerikli, soyut veya figüratif olmayan, kişisel sentezlemelerimde çağdaş anlamda kendi dilimi oluşturmaya çalışıyorum. İçeriğinde de inanç bağlamında bir öğretisi, anımsatması var. Nübüvvet Mührü’ne yüklenen anlam ve özellikleri İslam toplumu için oldukça önemli ve anlamlı.
Meğer Gökçebağ 1966/67 ders yılında Akşehir’de resim öğretmeni olarak çalışırken, Nasreddin Hoca’nın fıkralarını tuvale dökmüş. Gökçebağ’ın o dönem yaptığı resim, günümüzdeki tepeden bakışlı çalışmalarından çok farklı. Yalçın Hoca ile röportaj uzadıkça uzadı. Ben de büyük bölümü geçen hafta Keyif’de yayınlanan söyleşinin geride kalanları heba olmasın diye bu köşeye aldım:
- İlk başlarda siz de para kazanmada zorlanmışsınızdır sanırım.
- 1970’li yıllarda hiç para kazanamazdık. İçimizde dolup taşan resim duygusunu dışarı vurmak için resim yapardık. Sanatçı bir kaynak gibidir. Bu kaynağı kapatamazsınız. ‘Resim para etmiyor, bundan sonra yapmayacağım’ gibi bir anlayış olamaz. Ben ve benim dönem arkadaşlarım devamlı resim yaptığımız için bugünlere geldik.
- Çok fazla para konuşulmazdı yani öyle mi?
- O zamanlar sanat için sanat konuşulurdu. Şunun veya bunun resmi iyi olmuş veya olmamış; bu sergi açılır ya da açılmamalı; güzel olmuş, olmamış gibi şeyler... Bedri Rahmi, Turan Erol, Adnan Turani, İstanbul’daki Ali Çelebi, Mahmut Cuda...Bunlar hep gündemde olan hocalarımızdı. Biz daha o zaman tıfıldık. Ancak sergi açmaya izin alabiliyorduk.
- Şimdi para kazanıyorsunuz değil mi?
- Ben yıllardır bugünlerin özlemiyle yaşadım ve çok şükür ki bugün resimlerim satın alınıyor. 1980’den itibaren resimlerim satılmaya başladı.
İstanbul’a gittiğinizde İstiklal Caddesi’nin ortasından geçen tramvayı izlerken, Eyüp Sultan’da güvercinleri beslemek için yem satan ihtiyardan yem alırken, Ortaköy’de sahile oturmuş Boğazı’ı seyrederken veya Çiçek Pasajı’nda dostlarınızla oturmuş demlenirken kendinizi onun eserlerinde görüp, şaşırabilirsinz.
KÖKENİ KAFKASYA
Doğduğu yeri sorarsanız “Hataylı” demek zorundayız. Kökeni ise Namık İsmail, Hüseyin Avni Lifij, Şevket Dağ gibi Kafkasya’ya dayanıyor. Ama yaptığı resimlerle o bir İstanbullu. Hem de Ankara’nın en çok sevdiği İstanbullulardan. Artık bu kadar ip ucundan sonra sanırım İstanbul’daki modern yaşamın klasik ressamı Faruk Cimok’tan bahsettiğimi anlamışsınızdır.
TAHTA BAVULLA İSTANBUL’A
Cimok, ressam olmayı kafasına daha ilkokul yıllarından koymuş bir isim. Bu hayalini babası da teşvik ediyor. Sirkeci garından Almanya’ya doğru yol tutanlar gibi 1972 yılında doğup büyüdüğü Hatay’dan İstanbul’a tahta bavuluyla geliyor. Bir gece parkta yatıyor. Güzel Sanatlar Akademisi’nde girdiği sınavı ikincilikle kazanıyor. Akademiden mezun olduğu 1979 yılında da ilk sergisini açıyor.
Ne yalan söyleyeyim, geçen Çarşamba Binzet’in köşesini okumamış olsaydım, kısa süre önce kaybettiğimiz, Emel Korutürk’ü bu köşede anmayı unutmuş olacaktım.
Türkiye’nin 6. Cumhurbaşkanı merhum Fahri Korutürk’ün eşi Emel Korutürk, sanatçı kimliği öne çıkan Türkiye’nin ilk “First Lady”siydi. Emel hanımın Ankara’da yaşayan ünlü ressamlarda emeği çoktur. Örneğin Yalçın Gökçebağ, Emel hanımın o zaman Tandoğan’da olan evlerine gelişini, resim alışını, kendisinin özellikle Çankaya Köşkü personeli ile Dışişleri camiasına tanıtılmasında ve resim yapmaya teşvik edilmesindeki katkılarını her dost sohbetinde anlatır.
