Geçtiğimiz hafta, şu yeri yerinden oynatan ünlü Pirelli takvimlerinin tanıtım balosu nedeniyle Londra'daydım...Dünyanın birçok ülkesinden gelen basın mensuplarına 1998 takviminin yanı sıra, bu yılki takvime anadan üryan poz veren ünlü mankenler de tanıtıldı...Gerçi manken takımı herhalde, sarıkart cezalıları ve sakatlıklar nedeniyle olacak hayli eksikti ama, duruma biraz bozulmakla beraber biz de mevcutlarla ıslahi nefs ettik...Ben şahsen hayatımda daha önce hiç takvimle tanışmadığımdan, takvimle tanışmanın keyfine tam varamadım ama, birkaçıyla da olsa, mankenlerle tanışmak beni gerçekten son derece mutlu etti!..Sanırım geçen pazar günü dünyanın en ünlü mankenleriyle Hürriyet'te çıkan resimlerini görmüş, izlenimlerimi okumuşsunuzdur...Ama gazetede bu resimlerin çıkması benim adıma pek iyi olmadı... Tersine, sinirlerimin bozulmasına neden oldu...O gün bugündür kimi görsem, kime rastlasam, herkes af buyrun, sanki muhabbet tellalıyla konuşur gibi:‘‘Kızlar nasıldı kızlar?..’’, ‘‘Anlatsana şu kızları biraz...’’, ‘‘En güzeli hangisi?..’’ diyor... Adamın tepesini attırıyor!..Bu arada badem yeri geldi, size biraz bu manken kızlardan söz edeyim...Allah sizi inandırsın, hepsi iskelet gibiydi...Üstlerinde taşıdıkları et manken başına 3-4 kiloyu geçmezdi... Şöyle sinirlerini de ayırırsan 2-2.5 kilo yani...Zaten o balonun, dinozor iskeletlerinin bulunduğu ünlü Naturel History Museam'da yapılma nedeni de; kızlar da hafif tertip iskeleti andırdığından görüntülerinin müzeyle uyum sağlayacağı düşüncesinden kaynaklanıyordu sanırım...***Biliyorum şimdi, ‘‘Kedi uzanamadığı mankene mundar der...’’ diyeceksiniz... Ama bu gerçek değil... En kısası 1.85 olduğundan, gerçi biraz zor oldu ama, ben bu mankenlere bal gibi uzandım... Onlarla birlikte çıkan resimlerim de bunun ispatı... Ama itiraf edeyim... Mankenlerle ilgili yukarıda söylediklerim konusunda ben biraz da, gelmiş geçmiş en büyük manken uzmanı ve otoritesi olan sevgili arkadaşım Hıncal'ın (Uluç) etkisinde kaldım...Gündüz yapılan basın toplantısında ve geceki baloda herkes mankenleri seyrederken, yanlış bir şey yapmayayım diye ben hep Hıncal'ı seyrettim...Hıncal bir mankene burun kıvırdığı zaman ben de kıvırdım... Hıncal, ‘‘Bunda da iş yok!..’’ anlamında başını salladığı zaman aynen ben de başımı salladım...Bana, adama feleğini şaşırtacak bu hatunlara, ‘‘iskelet gibi kızlar’’ dedirten Hıncal'dır anlayacağınız!..Hıncal geçen gün köşesinde de yazmıştı...Dinozorlar müzesi ana salonunda, kocaman dinozor iskeletlerinin altında yediğimiz balo yemeğinde, iki Babıali dinozoru olarak Hıncal'la ikimiz resmen bir aile yemeğinde gibiydik...Dinozor fosillerinin altında yemek yemek gerçekten çok garip bir duygu... insan tabağındaki eti yerken, kendini sanki dinozor eti yiyormuş gibi hissediyor... Bu nedenle tabağımdaki ete elimi sürmedim...Bu arada size Hıncal Uluç'tan çokça söz ettim... Tabii şimdi haklı olarak tanımayabilir, ‘‘Yahu kim bu Hıncal?..’’ diyebilirsiniz...Hıncal, benim 35 yıllık arkadaşım... Sabah Gazetesi'nde yazıyor... Köşesinde yazdığı yazıda benim için ‘‘Tekin ailemizden sayılır’’ dediği ölçüde de yakınım gerçekten...Ama ben bunca yıl içinde, Hıncal'la ilk kez birlikte yolculuk yaptım... Ve Hıncal'ı yıllar sonra bir kez daha tanıdım...Gerçekten inanılmaz ince, insana keyif veren bir yol arkadaşıydı...