Mesela herkes eşini dostunu düelloya davet etsin. Deniz kumuyla apartman yapmaktan ucuza çıkar. Orta karar bir depremde çökecek bina inşa edebiliyorsak, bunda da zorlanmayız.
İsterseniz fizibilite yapalım. Tezgâha koysak beş para etmeyecek ciğerimiz, birbirimizi vurmaya havada karada yeter.
Sadece çürük bina yapana değil; sahte rakı imalatçısına, sulara zehir akıtana, kedi eti satana falan da bu şansı tanımak lazım. Onlar bunu hak ediyor.
Cümbür cemaat geçelim karşılarına, kurşuna dizsinler. Hafriyatla falan uğraşmalarına gerek kalmasın.
Maksat üç kuruş uğruna birbirimize zarar vermek değil mi? Niye bunu dolaylı yoldan yapıyoruz?
Hatta olayı “belirli günler ve haftalar” kapsamına alırsak da süper mantıklı olur. Mesela her yıl kasım ayının ikinci haftası millet birbirini haklasın.
Büyüklerimiz uygun görürse, bunu turistik festival haline bile getirebiliriz. Dünya alem enkaz göreceğine bunu görsün. Emin olun çok meraklısı çıkar.
Medyanın yansıtabildiği buzdağının görünen kısmı. Derinde ne olup bittiğiyle ilgili fikrimiz yok.
Uğur Mumcu’nun “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” sözünün bir sonraki safhasındayız: Artık bilgi sahibi olduğumuzu sanarak fikir sahibi oluyoruz.
Yıllarca laiklerle şeriatçılar arasında mücadele olduğunu sandık mesela. Sonra öğrendik ki meğer olay iki sermaye grubunun bilek güreşiymiş.
Ne laisizmle ne de şeriatla ilgisi varmış. Aynı çatı altında aşkımız bir illüzyonmuş.
Yüzlerini bilmediğimiz, perde arkasındaki simalar tarafından çiziliyor çocuklarımızın kaderi. Kapalı kapılar arkasında, geleceğimizle ilgili planlar yapılıyor.
Biz faniler de önümüze konulan illüzyonlarla oyalanıyoruz: “Laiklik” diyoruz mesela. Ya da “ileri demokrasi”, “demokratik özerklik” falan...
Anlamları giderek bulanıklaşan bu lafları tekrarlayarak ekranda ömür tüketiyor uzmanlar. Biz de ekran başında çile dolduruyoruz.
Çoğu işini-gücünü kurmuş, çoluk-çocuğa karışmış ama askerliği yapmamış.
Kısmet olmadığından ya da istemediğinden.
Bazıları da tecil için takla atıyor: Fırsat bulan her Türk erkeği doktora ya da yurtdışında çakma şirket sahibi oldu.
Allah korusun, bunlarla muharebeye girecek halimiz yok. Hadi Rasim Ozan sesiyle düşmanı püskürttü, gerisi ne olacak?
İşte bu yüzden “bedelli askerlik” iyidir. Hem gelecek parayla profesyonel askerlerin durumları iyileştirilir.
Kısaca “uzman” dediğimiz ve askerliği meslek seçmiş gençlerin eksiği-gediği çok. Kendi askerliğimden ve Umur Talu’nun yazdıklarından biliyorum.
Kritik görevler yapıyor ama lojman sahibi bile olamıyorlar. Bedelli paraları onlara lojman olarak geri dönebilir.
Ayrıca, Uğur Dündar televizyonda imkânsız görünen haberleri kovaladığı için, “imkânsızlıklar detektifi” Martin Mystere ile özdeşleşmişti kopil zihnimde. Martin Mystere gizli tarikatların komplolarını önlüyor, Uğur Dündar da milleti kekleyenlerin karşısına dikiliyordu. Diğer oyuncular da kafamda hazırdı: Martin’in sadık yardımcısı, “neandertal adam Java” rolünü Yeşilçam emekçisi Yadigar Ejder’e teklif edecektim.
