Başarının ölçüsü eğer olimpiyat madalyası ise, Türk yelkenciliğinin Türkiye sporunun toplamı gibi, Pekin’de büyük başarısızlığa uğradığını kabul etmek, doğruyu bulmak için yapılması gereken tartışmaların başlangıç noktasını oluşturuyor.
Bu değerlendirmeye karşı çıkan Celal Tümsen, gönderdiği mesajda, beni, geçen haftaki yazı nedeniyle ağır şekilde eleştiriyor: "Kemal Muslubaş ve Ali Kemal Tüfekçi, 2008 Olimpiyatları’na kota alabilmiş başarılı sporculardır. Bu sporcuların başarılarının bu kadar küçümsenmesi size yakışmayan bir saygısızlıktır. Eminim yazılarınızı okuyan ve yelken camiasının gerçekten içinde olan herkes benim bu öfkemı yaşamaktadır. Yelken camiasının bu kadar dışında olup da nasıl bu kadar rahat bir şekilde herşeyi eleştirebiliyorsunuz anlamıyorum."
BAŞARISIZLIK VE CAMİAYukarda aktardığım paragraf, Laser sınıfında 2012 ve 2016 olimpiyatlarına hazırlanan bu genç arkadaşımın, ’sporcunun çabası ve nispi başarısı’ ile ’spor yönetiminin başarısı’ arasındaki farkı görmek istemediğine işaret ediyor sanki. Geçen hafta, yazının hedefinin sporcular değil, spor yönetimi olduğunu özellikle vurgulamıştım oysa.
Spor yönetimi kuşkusuz ilgili spor dalının bilinmesini gerektirir ama terimin esas vurgusu ’yönetim’ kavramınadır. Sorun da zaten, ilgili spor dalının içinde olanların, yani ’camianın asil ve doğal’ üyelerinin, spor yönetimini bilmemelerinden kaynaklanmıyor mu?
Meşhur lafı biraz değiştirerek söylemek gerekirse: "Bu kadar başarısızlığa, ancak camianın parçası olursan tahammül ederler."
Kotaya girmeyi başarmış sporcuların, Çin’deki asıl yarışlarda sonlarda yer alması, kişisel yeteneklerin ve çabaların, spor yöneticiliği kıtlığı nedeniyle nasıl köreldiğine işaret eder. Celal Üsten buna kızmalı, bana değil.
Celal Üsten’in şu soruyu sorması gerekmez mi aslında: "Ben kendime güveniyorum, madalya almak için 2012 ve 2016 olimpiyatlarına hazırlanıyorum, günde 6 saat çalışıyorum. Peki, beni bu işin psikolojisi konusunda eğiten, diyetimle ilgilenen, vücudumun en üst seviyeye çıkması konusunda bana destek veren, hangi şartlarda hangi taktikle yarışmam gerektiğini bana sürekli anlatan, bilgisi kanıtlanmış uzmanlarla mı çalışıyorum gerçekten? Şimdi çalıştıklarım, gerçekten işlerini en iyi bilen kişiler mi?"
Celal bu soruyu sorup, gerçekten kendisini tatmin edici yanıtlar aldıysa; benim, ona artık söyleyecek pek bir şeyim yok. 2012 yazında, Londra Olimpiyatları ardından görüşürüz belki. Belki o zaman fikirleri değişmiş olur.
SKOR KÜLTÜRÜ SPOR KÜLTÜRÜTürkiye’de, editörlüğünü yaptığı kitaplarla ve yazıları ile yelkenin gelişmesi için ortam hazırlayan kişilerden Sezar Atmaca ise sadece yelkencilik değil, diğer spor dallarının akıbeti de düşünüldüğünde, neden spor kültürü yaratamadığımızı, skor kültüründen de neden fazla bir şey elde edemediğimizi soruyor ve ekliyor: "Antrenör, antrenman konusunda yazdıklarına hiç de uzak olmayan bir dönemden örnekle katılayım. İki senedir üzerinde çalıştığımız, laser tipi olimpik teknelerin kullanımıyla ilgili kitabın yazarlarından, milli yelkencilerimizden Orkun Soyer ile Alp Alpagut 1980’lerin sonuna dek ’yelkencilerin parkurun bir tarafında belirgin bir rüzgar avantajı olmadıkça pupa seyrinde (rüzgarı arkadan alarak yapılan seyir) dümdüz en kısa yoldan şamandıraya gitmeyi tercih ettiklerini’ çünkü böyle öğretildiğini ve ’yurtdışına çıkıldığında sınıf ayrılığı olmaksızın hemen hemen her Türk yelkencisinin pupada geçildiğini’ belirtiyor.
