Tekin Aral

Tv'de ne var ne yok

23 Mayıs 1998
Top sendeatv'de bir süredir Şebnem Dönmez'in sunuculuğunu yaptığı ‘‘Top Sende’’ adlı bir yarışma programı başladı...Programa yarışmacılarla birlikte, çeşitli alanların ünlüleri de katılıyor, yarışmacılara top atmada yardımcı oluyorlar...Ben yarışmayı denk düşürüp birkaç kez izledim... ‘‘Top Sende’’de otomobilden fırına, müzik setinden televizyona, bulaşık makinesine bir alay ödül var...Tam kavrayabilmiş değilim ama, görünene göre yarışmacılar topları karşılarındaki kareli bir panoya fırlatıyor, burada topların isabet ettiği, içlerinde ödül adları yazılı parçalar açılıyor...Ama son programda gördüğüm kadarıyla, programlarda atılan topların çoğu sürekli o kareli panonun yakınında duran programın sunucusu Şebnem'e isabet etmiş olacak ki, programda en çok ‘‘açılan parça’’ Şebnem'di...Benim izlediğim o son programda hayli dekolte, hafif tertip ‘‘ne üstte var ne başta’’ durumunda olan Şebnem, üstüne üstlük yanına bir de o kumaşı yetmemiş elbisesiyle epey gözde olan manken arkadaşlardan Gözde Tan'ı almıştı...Sanırım bu durum vaziyetinden sonra özellikle erkek izleyici takımı için program güme gitti...Herkes başka toplara daldırdığından, ‘‘Top Sende’’nin gerçek toplarının da hiçbir kıymeti harbiyesi kalmadı...YERSEN!Televizyonlardaki kandırmacalar, reklam cambazlıkları, alayımızı enayi yerine koymacasına sürüyor...Örneğin, geçen akşam TGRT ana haber bültenini dinlerken Jülide Ateş, ‘‘Kısa bir aradan sonra gene birlikte olacağız’’ dedi...Allah daha da çok versin, onbeş dakikalık bir reklam sürecinden sonra, Jülide Ateş tekrar ekrana geldi ve ‘‘Şimdi hava raporu’’ deyip toz oldu...Bu yalnız sözünü ettiğim televizyonda değil, hemen bütün televizyonlarda da böyle...Ve de inanın ayıp oluyor... Sanki o haber programı devam edecekmiş havasıyla müşteri kandırmak çirkin kaçıyor... İnsanlara reklam seyrettirmenin yolu bu olmamalı...Hem size bir şey söyleyeyim mi? Artık bu numarayı herkes öğrendi... Bir haber programının sonuna doğru, ‘‘Az sonra tekrar birlikte olacağız’’ dediğiniz an herkes zaplıyor... Bu da böyle biline...İBO'YA GEÇMİŞ OLSUNTelevizyonlarda son günlerin en önemli haberlerinden biri, İbrahim Tatlıses'in otomobilinin kurşunlanması olayıydı... Gerçekten büyük tehlike atlatan İbo'ya büyük geçmiş olsun...Ama olayı izlediğim haber bülteninde İbo'nun aynı gün Mersin'de verdiği bir konserden de görüntüler vardı...Tabii biz o haberi veren televizyonun yalancısıyız... Söylenene göre, o konserde İbo'yu korumakla tam 600 polis görevlendirilmişti...İbrahim Tatlıses korumamız gereken tabii büyük bir sanatçımız...Ama İbo'yu 600 polisle korurken, Akın Birdal'lar ve diğer bazı insanlarımızı da hiç değilse 2 polisle koruyamaz mıyız acaba?..Ama ‘‘Yahu burası lahmacun cumhuriyeti... Ayrıca Akın Birdal'ın sesi güzel miydi bakalım?’’ diyorsanız, o da başka tabii...YAZ TARİFESİEe, ufak ufak yaz geliyor... Bu da demektir ki, ortalığı hafiften bir naftalin kokusu sarmaya başlayacak...Zira birçok kanal, eski defterleri karıştırıp yazın ekranlarına eski programları iteleyecek...Tabii bunu tüm kanallar için söylemiyorum...Bazı kanallar birkaç sezondur sevilen, tutulan bazı programlarını yazın da sürdürüyorlar... Dahası, yaz dönemi için yeni programlar, diziler yaptırıyorlar... Gayet de akıllılık ediyorlar...Aslında yazın televizyonların az seyredildiği, dahası seyredilmediği gibi yanlış bir kanı var...Buna katılmak olası değil... Bana sorarsanız, okulların tatil olduğu, insanların yıllık izinlere çıktığı ve genelde geceleri geç yatılan yaz günleri bence televizyon tersine, daha bile çok seyrediliyor...Eğer az seyrediliyor ise bunun nedeni, ekranların şişirme, sözünü ettiğim naftalin kokulu eski programlarla dolduruluyor olmasıdır...Şimdi, ‘‘Televizyon kanalları kış, yaz bunca programa nasıl para dayandırsınlar’’ diyeceksiniz...Tabii haklısınız... Ama şarkıcı-türkücü takımına dizi yaptıracağız diye milyarları savururken biraz daha dikkatli davranırlarsa, paraları kışa da yeter, yaza da...HAKAN İLE TUGAY VE DİĞERLERİYahu ne dertli milletiz... Derdin biri bitmeden, biri başlıyor...Şimdi de Hakan'la Tugay'ın transfer sorunları ve paraları çıktı başımıza...Hakan Galatasaray'-dan iki yıl için 1.8 trilyon istiyor, kulüp 1 trilyon veriyor... Tugay ise 1 trilyon istiyor, kulüp 500 milyar veriyor...Ve bu anlaşmazlık, şu an göründüğü kadarıyla memlekette gündemin önemli bir bölümünü oluşturuyor...Medya da bu konuda sağolsun çocukların haklarını arıyor, üzerine düşen görevi yapıyor...Benim burada söyleyeceğim, daha çok bizim sivil toplum örgütlerine...Üç kuruşluk memur zammı, işçi tazminatı için sokaklara dökülüyorsunuz da, bu iki futbolcu gencin gaspedilen, verilmeyen haklarını almaları için neden kılınızı kıpırdatmıyorsunuz, ha?..Bu yazıyı yazdığımda Hakan ile Tugay sorunu henüz çözülmüş değildi... İnşallah arkadaşlarımız bu arada haklarını almışlar, bu ülke sorunu da çözülmüş olur...
Yazının Devamını Oku

Gümrük

17 Mayıs 1998
İpsala Gümrük Müdürü Hasan Yılmaz'ın kızına beş yıldızlı Holiday Inn otelinde bilmemkaç milyara 500 kişilik nişan yapması, ayrıca nişanda kıza kilolarca altın takı takılması ortalığı birbirine kattı...Bu arada Hasan beye 8 tane dairesi, şu kadar arsası var falan diye de ayrıca yüklenildi...İnsafsızlığın bu kadarı gerçekten olmaz...Adam bugüne bugün 150 milyon maaşlı koskoca İpsala Gümrük Müdürü...Kızına nişanı Holiday otelinde yapmayacaktı da gümrük antreposunda mı yapacaktı?..Ve de kızına, gümrük müdürünün kızı diye takı takılmayıp harç pulu mu yapıştırılacaktı?..Bunlar ayıp şeyler...Hem gümrüklerden zor geçildiğinden şikayet eder söylemediğimizi bırakmayız... Hem de, geleni geçeni sorgusuz sualsiz gümrükten buyur eden böyle değerli müdür arkadaşlara da yapmadığımızı bırakmayız...*Dışarı gidip gelmiş herkesin, gümrüklerle ilgili mutlaka bir öyküsü, anısı vardır...Ben de sizlere bir iki gümrük öyküsü anlatayım...Yıllar önce eşimle, Roma'ya gittik... Roma, Londra, Paris sonrası gezimizin son ayağıydı... Şimdi bakkal dükkanlarında bulunan yabancı öteberi o günler ülkede bulunmadığından, elde avuçta ne varsa harcayıp ‘‘Şu bize, şunlar çocuklara’’ diye arsızca doldurduğumuz dört de bavul vardı beraberimizde...Uçaktan inerken uçağın kapısında iki kişi duruyordu... Uçaktan inip bagajlarımızı alacağımız terminale doğru yürümeye başladık... Baktım herifler peşimizde, sürekli bizi kolluyorlar...