Balaban’ı beklerken, Yunus Emre’nin dervişliğini, Kurtuluş Savaşı destanını, elinde fener ile çocuklarına aydınlık yolu gösteren Anadolu kadınının kutsallığını konu edinmiş resimler için fırça sallamış ellere bir kez daha saygı duyduk.
Kapının açılmasıyla birlikte “Şair baba derdi ki…” sesi duyuldu.
Balaban usta 91 yaşına rağmen, Bursa Cezaevi’nde birlikte kaldığı ve orada kendisine ressamlığı öğreten, resimleri için şiir de yazan Nazım Hikmet’i biran olsun aklından çıkarmıyor.
Mahçup etmedim
Cezaevinde söylediği gibi hala ona “Şair baba” diyor….
“Şair baba ne derdi hocam?” diye sorduğumuzda, Balaban’ın yanıtı kendisiyle ilgili oldu:
“Şair baba, ‘Öyle bir adam buldum ki, resmin Yunus Emre’si’ dedi. Mahçup etmedim onu. Onun düşündüğü gibi çizdim. Şair baba sayesinde kendisini buldu İbrahim Balaban…”
İçeri adım atar atmaz her yerde kağıt, karton ve tuval yığınları karşılıyor sizi. Yürürken zorlanıyorsunuz.
Resimlerindeki kış beyazı adeta saçlarına yansımış sulu boyanın usta ismi Sabri Akça karşımızda.
Bir elinde kadehi, “Çekinme gir içeri, üzerine bassan da kirlenmez o kar beyazı” diyor.
Kışın yanıtı
“Hocam neden hep kış?” diye sorduğumda, o cevap verirken, ben dinlerken hüzünleniyorum:
“Çünkü ben yazı hiç sevmedim. Üç üvey anam da yazları beni ırgat olarak çalıştırdılar. 11 yaşında ellerimin nasırını çakıyla kazıdım. Kışa öyle özlem duyardım ki, gelse de okul başlasa, ırgatlık bitse diye...”
Sabri hoca kışa olan sevgisini, çocukların dünyasıyla da açıklıyor:
Contemporary’e eleştirisel bakış ise Cumhuriyet kuşağının yaşayan en önemli ressamlarından olan Adnan Turani’den geldi. “ABD ürünü pop-art”ın Türkiye ayağı olarak niteliyor Turani, İstanbul Contemporary’i. “Tuvalin içine fotoğrafı koyup bunu pop-art diye satıyorlar” düşüncesinde. Satılan eserlerin çokluğu ve dudak uçuklatan fiyatlardan bahsettiğimiz de, Turani kendi dönemiyle bir kıyaslama yapıp, daha da sertleşiyor:
“Enayi kahramanlarız biz. İbrahim Çallı da, Bedri Rahmi kuşağı da öyleydi. Neden mi enayi kahramanız? Resimden ilk paramı 65 yaşında kazandım da ondan...”
Turani, pop-art’a neden karşı olduğunu, Thomas Mann’dan yaptığı “Eğer sanat sıradan adamın seviyesine inerse o sanat batar” alıntısıyla açıklıyor. Ona göre artık dünyada sanat seçici entellektüellerin elinde değil. Sanat mal üretip, mal satan sıradan endüstricilerin elinde. Turani bu nedenle pop-art’ı sıradan bir insanın ürünü olarak görüyor; “bu nedenle artık sanatın içi yok, içi ham” diyor.
Turani’nin bu görüşüne çok katılmadığımı belirtip, ona “Peki size göre sanat ve sanatçı nedir?” diye sorduğumda, önce derin bir nefes aldı, sonra kaşlarını çatıp şu yanıtı verdi:
“Gerçek sanatçı eserine kendi gönlünü koyar. Ama makinenin gönlü yoktur. Dolayısıyla pop-art’ın da. Gerçek sanat bir insanın çektiği ızdırabın tasavvurudur. Sanatçı iç dünyası olan bir insandır. İç dünyası olmayan sanatçı olamaz. Sanat parayla yapılır mı? Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Mehmet Akif para için mi yazdılar o şiirleri?..”
Kemanın sırrı
Turani’nin eserlerinde sıkça keman çalan kadın figürüne yer vermesini ise, 1925 doğumlu ustanın “Muallim mektebi” anılarını dinlerken anlıyorsunuz. Turani, muallim mektebinden Akademiye hocası Şevket Dağ’ın Muallimler Meclisi’ne yaptığı öneri sonrası ciddi bir sınavla geçiyor. Okuldaki başarılarından dolayı da kendisine bir keman hediye ediliyor. Dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Baş Kemancısı Ekrem Zeki Ün, Turani’nin müzik hocalığını yapıyor.
Bugüne örnek olmalı
Yılda 50 bin kişinin ziyaret ettiği Erzurum’daki Resim-Heykel Müzesi’nin, Büyükşehir Belediyesi’nce yerine kent meydanı yapılacağı için yıkılacağını okuduk. (Vatan-28 Kasım 2012). Müzedeki 76 nadide tablo da paketlenerek Ankara’ya gönderilmiş.
Yıkılacak müzenin duvarında da yazan “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder” deyişinin neden Türkiye’de iyice yer etmeye başladığını, Ankara ile özdeşleşmiş ama tüm Türkiye’nin yakından tanıdığı, başkente kendi ismini taşıyan bir müze de kazandırmış olan ünlü ressamımız Mustafa Ayaz’a sorduk.
Ayaz, “Türk toplumu neden sanata sahip çıkmıyor?” sorusuna kafayı takmaktansa, buna kaşı nasıl bir tutum takınılması gerektiğini düşünüp, çareyi şunda bulmuş:
“Benim günlüğümde şöyle bir not vardır: Devlet ve toplum sanata sahip çıkmıyorsa, sanatçı kendisine sahip çıkmalı. Ben kendime sahip çıktığımı bu müzeyi yaparak gösterdim. Kim için yaptım? Kendim için yaptım. Ben kendime sahip çıkarak aynı zamanda 70 milyona hizmet ettim. Güzel bir eser yaparak, aslında kamuya da hizmet ettim. Kızlarıma da şunu söylüyorum: Babanıza sahip çıkmak istiyorsanız önce müzeye sahip çıkacaksınız.”
Peki Ayaz, resmi adı “Mustafa Ayaz Müzesi ve Plastik Sanatlar Merkezi Vakfı” olan bu güzel eseri yaptığından dolayı pişman mı?
“Asla” diyor Ayaz ve şöyle devam ediyor:
“Ben hayatta ne hedeflediysem, hepsine azimle, kararlılıkla ulaştım. Tabii ki başarılar kolay elde edilmiyor ama ben zorluklarla mücadeleyi severim. Şimdiki hedefim şu: Kamuya yararlı vakıf için başvurumuz var. Türkiye’de bürokrasi ağır aksak işliyor ama sonunda bu statüye kavuşmuş olacağımıza inanıyorum. Buna kavuştuğumuzda bazı ek mali külfetlerimiz ortadan kalkacak. O zaman müzeye bir konferans ve müzik salonu eklemek istiyorum. İşte o zaman hayalimdeki ‘Ayaz Külliyesi’ tamamlanmış olacak.”