Sonunda denizle buluştum. Geçen yıl bebek, bu yıl Hürriyet Treni diyerek uzak kaldığım denize sonunda kavuştum. Gerçi zamanımın çoğu gölgede yatarak, Piraye ile kumda oynayarak ve zaman zaman bir halk plajı kıvamına gelen kıyıdaki çocuk seslerine kulaklarımı tıkamaya çalışarak geçti ama olsun; deniz denizdir.
20 aylık kızımı çırılçıplak yüzdürmek, kollukları ile birkaç saniyeliğine bile olsa kafasını suyun üzerinde tutabildiği için sevinmek, bu yazın en değerli anıları oldu. En son 30 yıl önce gittiğim Datça ve çevresini yeniden keşfetmek ise sanırım, benim gelecek planlarımı büyük ölçüde etkileyecek.
Şöyle: Bodrum bana sorarsanız giderek denizden kopan ve 10 yıla varmadan resmen bir metropol olduğu ilan edilecek bir yarımadaya dönüştü. Kuşkusuz hala el değmemiş güzel yerleri var. Ama bir de, 1975 yılından beri bildiğim, sakinlerinin tavuklarla yatıp, horozlarla kalktığı, balıkçıların ve süngercilerin teknelerinde uyudukları günlerden kalkıp, bugün gürültülü bir kasabaya dönüşen Gündoğan Köyü örneği var.
İlerleme bu işte. Şişen arazi fiyatları, mümkün olduğunca çok ev inşa edebilmek için getirilen imar düzenlemeleri, köye, köylüye ve araziden anlayana akan büyük rant... İstanköy’den bakıldığında, sivilceli bir ergen görünümü veren bir yarımada Bodrum bugün. Siteler, siteler, siteler... Çoğu boş.
Ama anlaşılan Datça ve Bozburun’da aynı hatalar yapılmayacak, çünkü belli ki farklı bir imar yaklaşımı benimsenmiş.
*
Uzakdoğu felfesine meraklı bir mimar dostumu Datça Mesudiye’den aradığımda, "Uzaya Datça’dan merdiven çıkar" dedi. Pek bir şey demedim doğrusu. Sonra, kafamı gökyüzüne kaldırıp baktığımda, "Haklı galiba" diye düşünmedim değil.
Gök üzerime üzerime gelen bir kubbe gibi.
Karşımda Jüpiter, onun yanında Akrep Takımyıldızı, arkamda Büyük Ayı Takımyıldızı ve Kutup Yıldızı. Mutlak bir sessizlik. İlerdeki tepenin ardından doğmaya başlayan ayın, birkaç kilometre ötedeki denizi hayal meyal gösterecek kadar aydınlatması.
Galiba gerçekten uzay merdiveni bulunduğum yerden göğe yükseliyordu.
Denizi çok severim ama dedim ya, 2 senedir deniz hak getire. Teknemiz Halki de Fenerbahçe’de yatıyor. Bir vicdan azabı sormayın gitsin. Hedef Halki’yi daha çok kullanmak.
Deniz kenarında ev pek sevmem; bak bak deniz, yeknesak gelir. Denize biraz uzaktan, dağların, tepelerin arasından bakmak; yazı, sonbaharı, kışı, ilkbaharı havanın yarattığı gölge oyunlarının ve şiddetin arasında, böyle bir konumda yaşamak çok hoşuma gider.
İşte, bebek nedeniyle gittiğimiz tatil köyünden 3 kere kaçıp gittiğimiz yer böyle bir yerdi.
*
Otomobile atlayınca 10 dakikada Palamut Bükü’ne ulaşmak mümkün. 1980 yazında Moskova Olimpiyatları yapılırken, henüz yolu olmadığı için bir balıkçı motoru ile gittiğim ahtapot dolu Palamut Bükü’ndeki balıkçı barınağının en korunaklı yerine Halki’yi bağlamak mümkün; suyu, elektriği var. Yukarda yaşayıp, aşağıdaki tekneye istediğinde kavuşmak, sürekli esen rüzgarda yelken basmak ideal çözüm.
Zeytin, badem, keçiboynuzu ağaçları, Ege ve Akdeniz’in sesi cırcır böcekleri, yakınlardaki kovanların sırnaşık arıları... Uzayıp giden, çok sert olmayan hatları ile kırmızı tepeler. Uzakta bir taş ev, ilerisinde bir ev daha. Site yok, kalabalık yok. Evlerin bahçeleri bakımlı, zeytinler, bademler vakti geldiğinde toplanıyor. İtalya’nın gözbebeği Toskana herhalde 50 yıl önce böyleydi.
Yani diyeceğim; hain planlarım var geleceğe dair.
Pekin Olimpiyatları’nın ardından Türkiye Yelken Federasyonu tartışılmalıOlimpiyatlar bitti, kel göründü. Pekin’de yarışan Türk yelkencilerin yarışma gücü olmadığı net bir şekilde ortaya çıktı. Aylar önce, Türkiye yelkenciliğinin Pekin Olimpiyatları’nda başarılı olamayacağına şöyle bir değinmiş ama moral bozmamak için ayrıntıya girmemiştim. Şimdi konuşma zamanı, takkeyi öne koyup düşünme zamanı. Ama konuşulacak olan ellerinden gelenin en iyisini yapan sporcular değil, sporcuların başarı eşiklerini yükseltemeyen spor yöneticiliği, yani Türkiye Yelken Federasyonu ve yelken kulüpleri olmalı.