İtalya'da hırsızlıklar oluyor falan diye duyarız ya hep...Karıma fısıldayarak, ‘‘Bavulları alırken dikkatli ol... Şu arkamızdan gelen iki herif bizim bavulları çarpacaklar’’ dedim...Derken adamlar birden kayboldu... Biz bavulları alıp, gümrük bankosuna geldik... Ve meğer gümrükçü olan o iki adam bankonun öte yanında karşımıza geçti...Adamlardan biri, önce bizim o tıklım tıkış dört bavula baktı... Sonra da bana dönüp, ‘‘Bavullarda ne var?..’’ dedi.Ben de sözümona espri yapacağım ve adamlara şirin görüneceğim...Yılık yılık gülüp, ‘‘Haşhaş var...’’ dedim...Hayatımız da ondan sonra kaydı zaten...Bizim o sabahlara dek kan ter içinde kapattığımız bavullar açılıp içindekiler ortalığa bir saçıldı... Allah sizi inandırsın Roma Havaalanı'nın terminali aynen Salı Pazarı'na döndü... Bu arada karım, ‘‘Ne kadar da güzel espri yaptın’’ diye çıldırma durumlarında... Ben de o ara İtalyan gümrükçülere, aslında ne kadar kötü bir esprici olduğumu anlatmaya çalışıyor, işi daha fazla tırmandırmamaları için heriflere yalvarıyorum...Ne bileyim ki o sıralar iki günde bir gümrüklerde elinde bir bavul eroinle sağolsun bir vatandaşımız enseleniyormuş... O gün işi güç bela yırttık...*Bir de Frankfurt Havalimanı'nda başıma gelen bir olay var...Gümrükçüler bavulumu açtılar... Sonra aralarında fısıldaşıp sırıtarak bana manalı manalı bakmaya başladılar... Herifin biri de bıyık buruyor...Huylandım... Kafayı uzatıp bavula baktım... Bir de gördüm ki, bavulda sütyenler, kadın kilotları, rujlar, rimeller, kaş kalemleri var... Meğer o dönen bagaj setinde, benimkinin aynı olan bir hanımın bavulunu alıp gelmişim gümrüğe...*Ama gümrük denince benim aklıma hep, büyük müzisyen sevgili dostum, can arkadaşım Süheyl Denizci'nin hikayesi gelir...Yıllar önce, ama şöyle hayli bir yıllar önce Süheyl uzunca bir süre çalıştığı yurtdışından dönüyor...O devirler memlekette pabucunu sallasan yabancı mala çarptığın devirler değil tabii...Gelirken de kendisine yeni bir saksafon getiriyor... Aslında saksafon Süheyl'in büyük ustalıkla çaldığı sazlardan yalnızca biridir...O yıllar yurtdışına gidenlerle, yurtdışından ülkemize gelenler, bugünkü gibi tıklım tıkış üstüste olmadığından, gümrük kapıları nispeten tenha...Süheyl ve beraberindeki iki arkadaşı arabayla seyahat ediyorlar... Gecenin bir vakti Kapıkule'ye geliyorlar...Bizimkileri nöbetçi gümrük memurları karşılıyor...Pasaport, muayene falan derken, gümrükçülerden birinin gözü bizim Süheyl'in elinden bırakmadığı, gözü gibi baktığı saksafon kutusuna takılıyor...‘‘Ne var bunun içinde?..’’‘‘Şey... Saksafon var... Ben müzisyenim de...’’‘‘Aç bakalım öyleyse de görelim içindekini...’’ diyor görevli...Süheyl kutuyu açıyor... Ve gıcır gıcır saksafonu çıkarıyor içinden...Bilmiyorum şimdi de öyle mi, o zamanlar bir müzisyen çaldığı müzik aletini serbestçe gümrük ödemeden yurda sokabiliyor...Gümrükçü saksafonu alıp şöyle bir evirip çeviriyor... Sonra da Süheyl'e dönüp;‘‘Peki sen bunu çalmasını biliyor musun?’’ diye soruyor.‘‘Tabii’’ diyor Süheyl... ‘‘Söylemiştim ya, ben müzisyenim...’’‘‘Biz çok gördük böyle numaraları... Gümrükten yırtmak için herkes aynı dümeni yapıyor... Haydi öyleyse çal da görelim.’’Bakıyor, hele de gecenin o saatinde yapacak başka şey yok, bir an önce buradan kurtulup yola devam etmek lazım...Süheyl alıyor saksafonu... Önce şöyle bir ‘‘Do, re, mi, fa, sol, la si, do’’ çekiyor...Ve ülkenin gelmiş geçmiş en büyük caz ustalarından biri olan Süheyl, sonra da ünlü bir caz parçasından ufak bir bölüm üflüyor...Gümrük memurları önce birbirlerine bakıyorlar... Sonra bir tanesi Süheyl'e yaklaşıyor:‘‘Bu ne?..’’‘‘Ünlü bir caz parçasından bir bölüm...’’‘‘Yok arkadaş’’ diyor memur. ‘‘Sen madem bunu çalıyorsun, şöyle adam gibi bir şey çal da anlayalım... Şöyle döktür bir 'Çadırımın üstüne' de görelim...’’Ve Süheyl çaresiz başlıyor, ‘‘Çadırımın üstüne şıp dedi damladı’’yı çalmaya...Mevsim kış... Gecenin o vakti kar yağışı da giderek artıyor...Memurları tatmin edip bir an önce çekip gitmek için de parçayı çalarken ara nağmelerle süsleyip saksafonculuğun ne kadar numarası varsa göstermeye çalışıyor...Parça bitince ‘‘Oldu olacak tam olsun’’ diye bir de uzun hava patlatıyor mu sana...İşte işin rengi ondan sonra değişiyor...Bir bakıyor gümrük memurları etrafını çevirmiş el çırpıyorlar...Tüm bunlar memurlara ait barakamsı küçük bir binada oluyor... Bu arada hava da gittikçe soğuyor...Süheyl mini ve zoraki konserini bitiriyor...Bu defa memurlar, ‘‘Yoo abi, bu ıssız yerde zaten sıkıntıdan patlıyoruz, seni öyle kolay kolay bırakmayız’’ diyorlar... ‘‘Hem gecenin bu saatinde bu karda soğukta yola çıkıp ne yapacaksınız?.. Zaten yorgunsunuz da... Sabah erkenden yola çıkar, öğleye kalmadan İstanbul'da olursunuz... Hem sen şimdi bunları boşver de, n'olur patlat bir kasap havası...’’‘‘Olurdu... Olmazdı...’’ derken... Süheyl çaresiz başlıyor bu defa da Kasap Havası çalmaya... O çalıyor çalmasına da... İşin daha ilginci, gümrük memurları da başlıyorlar oynamaya...Bu arada adamlardan biri çaktırmadan dışarı çıkıyor...Az sonra bir dönüyor ki, nevale o biçim tamam... Beyaz peynir, pastırma, konserve pilaki... Bir de yetmişlik rakı var elinde...Zaten de olmuş sabahın üçü... Bu arada ne gelen var, ne giden... Başlıyorlar ufak ufak demlenmeye...Süheyl zaten duygulu adam... Üstüne üstlük bir de vatan, ayrıca rakı hasreti var...Gelsin ‘‘Karşılama oyun havası’’ gitsin ‘‘Bahriye çiftetellisi’’ arkadaşları kırmamak için çaldıkça çalıyor, coştukça coşuyor... Yetmişliğin biri gidip biri geliyor... Ve de böyle sabahı ediyorlar sonunda...Sabahı ediyorlar, ama kimsede de hal kalmıyor...Nöbeti biten memurlar evlerine gidiyorlar... Süheyl ve arkadaşları da biraz kestirip dinlenmek, daha sonra da yola koyulmak üzere arabanın içinde kıvrılıp yatıyorlar...