***Şimdi takvimi falan boşverelim, gelelim Londra'ya...Londra benim gerçekten çok sevdiğim bir kent...Buradaki tek şikayetim, Londra'nın beni anlamaması...Serde Darüşşafakalı'lık olduğundan ve de dünyaya gelmiş en iyi İngilizce öğretmeni Gönül Soysallıoğlu'nun öğrencisi olduğumdan, üstünüze afiyet benim İngilizcem iyidir...Ama ne var ki, ne kadar perfect bir İngilizce'ye sahip de olsan Londra'da meramını anlatmak o kadar kolay iş değil...Bir kere, İngilizce'nin feriştahını bilsen, konuşurken ağzını sağa sola çarpıtmazsan, sokakta, lokantada, takside, seni bir Allah'ın kulu anlamıyor...Bu nedenle ben her Londra dönüşü, bu konuşurken ağzımı çarpıtma olayı nedeniyle memlekete sanki hep felç geçirmiş de ağzım çarpılmış gibi dönüyorum...Ben bu lisan konusunda bir de şunu anlamıyorum...Örneğin birine, ‘‘Lisan biliyor musun?..’’ diye soruyorsun... ‘‘Eh derdimi anlatacak kadar bilirim...’’ diyor...Yani öyle dertli bir milletiz ki, lisanı bile derdimizi anlatmak için öğreniyoruz...Düşünün şimdi, kurslara falan gidip, ‘‘derdinizi anlatacak kadar’’ İngilizce öğrenmişsiniz...Kalkıp İngiltere'ye gidiyorsunuz... İngiltere'ye varır varmaz ilk gördüğünüz İngiliz'e, ‘‘Üç aydır ev kirasını veremedim... Karıyla hergün kavga ediyoruz... N'olacak bu cimbomun hali?..’’ falan diye derdinizi anlatıyorsunuz... İşte, ‘‘derdini anlatacak’’ kadar lisan bilmenin avantajları da bunlar...Benim İngilizcem, yukarda sözünü ettiğim gibi canavar gibidir...Yalnız bende nasıl oluyorsa, İngiliz konuşurken aradabir dil sürçmesi vs. gibi şeyler oluyor... Bazı karışık durumlar ortaya çıkıyor...***Yıllar önce o zamanki Fırt dergisinin Almanya baskı ve dağıtım anlaşmasını yapmak için Frankfurt'a gitmiştim.O gece Frankfurt'ta dolanıp durdum... Bir İspanyol lokantasında kafayı çektikten sonra da kaldığım Park Otel'e döndüm...Park Otel'in, duvarlarını o ünlü filmin afişleninin süslediği ‘‘Kasablanka’’ adlı güzel bir barı vardı...Yatmadan önce oraya gidip oturdum... Kendime bir içki söyledim... Çerez olarak da ‘‘parrot’’ ısmarladım...Barmen önce bana, sonra da sağa sola baktı...‘‘Şey, bizde parrot yok’’ dedi...‘‘Yahu koskoca barda nasıl parrot olmaz ki?..’’ Dedim barmene... ‘‘Bizde en baş mezedir parrot... Parrot'u şöyle alırsın, ince ince dilimlersin... Sonra da limon suyuna koyup, içki içene ikram edersin...’’Bizim barmen faltaşı gibi açılmış gözlerle bir süre beni dinledi... Yardımcısına, güya bana çaktırmadan birşeyler söyledi... Sonra da resmen kaçtı...Ben, ‘‘Ulan koskoca otelin barında adamın önüne bir limonlu havuç bile koyamıyorlar...’’ diye biraz bozuldum... Sonra da gidip yattım...Ve gerçek, ertesi gün ayılınca kafama dank etti...İngilizce'de ‘‘parrot’’ papağan, ‘‘carrot’’ havuç demektir... (Af buyurun bilmeyenler için söylüyorum...)Ben o bizim barmenden havuç yerine, ince ince kesilmiş ve de limon suyuna batırılmış papağan istemişim ısrarla...Yani müthiş sadistik birşey... Bizim barmen de ondan kaçmıştı...Size birşey söyliyeyim mi?..Zaten bu yaşam dediğin şey de ‘‘parrot’’la, ‘‘carrot’’ arasında gidip geliyor!..