Geçtiğimiz hafta salı günü Marmara Vakfı’nın düzenlediği yemekli toplantıda onur konuğuydu.
Türkiye Ekonomisinin Dünü, Bugünü ve Yarını adlı çarpıcı bir sunum yaptı.
Sunuma 10 dakika geç kalmasının gerekçesini şöyle açıkladı:
“Bir arkadaşın ilkokuldaki oğluna öğretmen bir gün ‘Baban ne iş yapıyor?’ diye sormuş. O da ‘Babam toplantıcı’ demiş. Ben de öyleyim. Ömrümüz toplantılarda geçiyor. Onun için de 10 dakika geciktim. Özür dilerim.”
Hep böyle olmuştur.
Öfke girdabına sürüklenen iktidarlar da yanlış üstüne yanlış yaparlar.
Birkaç gündür Ankara ve İstanbul’da haklarını arayan işçilere polisin yaptığı müdahaleleri ürküntüyle izliyoruz.
Valisi, emniyet müdürü ve onların emrindeki polis ne kadar acımasız.
Oysa Tekel işçileri sadece demokratik haklarını istiyorlar.
Kimseye en ufak bir zarar vermiyorlar.
Polise el kaldırmıyorlar.
Molotofkokteyli atarak ortalığı cehenneme döndürmüyorlar.
İşin daha düşündürücü yanı ise bu medyayı savcılar ve polisler besliyor.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ dün sabah Trabzon’da yaptığı basın toplantısında Silahlı Kuvvetler’de biriken tepkileri dile getirdi.
Bu saldırıları, “yürütülen psikolojik bir harekât” olarak yorumladı.
Yürütülen psikolojik harekâtın Silahlı Kuvvetler’in moralini bozması doğaldır.
Bu harekât, Silahlı Kuvvetler’in üstlendiği görevin ülkenin varlığı ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünmeyenler tarafından bir misyon olarak götürülmektedir.
Ülke yöneticilerinin gerekli duyarlılığı gösterip bu saldırılara, iftiralara karşı çıkmaması da ayrı bir garipliktir. * * *
Geçenlerde 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le konuşurken şu önemli değerlendirmeyi yaptı:
“Orduyu yıpratırsanız, yıpratanlara göz yumarsanız bir gün gelir kimse sokağa çıkamaz. Ülkeyi yönetenler, ülkenin çıkarı gereği bunlara izin vermemelidir.”
Bu nedenle zaman zaman da sinirler gerilir.
Sert tartışmalar, suçlamalar yapılır.
Bunları doğal karşılamak gerekir.
Bu kez de öyle oldu.
Muhalefet liderleri iktidarı yerden yere vurdu.
Başbakan da onlardan aşağı kalmadı. O da sert yanıtlar verdi.
Ancak burada benim yadırgadığım bazı yaklaşımlar oldu.
Bildiğimiz gibi, kötü yönetilen, malum açılımdan sonra Türkiye ciddi bir kaosa sürüklendi.
Zonguldak’ı ve maden işçisini anlattığı şiirinin son üç bendinde bu dramatik yazgıyı şöyle dile getirmiş: Siyah akar Zonguldak’ın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası.
Bursa’nın Mustafakemalpaşa İlçesi’ndeki madende işte böyle kazanıldı ekmek parası.
19 maden işçisi değişmeyen yazgılarını ekmek parası için ölümle noktaladılar.
Bu insanların, gazetelere yansıyan dramlarını okurken hemen hepsinin ölümü hissettikleri anlaşılıyor.
Bile bile giriyorlar o mezara sanki...
Çoluk çocuklarının ekmek parasını kazanabilmek uğruna koyuyorlar yaşamlarını ortaya.
Yaşadığı dönemin önemli olaylarını titiz bir araştırmacılıkla yansıtıyor.
Son kitabı “Öfkeli Yıllar” 1950’li yılların ilk yarısını kapsayan birinci cilt. Kitabı okuduktan sonra insan sabırsızlıkla ikinci cildi bekliyor.
Kitapta NATO’ya girişimizin öyküsünün anlatıldığı bölüm çok etkileyici.
Günümüzde yaşadığımız Avrupa Birliği olayıyla büyük benzerlik gösteriyor.
İnsanı acı acı düşündüren bu bölümü özetlemeye çalışacağım.
Benzerlik sizi de şaşırtacak...
Türkiye 1949’da kurulan NATO’ya (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) girmek istiyor.
Amerika, Kanada, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Danimarka, Norveç, İzlanda, Portekiz ve İtalya örgütün ilk üyeleri.
Böyle durumlarda Başbakan’ın Türkiye’de hükümetin başında bulunması ülke çıkarları açısında çok önemliydi. Ama bu çağrı Başbakan’ı öfkelendirdi.
“Bu konu mu? Bu hitap mı? Bu kadar basitleşti bunlar” dedi.
Televizyonlarda izlediğimiz bu yanıttan sonra hiçbirimiz Başbakan’ın döneceğini beklemiyorduk.
Ama birden bir son dakika haberi düşüverdi ekranlara.
Başbakan Meksika gezisini kısa tutup bir gün erken dönmeye karar vermişti.
Sanırım düşündü taşındı ve programını tamamlamayı göze alamadı Başbakan.
Doğrusu da buydu. Dönmesi gerekirdi.
Şimdi gelelim büyük başarılarla sonuçlanan Amerika gezisine...
Önce bir kaos başladı ve giderek tüm topluma yayıldı.
Ve kendi kafasına göre yola çıkan iktidar, bu süreci yüzüne gözüne bulaştırdı.
Yazık oldu.
En vahimi bu süreç toplumda büyük bir “tahribat” yarattı.
Bin yıldır iyi günde, kötü günde kardeş olarak yaşayan ama bu süreçle birlikte tehlikeli şekilde birbirlerini düşman görmeye başlayan insanlar, yaratılan bu kapkara havadan nasıl kurtulacaklar?
Bu güzel ülkeye yapılacak en büyük kötülük, insanlarımız arasındaki sevgiyi, hoşgörüyü kin ve nefrete dönüştüren bu süreç oldu.
Düşünün, tam 25 yıldır ayrılıkçı terörle boğuşuyor bu ülke.
Binlerce insanımızı yitirdik.