Gönül tahtımıza Kemal Sunal filmlerindeki dev olarak kurulmuş Yadigar Abi, herhalde beni kırmazdı. Martin’in güzel ve kıskanç sevgilisi Diana’yı da Itır Esen’e oynatacaktım.
İşte böyle emellerim vardı Uğur Bey hakkında. Çünkü ona da en az Martin Mystere’ye olduğu kadar hayrandım. İkisine de babam gibi güvenirdim.
Belki gerçekten dünyayı kurtarmıyorlardı ama dünyamı kurtarıyorlardı. Kahramanlara olan inancımı koruyarak.
Sonra biz büyüdük ve kirlendi dünya. Zamanla Martin Mystere’nin tipi bile hafif yamuldu, çizer değiştiği için.
Uğur Dündar ise çocukluğumuzun bugünkü kadar havalı olmayan ama daha renkli Türkiye’sinin simgesi gibi çıktı her akşam karşımıza. Üstelik Martin’in aksine, yakışıklılığından bir şey kaybetmeden.
Sonra aynı fanteziyi kurmuş Martin Mystere hayranı yaşıtlarımla karşılaştım. Onlar da Uğur Dündar’ı tek geçiyordu.
Ey “cool” görünmek için Mustafa Kemal’e saldıran entel.
Ey cemaatleri tavlayacağını sanıp işi “deccal” demeye kadar vardıran çakma dindar.
Benden duymuş olmayın ama haybeye uğraşıyorsunuz.
Böyle şeylerin modası geçti. Atatürk’e saldırmak gayrı prim yapmıyor.
Hatta dikkat ederseniz, Erdoğan ve yoldaşları bile bir süredir ray değiştirmiş durumda.
Şimdiki vizyonları, çaktırmadan Atatürk’ü sahiplenmek. Onu kendilerine mal etmek.
Bu yeni stratejinin nedeni basit: Türkiye’nin DNA’sının asla değişmeyeceğini anlamış olmaları.
Herhalde hem sesinden hem de “derin” bağlantılarından dolayı Sinatra’yı hatırlattığı için.
“Hatırlı tanıdıkları olan şarkıcı” ekolünün ülkemizdeki temsilcisiydi. Bu imaj ayrı bir karizma katardı ona.
Kendisiyle yaptığım bayram röportajında, Sinatra’yla karşılaştırılmaktan duyduğu memnuniyeti gizlememişti.
“İmparator” suikasta uğrayıp köşesine çekilince tahtına oturmak isteyenlerin çıkması normal. Doğanın kanunu bu.
Bakınız İzzet Yıldızhan da koymuş adaylığını: “Önemli yerlerde bu ülkeyi yöneten dostlarım var!”
Sözcükleri öyle bir seçmiş ki, “burada söylemediğim başka ne dostlarım var, düşünün artık” mesajı net.
Zaten bu arabeskçi tayfasının “derin” ilişki kurma merakının öteden beri hastasıyımdır. Hepsinde bir Sinatra olup gemisini karada-havada yürütme merakı.
Özetle diyor ki: “Cumhuriyet böyle olsun diye mi kuruldu? O bu haldeyken hangi yüzle kutluyorsun?”
Mutlu’yu okurken aklımda 13 yaşındaki kıza tecavüz edenlere uygulanan ceza indirimi vardı. Hani “kızın da rızası var canım, o kadar da tecavüz sayılmaz” demeye getiren indirim.
Sonra kız kardeşim aradı: “Böyle şey olmaz! Bu karara karşı bir şeyler yapılması lazım!”
Birden Mutlu gözüme süper haklı gözüktü.
Bu haldeyken biz aslında Cumhuriyet’i kutlamayı falan hak etmiyorduk.
Cumhuriyetlerine ve kadınların hayatını değiştiren devrimlerine sahip çıkan insanların ülkesinde el kadar çocuklara böyle şey reva görülmezdi.
Kadınlara bu kadar çok şiddet uygulanmaz, kadın cinayetlerine neredeyse her gün bir yenisi eklenmezdi.