Öğleye doğru da perperişan uyanıyorlar...Hava gene soğuk, kar gene yağıyor...Gece mühürlenip imzalanan evrakları almak için büroya gidiyorlar... Ama bir de ne görsünler!..Geceki o hayhuy içinde, saksafonun geçiş kağıdını imzalamayı unutmuş memurlar... Geri kalan her şey tamam...Durumu anlatmak için nöbeti devralmış gümrükçülere gidiyorlar.İçlerinden biri kutuyu açıyor, saksafonu çıkarıyor... Şöyle evirip çevirip baktıktan sonra Süheyl'e dönüyor:‘‘Peki sen bunu çalmasını biliyor musun bakalım?..’’Süheyl'i bir sinir basıyor, derken bir titremedir alı
Yazının Devamını Oku

Dünya Sinema Tarihi (2)

10 Mayıs 1998
Geçen hafta yazmaya başladığım Dünya Sinema Tarihi'nin yankıları büyük oldu... İnanın tüm dünya sinema çevrelerinden, ‘‘Bize gerçek tarihimizi öğrettin, sinema seninle gurur duyuyor...’’ diyen binlerce faks ve telefon geldi...Olayları ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla açıklamam üzerine, Hollywood sinema tarihçilerinin her şeyi silbaştan ettikleri, verdiğim bilgiler ışığında tüm sinema tarihini yeniden gözden geçirmeye başladıkları da bu arada bana ulaşan bilgiler arasında...Yalnız bu arada gelen fakslar arasında, eğer yanlış anlamıyorsam benim hafiften bunamaya başladığım konusunda bazı imalar, dokundurmalar var...Örneğin bazıları, sinemanın gelmişini geçmişini birbirine sokup, sinema tarihini alt üst ettiğimden söz ediyorlar... Kimileri de çevrilmiş en iyi filmlerden biri olan, başrolünü benim oynadığım ünlü ‘‘Kanun Der ki...’’ adlı filmi neden sinema tarihi içinde layık olduğu yere koymadığımı soruyorlar...İlkine cevabım: Biraz tarihleri karıştırmış olabilirim ama, patlamayın... Yazılan bu büyük eser içinde herkes layığını bulacak, pardon, yani sinema tarihi içindeki yerini alacaktır...‘‘Kanun Der ki...’’ filmine gelince... Yazdığım sinema tarihi içinde o filmin eksikliğinin ben de farkındayım...Ama kendi yazdığım bir eserde kendi filmimi methetmek bana yakışmaz...Şimdi gelelim, Dünya Sinema Tarihi'nin ikinci bölümüne...*Sinemada Kovboy filmleri gözden düşmeye başlayınca, yapımcılar perdeye Müzikal filmleri itelediler... Ve bir ‘‘Müzikal’’ modası esmeye başladı...Fred Astır (Astaire), Gene Kelly, Vera Ellen, Donald O'Connor müzikallerin yıldızlarıydılar...Özellikle dans virtüözü Fred Astır, müzikal filmlerin ilahıydı...Daha sonra dekorları vs.'siyle bu Fred Astır'lı filmlerin Astır'ı yüzünden pahalı olmaya başlayınca, müzikaller de bir süre sinemadan elini eteğini çekti...Rita Haywort nefis endamı, o uzun lüle lüle saçlarıyla birden beyaz perdede fırtına gibi esmeye başladı... ‘‘Yar saçların lüle lüle’’ şarkısının bile Rita için bestelendiği söylenir...Rita Haywort'un Glenn Ford'la birlikte oynadığı ‘‘Şeytanın Kızı Gilda’’ filmi, sinema tarihinin önemli filmlerinden biri oldu...O filmde Glenn Ford'un Rita'yı tokatladığı ünlü tokat sahnesi yıllarca unutulmadı...Ama yıllar sonra, üstelik de bizim bünyemizden sarışın bir başka ‘‘Şeytanın Kızı’’ çıktı... Alayımızı tokatlayarak (!) Gilda'nın intikamını feci şekilde aldı...Marlon Brando'nun sinemadaki yeri tartışılmaz... Gençliğinde çevirdiği ‘‘Rıhtımlar Üstünde’’, ‘‘Viva Zapata’’ gibi filmlerde büyük başarılar kazanan Brando, daha sonra çevirdiği ‘‘BABA’’ filmleriyle tekrar sinemanın zirvesine oturdu...Ama ‘‘BABA’’ olduktan sonra, sinemayı boşlayıp, orda burda açılışlara katılan, olur olmaz yerde ‘‘Benim işçim, benim köylüm...’’ diye konuşmaya başlayan Marlon Brando, şöhretini giderek yitirdi!..Komedi filmleri sinemanın her zaman cankurtaranı olmuşlardır...Ünlü ‘‘Üç Ahbap Çavuşlar’’, Marx Kardeşler, Chaplin'ler, Laurel-Hardy'ler sonrası, Jerry Lewis, Louis de Funes, Fernandel, Peter Sellers sinemaya gelmiş en başarılı komedyenlerdir...Ama ben size birşey söyleyeyim... Bizim Meclis Başkanı Kamer Genç'i ben bunların en kralına değişmem... Tabi bu benim fikrim... ‘‘Anlayana davul zurna çok... Anlamayana sivrisinek az!..’’*Brigitte Bardot... ‘‘Ve Allah Kadını Yarattı...’’ Bardot'un kadın özgürlüğüne göndermeler yapan bu filmi dünyada büyük yankılar uyandırdı...Ama bizde ters tepti... Bizim bir kısım erkek takımı ‘‘Allah yarattı!..’’ deyip, kadınlara sille tokat girişmeyi sürdürdüler...Benim bu ‘‘Allah Kadını Yarattı’’ filmiyle ilgili başımdan geçen bir olay var...Brigitte'in filmi geldiğinde yer yerinden oynadı...Film, o zamanlar Beyoğlu'nun en bi sosyete sineması ‘‘Yeni Melek’’te oynuyordu... Tabi biletler de karaborsaydı... O güzelim sinema yıllarında, Beyoğlu'ndaki tüm sinema biletleri hep karaborsadaydı zaten...Sözünü ettiğim gün, ben de bilet almak için karaborsacıların mekan tuttuğu, Beyoğlu'nun arka sokağı sayılan Ağacami sokağına gittim... Bileti alacak karaborsacı adamımı da buldum...Tam parayı verip biletleri alıyordum... Arkadaş elindeki biletleri bana verip, ‘‘Sen şunları tut, ben hemen geliyorum...’’ dedi ve tüydü...Ve anında tepemde Belediye Zabıtaları'nı gördüm... Beni yaka paça karakola götürdüler... Karakolda adamlara durumu ve karaborsacı olmadığımı anlatana kadar akla karayı seçtim... Ama şimdi af buyurun ne büyük hıyarlık yaptığımı anlıyorum... O gün o karaborsacılığı benimseseydim, bugün kimbilir işi nerelere vardırmış, köşeyi nasıl dönmüştüm...Gina Lollobrigida sinemayı kasıp kavuran bir İtalyan dilberiydi... Gina'nın saç biçimi, kendisi kadar meşhur oldu... Dünya sineması yanısıra, dünyanın bilumum berberleri de o ünlü bukleli ‘‘Gina saçı’’ sayesinde köşe oldular...Gina'nın en önemli filmlerinden biri, Burt Lancester ve Tony Curtis ile çevirdiği ‘‘Trapez’’ filmidir...Burt Lancaster ise daha sonraki yıllar oynadığı ‘‘Alcatraz Kuşçusu’’ filmi ile ününe ün kattı...Bizde niye böyle ‘‘Sağmalcılar Kuşçusu’’, ‘‘Bayrampaşa Kuşçusu’’ gibi filmler çevrilmez anlamıyorum... Oysa herşey ne kadar müsait... Buralara giren istediği an ‘‘Kuş’’ gibi uçup gidiyor...Örneğin bir ‘‘Dustin Hoffman var... Ben de kendi çapımda bir ‘‘Geceyarısı Kovboyu’’ olduğumdan Dustin'i çok severim...