Yelken, hem spor hem bir yaşam biçimi olan tek etkinlik. Bu, yelkene sporcu devşirmenin nispeten kolay olduğu anlamına gelir.
Türkiye gibi bir ülkede, denizle içiçe yaşayan, yelken yapan bir ailenin çocuğunun yelkene eğilimli olması doğaldır. Onları belirlersiniz, içlerinden en yetenekli olanları seçip altyapıyı kurarsınız, dünyanın en iyi hocalarını getirir sporcuya yatırım yaparsınız, sporcu da bu olimpiyatta olmazsa, sonrakinde size madalya getirme şansına sahip olur.
Ya da Çin gibi, tek merkezden yönetir; dev insan kaynağınızı tarar, yine dünyanın en iyi hocaları ile başarıya uzanırsınız. Çin’in yelkendeki ilk Olimpiyat Altın’ının ardında işte bu spor yönetimi yatıyor.
Türkiye’de yelkene ilginin arttığını herkes görüyor. Kıyılarımız bayrakları yabancı olsa da sahipleri Türk teknelerle dolu. Yabancı tekne üreticilerinin Türkiye distribütörleri, yıllardır üst üste, en başarılı satıcı seçiliyor merkezleri tarafından. Türkiye’de kişi başı milli gelir arttıkça, kredi olanakları geliştikçe teknecilik güçleniyor. Ve hepsinden önemlisi alınan teknelerin içinde yelkenlilerin oranı örneğin Amerika’nın çok ama çok üzerinde. Yani, orta sınıf aileler yelkenciliğe yöneliyor.
Bu ne demek peki? Yelken sporcusu aday havuzunun büyümesi demek. Bu havuzdan yararlanmak içinse önce havuzun varlığının farkına varmak gerek. İşte Türkiye Yelken Federasyonu’nun farkına varmayı ısrarla reddettiği gerçek bu. Bu gerçeği görmeyince de, küçücük bir havuzdan seçilen sporculardan başarı beklemek, hayal kırıklığı üretmekten başka işe yaramıyor.
Çözüm belli: Türkiye Yelken Federasyonu’nu bu haliyle lağvedip, İngiltere’de olduğu gibi, deniz üzerinde teknecilikle uğraşan tüm amatörlerin örgütünü oluşturmak. Buna federasyonların özerkleştiren yasa izin veriyor. Türkiye Yelken Federasyonu’nun şimdiki başkanı Nazlı İmre de, seçilmeden önce bu sayfada benzer yönde çalışacağına söz verdi ama sonra bu sözü unutup, "sen, ben, bizim oğlan" şeklindeki sözde spor yönetimine çark edildi. Sonuç ortada.
Denizle ilgilenen tüm amatör teknecilerin örgütü haline gelmek, belli bir hizmet vererek bunun karşılığını almak, federasyona sürekli bir gelir kaynağı yaratır. Bu da akılcı bir sporcu eğitimi programı oluşturmakta kullanılabilir. Bu yapılmıyor; yapılmıyor çünkü federasyonun seçimlerinde oynanan köşe kapmacanın bitmesi istenmiyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Adları dışında yok aslında birbirlerinden farkları.
Diyelim havuz büyütüldü. Bu havuzda da çok sayıda iyi sporcu adayı var. Bunlardan hangilerinin en iyi, hangilerinde dünya rekabeti potansiyeli bulunduğunu belirleyecek hoca alt yapısı Türkiye’de yok. Bunu sağlamanın en kolay yolu, devşirme sporcu yerine, devşirme antrenör getirmek. Bu bugüne dek hiç yapılmadı.
Geçen yıl kızımı bir yelken kulübünde yaz okuluna göndermek istedim. Hedefim optimiste başlamasıydı. Sonra, oradaki ’hocaların’ kalibresini görünce, gün içinde optimist üzerinde yalnızca yarım saat kalabileceklerini öğrenince, olmayacağını anladım ve başka bir yaz okuluna gönderdim; kızım tenis oynuyor şimdi yelken yapmak yerine. Ki bu kulüp, Türkiye’nin en iyi yelken kulüplerinden biriydi, sosyal tesisleri açısından en iyisidir. Ama bu kulübün, sporcu adayına bu bakışı ile Olimpiyat Şampiyonu yetiştirmesi mümkün değildi.
Yani yelken kulüplerinin de kendilerini ciddi bir şekilde sorgulamaları gerekiyor. Kayıkçı kavgası yapmak yerine, akılcı bir planlama ile olimpik yelken dallarını paylaşmaları, bölgesel işbirlikleri yapmaları gerekiyor.
Pekin Olimpiyatları, devşirme sporcularla başarı yakalama kolaycılığında da dibe vurduğumuzu gösterdi. Yelkende, akılcı bir planlama ile başarının yakalanması zor değil.
Un var, şeker var, yağ var; tek eksik aşçı...