İşte dediğim buydu: Bilinen belki bilinmemeli artık; çünkü yanlış. Spor yönetimi yanlışta ısrar etmemektir en basit haliyle; bunu görmek için belki de camia dışı olmak gerekir.
Son söz, Türkiye’de yaşayan bir İtalyan yelkenciden.
Eşinin çevirdiği geçen haftaki yazıyı okuduktan sonra şöyle yazmış aşağı yukarı: "İtalya da 1952’den beri olimpiyatlarda madalya alamıyor. Nedenler bence aynı. Federasyon yapımız Türkiye’ye benziyor."
İtalya hiç olmazsa 1952’de madalya almış; bizde ise hálá tık yok.
Savarona Yatı ile güzel bir guletin aşk çocuğuYelkenciliğin altın çağı, Amerika’da büyük paraların kazanıldığı, İngiltere ile rekabetin doruğa çıktığı 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başıdır. Hızlı ve lüks tekneler, Atlantik Okyanusu’nun 2 yakasındaki yarışlarda birbiri ile kapışır, Amerikalı
demiryolu ve banka baronları, İngiltere’nin kralları ve lordları ile yarışırdı.3
Asr-ı saadet olmasının nedeni tabii ki zenginlerin yarışması değildi; bugün klasik dediğimiz teknelerin herkesin burnunu sızlatacak kadar güzel olmalarıydı. Ve işte o ölçüler, bugün bile, tekne güzelliğini belirliyor.
Hollandalı tekne tasarımcısı Gerry Dykstra, klasiği, yeni malzeme ve teknolojilerle bugünün çok büyük, çok pahalı ve çok güzel teknelerine dönüştürme konusunda bir uzman. Tuzla’da Perini Navi’nin Yıldız Tersanesi’nde yapılan ve birkaç yıl önce üzerinde en çok konuşulan mega yat olan Maltese Falcon’un tasarımcısı örneğin. Ama, diğer tasarımları ile kıyaslandığında, Maltese Falcon üstün teknolojisine rağmen çok sıradan kalıyor.
Örneğin Panamax; 62.5 metrelik bu teknenin üretimi, dünyanın en iyi yat tersanelerinden biri olan Finlandiya’daki Baltic Yacht tarafından sürdürülüyor. 19. yüzyılın ünlü Amerika Kupası yatlarından esinlenilerek çizilen Panamax, klasik görünümü ile büyülemekle kalmayacak, en yeni teknoloji ve malzemelerle üretildiği için olağanüstü hızlı olacak. Panamax’ın denize kavuşacağı 2010 yılının üzerinde en çok konuşulan teknesi olacağı kesin.
Bir diğer örnek, beni hep büyüleyen Athena. Savarona yatı ile yakışıklı bir guletin aşkından doğan yetişkinliğe yeni adım atmış bir delikanlı Athena; dişi adına bakmayın. Harika...
Avrupa’nın en güzel teknelerinden biri olan Windrose of Amsterdam ya da... 40 metrelik bu uskuna, hem tüm yeni teknolojileri barındırıyor içinde, hem de olağanüstü güzel, klasik bir görünümü var.
Tuzla’daki Mengi Yay Tersanesi’nde bu teknenin ahşabının yapımı sürüyor. Bunun da hem görünüm, hem performans açısından çok etkileyici olacağı kesin.
Yelkenciliğin altın çağını yaşamak isteyen milyonerler, hiçbir masraftan kaçınmayarak Gerard Dykstra’nın kapısını çalıyorlar. Ben de arada bir web-sitesine girip, onların mutluluklarına ortak oluyorum. Herkese öneririm.