Örneğin onun her türlü hesabı kafadan anında yaptığı bir ‘‘Yağmur Adam’’ filmi vardır... Bizim Güneş Taner de her bir hesabı kafadan yapan Dustin Hoffman ayaklarında ama Dustin Hoffman hesap kitap bakımından Güneş'e beş basar...Daha sonra sinemada Steven Spielberg gibi dehalar çıktı... Örneğin Spielberg'in Sadettin Teksoy'dan esinlenerek çektiği ‘‘İndiana Jones’’ filmi hasılat rekorları kırdı...Ve Titanic... Şu an tüm sinema tarihinde en büyük hasılatı yapan film...11 dalda ‘‘Oscar’’ alan filmin bunca tutulup, hasılat rekorları kırma nedeni, geminin batması değil, gemide geçen aşk hikayesiymiş...Af buyurun, yahu o zaman o koca gemiyi batırmaya, onca masrafa ne gerek vardı ki...Di Caprio ile Kate'in aşk hikayesi pekala bir sandalda da geçebilirdi...James Bond filmleri sinemada çok iş yaptı...Sean Connery'nin oynadığı ilk Bond'ları, Roger Moore ve diğerleri takip etti...Ne zaman ki bizim ‘‘Susurluk’’ işi çıktı, ajan James Bond pes edip köşesine çekildi...Sylvester Stallone, adeta Beyaz Saray'ın görevlendirdiği bir ‘‘Devlet Sanatçısı’’dır... Rambo oldu, Vietnam'da, Afganistan'da savaştı, gerilla takımının canına okudu... ‘‘Rocky’’ oldu Rus boksörü dövdü vs.Daha sonra bunun iki beden büyüğü Arnold Schwarzenegger adlı bir kas yığını icadedildi...Ben bu ikisini bir arada Londra'da ortak açtıkları ‘‘Planet Hollywood’’ lokantalarında gördüm...Bu iki insan azmanı ortada dolandıklarından kimse hesaplara itiraz edemiyor, paraları kuzu kuzu ödüyordu...*Tüm sinema tarihi tabii bunlardan ibaret değil...Şimdi, ‘‘Yahu bu sinema tarihi içinde Türk Sineması’nın hiç mi yeri yok?..’’ diyeceksiniz...Olmaz mı?.. En kısa zamanda onu da anlatacağım...Ben Sinema Tarihi yazarken, öyle haybeye konuşmuyorum. İşte ispatı...Üstteki fotoğrafta sinemanın devi, çok büyük oyuncusu Ernest Borgnine ile görülüyorum.Sağdaki fotoğraftaki arkadaş ise, şu an Hollwood'un en büyük yıldızı James Wood...
Yazının Devamını Oku

Arena

9 Mayıs 1998
Geçen gece Arena'daki Dolmabahçe Sarayı rezilliği sanırım hepinizin tüylerini ürpertmiş, bir tarihin nasıl yağmalandığını, onca değerli belgenin, eşyanın nasıl çürütüldüğünü görmek hepinizi çıldırtmıştır...Yıkılmış kolonlar, rutubetten çökmüş duvarlar, paramparça olmuş değer biçilmez porselenler, kurda kuşa yem edilmiş antika mobilyalar, güzelim tablolar vs.Büyük cakalarla Atatürk ilkelerine sahip çıkma ahkamları keserken, Atatürk'ün tabutuna, yaşama veda ettiği Dolmabahçe Sarayı'ndaki üçbeş parça eşyasına bile sahip çıkamamışız, ne yazık...Programda konuşan saray görevli ve sorumlularının söylediklerine göre, bu tarihi eserleri, eşyaları, belgeleri kurtarmak için bugüne dek yetkililere yaptıkları tüm başvurular yararsız olmuş... Kendilerine sürekli ‘‘Valla para yok...’’ cevabı verilmiş...Sen milletvekilinin kıçının altına 4.5 milyarlık ceylan derisi koltuk koyar, Cumhurbaşkanı'na çok lazımmış gibi hala Boğaz'da köşkler yaptırırsan, bu işlere ayıracak paran tabii kalmaz...Uğur Dündar'ı bu başarılı gazeteciliği nedeniyle kutluyorum... Uğur, aslında bizlere Dolmabahçe Sarayı'nı değil, dışı süslü içi enkaz Devlet yapımızı gösterdi...Uğur'u kutluyorum da, bu arada bir konuda sevgili Uğur'u uyarmayı da görev biliyorum...Bu programdan sonra büyük bir olasılıkla yetkililer harekete geçecekler, Dolmabahçe Sarayı'nın onarımına, düzeltilmesine girişilecektir... Zaten Meclis Başkanı Hikmet Çetin de o sözü verdi... Ve kaçınılmaz olarak bu onarım, Meclis'in düzeltilmesine (!) benzeyecek, işe gene o ceylan dericisi takımı tebelleş olacaktır...