Emel Korutürk’ün sanatçı kimliğinin gelişmesinde babası Salah Cimcoz’un katkısı çok büyük. Binzet’in yazdıklarından, Salah beyin üç kızına da İstanbul Moda’daki evlerinde resim dersi vermesi için Fikret Mualla ile anlaştığını öğreniyoruz. İlk resim dersini Mualla’dan alan Emel Korutürk, Güzel Sanatlar Akademisi’ni 1936 yılında bitiriyor ve Türk resim tarihinin bir diğer önemli ismi İbrahim Çallı atölyesinde çalışma fırsatı yakalıyor.
Eşi Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Emel hanım sayesinde Çankaya Köşkü’nün kapıları sanatçılara açılıyor. Bir çok Türk sanatçının yurtdışındaki koleksiyonerlerde bulunan, müzayedelere çıkan resimlerinin satın alınarak yurda getirilmesi için Emel hanım yoğun uğraş veriyor. 98 yaşında kaybettiğimiz Emel Korutürk’ün önemli eserlerinden birisi olan “Gazi’ye Şükran” adlı tablosu, kurulmasına öncülük ettiği Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde sergileniyor.
GÜLER’İN PEYZAJLARI
Peyzaj çalışmalarıyla tanınan Nihat Tandoğan’ın, Mayıs 2011’de Galeri Valör’deki sergisinin açılışına giderken bindiği ticari takside kalp krizi geçirip yaşamını yitirmesi Ankara’daki sanat dünyasını yasa boğmuştu. Bu acı olay karşısında şok olan bir isim vardı ki, Galeri Valör’e gelen üzücü habere bir türlü inanmak istemiyordu. Bu isim, meslek lisesi resim bölümünü bitirdikten sonra Tandoğan’dan yıllarca ders almış, hocasından öğrendiği tarzdaki peyzaj çalışmalarıyla bilinen Ankaralı kadın ressam Aylin Güler’di.
Güler’in resimlerinde dört mevsim Ankara manzaraları size başkenti sevdirebilir. Özellikle kış ağırlıklı manzaralar sayesinde, Ankara’nın soğuk günlerinde bile Güler’in tuvaline yansıttığı o sevimli karla kaplı sokakları bulup keşfetmek için kendinizi dışarıya atma hissine kapılabilirsiniz.
Karşısında dakikalarca durduğunuz soyut resmi anlayabilmek için kafanızdan geçenleri dışa vuramamaktan tutun da, aniden gelebilecek “Ne anladığınızı sorabilir miyim?” sorusuna karşı, insanın ister istemez kendisini hazırlama mecburiyetinden doğan sıkıntı da bir diğer gerçek.
Belki de bu korku ve düşünce karmaşası bile soyut resmin hedefe ulaştığının göstergelerinden birisi.
Ya da, “Ne demek istedi” düşüncesiyle, estetik heyecan beynimizde kesiştiğinde soyut bakışa ilk adımı atmış mı oluyoruz?
Sorular, değerlendirmeler elbette çoğaltılabilir.
Bu nedenle, yazılı anlatımının bile son derece zor oluğu “resimde soyut” olgusunun ne anlama geldiğini en iyi öğrenebileceğimiz isimlerden birisi, şüphesiz soyut ustası Prof. Dr. Zafer Gençaydın.
Gençaydın’la atölyesinde buluştuğumda, öğretmek için her türlü çabayı harcamaya hazır bir hoca ile soyutu anlamayı hedeflemiş bir öğrenci havasındaki sohbetimizin, hiç bitmesini istemedim doğrusu.
Çünkü Zafer Hoca’nın hem kendi dünya görüşüme yakın oluşu, hem de onun soyutu o kadar basit ve somut olgularla anlatması büyük bir keyifti benim için. Sohbete hocanın memleketi Elazığ’dan gelmiş leblebi ve badem içi de eşlik edince, damağımızın tad alma estetiği de doruk noktaya ulaştı.
Esmer, desenleriyle, kullandığı renklerle daha ilk ve ortaokul yıllarında resme eğilimli olduğunu gösteriyor. Ortaokuldayken İngiltere’de düzenlenen bir yarışmada dünya derecesi alınca, “Artık resim benim yaşamımın ayrılmaz bir parçası” kararını veriyor.
Esmer, Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi’nde aldığı resim eğitimini Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yaptığı yüksek lisansla iyice pekiştiriyor.
ÖZGÜRLÜK ATÖLYEDE
Yüksek lisans ve eğitmenlik sonrası Esmer, “özgürlüğü” seçerek çalışmalarını artık kendi atölyesinde sürdürme kararı veriyor.
“Nedir bu özgürlük?” diye sorduğumda aldığım yanıt şu oldu:
“Boyalarım, tuvalim, huzurum...Bu mesleğime karşı güzel bir doyumsuzluk. Resim meslekten öte benim için bir hayat biçimi.”