İşte Uğur'a asıl görev, o zaman düşüyor... Sakın ola gözünü bu işin üstünden ayırmasın...UN DOS TREZŞu genç kızların sevgilisi Ricky Martin'in ilkokul çocuklarına sayı saymasını öğretiyor gibi söylediği ‘‘Bir iki üç... Un dos trez’’ şarkısı var...Bildiğimiz gibi bu şarkı, önümüzdeki ay Fransa'da başlayacak 1998 Dünya Kupası'nın şarkısı seçildi... Ve bir ay süreyle her gün sürekli bu şarkıyı dinleyeceğiz... Dinleyeceğiz diyorum, tabi lafın gelişi... Zira ben dinlemeyeceğim...Çünkü sağolsunlar bizim hazırlopçu, taklitçi televizyoncu takımı bu işin şimdiden öyle mokunu çıkardılar ki, milletin bu şarkıdan resmen sıtkı sıyrıldı...Yarışma programını açıyorum fonda bu şarkı, Paparazzi programında ‘‘Un dos trez’’, spor programında gene bu şarkı, neredeyse haberler dahil televizyon programlarının yarısının müziği bu...Kolaycılığın, taklitçiliğin bu kadarı da olur mu be!..AFİFE JALE ÖDÜLLERİHalk Sigorta'nın ilk Türk ve Müslüman kadın tiyatrocu Afife Jale adına gerçekleştirdiği ‘‘Afife Jale Tiyatro Ödülleri’’nin ikincisi geçtiğimiz günler Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre Sarayı'nda yapıldı...Ödül töreni, geceyi sunan Korhan Abay kahramanca espri yapma uğruna biraz ipin ucunu kaçırmış da olsa çok başarılıydı...Televizyonların böyle bir sanat gecesine duyarsız kalacakları sanılırken, Kanal D'nin töreni aynı gece tüm ayrıntılarıyla vermesi bu olaya emeği geçen herkesi sanırım mutlu etti...Afife Jale'nin yanısıra geçmişte ilkleri başaran kadınlarımız da tanıtıldı...İlk dünya güzelimiz Keriman Halis, ilk opera sanatçımız Semiha Berksoy ve ülkemizin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen geceye onur konuğu olarak katılmışlardı...Bir ara ‘‘Şu güzel gecede şimdi ister misin ilk kadın başbakanımız da çıksın ortaya’’ diye endişelendim ama, Allah'tan böyle bir terslik olmadı...EKRAN KAHRAMANI CİMBOMCimbom, Fatih Terim'i, Hakan Şükür'ü, Hagi'si, Okan'ı diğer futbolcuları, Otto Bariç'i ve de Ali Şen'iyle sonunda şampiyonluğu kucakladı...Otto Bariç ve Ali Şen tabi işin gırgır yanı... Bir Fenerbahçeli olarak ucundan kıyısından bir tepkimiz olacak herhalde...Sarıkırmızılıların başarılarını yürekten kutluyorum... Şampiyonluk analarının ak sütü gibi haklarıydı... Hepsine kutlu olsun... Bu işin Cimbom yanı...Bizim tarafta ise işler biraz garip...Ben, 9 puan öndeyken şampiyonluğun kaybedilmesinden sonra futbolcusu, teknik adamı, yöneticisi, kendi aralarında kapışacaklar zannediyordum...Bizimkiler gittiler Seda Sayan'la kapıştılar... Kaptan Rüştü'nün, Seda'nın televizyonlarda takım için söylediklerine verdiği sert cevapları gazetelerde okumuşsunuzdur...Seda'ya neden kızıyorsun Rüştü?.. Kızcağız sizi kakara kikiri Televole'lerde göre göre kendi aleminden belledi... Meslektaşlarının başarısızlığını görünce bozulmuş, iki çift laf etmiş... Çok mu yani?..
Yazının Devamını Oku