DİKİŞ DİKEN ANNE
Camgöz, 1971 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden diplomasını aldığında; Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne 1977 yılında ressam olarak girdiğinde; 1982-1985 yıllara arasında Almanya’nın eski başkenti Bonn’daki tiyatroda aynı görevle işe başladığında; Türkiye’ye geri döndükten sonra yeniden işe girdiği Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nde başdekoratörlüğe yükseldiğinde; pek çok opera ve balenin dekor ve kostümlerini zevkle hazırladığında; kısaca elde ettiği tüm bu başarılarının arkasında annesinin dikiş dikerek geçimlerini sağladığını asla unutmaz.
Bu nedenle dikiş diken kadınlar aslında Camgöz’ün annesinin tuvale yansımasıdır.
Bugün, eğer bir antikacıda bulabilirsek, evimizin bir köşesine dekor olarak yerleştirmek için satın alacağımız elle çalışan dikiş makinesi de, annesinin biricik oğlunu büyütüp, okutmak için gece gündüz demeden başından ayrılmadığı tek sermayesidir.
ANTALYA’DAKİ KAZA
Filmlerde rastlayabileceğiniz acı senaryo, Camgöz’ün yaşamını bir süreliğine terketse de, 2007’de bu kez çok daha ağır döner. Camgöz, 2007’nin soğuk bir Kasım günü Antalya’da bir trafik kazasına karışır.
Kazada iyi eğitim görüş, pırıl pırıl iki gencin ölümü Camgöz’ü iyice bunalıma sürükler. Yargılanır, ceza alır ve Ankara Açık Hava Cezaevi’ne konur.
- Ressamların yurt gezisi olurdu. Bu bir kurumsallaşmış organizasyondu. Her yıl ressamlar seçilir, Türkiye’nin değişik şehirlerine gönderilirdi. Gönderilen şehirde 1-2 ay kalıp çalışırlar o yörenin doğasını, insanını ve hayat tarzını resimlerine yansıtırlardı. Yurt gezisine seçilmek de müthiş bir onurdu. Bu geziler tamamlandıktan sonra eserler ‘Yurt gezisi resimleri’ diye sergilenirdi. Bir de halkevleri vardı. Ben doğum yerim Milas’ta halkevinde kendimi göstermeye çalıştım. Halkevi hayatımızda çok büyük bir idealdi. Devlet resim ve heykel sergisi, yurt gezileri, halkevleri, bunları silip attık hayatımızdan...Ne kadar büyük yanlış. Devlet resim ve heykel sergisi bugünün şartlarına göre uygulansa kötü mü olur? Herkes uyuyor. Nasıl bir hareket uyandırır oysa sanat dünyasında.
Sergilenen eserleri değerlendiren, gerektiğinde eleştiri yapan isimler de var tabii.
- Hem de ne isimler...Devlet resim ve heykel sergisiyle ilgili yazıları yazan Ahmet Muhip Dıranas’tı. Muhteşem bir şair, muhteşem bir sanat eleştirmeni. Ne çok şey öğrendik onun yazılarından. Dıranas benim gönlümde bir yüce varlık olarak hep yaşıyor. Onun yazdığı makaleler kutsaldı bizim için.
Siz Türkiye’de eserleri belki en çok taklit edilen sanatçılardan birisiniz. Bu konuda yaptığınız hukuk mücadelesini de biliyorum. Pek hiç siz birisinden esinlenip, onun eserinin kopyasını yaptınız mı?
- Türkiye’nin, daha sonra da Fransızların verdiği bursla üç yıla yakın Fransa’da kaldım ki, Lüksemburg Parkı eserim o dönemin simgesidir. Ben Goya’nın hayranıyım. Paris’te her sabah Modern Sanatlar Müzesi’ne gidip saatlerce Goya’nın Solana Markizi’ni seyrediyorum. 2 metre boyuttaki tuvalde ayakta duran asaletli bir kadın. Öylesine hayran kaldım ki, ben de yaptım. İstanbul Resim Heykel Müzesi Kopya Eserler Bölümü’ndedir o resmim. Sergileniyor mu, bilmiyorum.
Paris’teyken Fikret Mualla ile tanıştınız mı?
- Evet tanıştım. Fikret Mualla düzen dışı bir insandı. Onunla öyle uzun uzadıya oturup konuşmak, kaynaşmak mümkün değildi. O dönem ki Paris Büyükelçimiz saygıdeğer ve sanata çok duyarlı bir insandı. Kendisiyle görüştüm, paraya ihtiyacı var mesajını vererek, büyükelçiliğe Fikret Mualla’nın iki eserini satın aldırdım.