Elbette ben turizm uzmanı değilim, soruna başka bir açıdan bakacağım.
Zaten turizm reklamlarını falan artırarak çözülecek bir sorun değil. Ancak “başka açıdan” yani paralı turist beklediğimiz toplumdaki imajımız açısından bakarak bir çözüm üretilebilir.
TURİST ÇOK AMA
Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı Oya Narin, arkadaşımız Burak Coşan’a diyor ki:
“Turizmde 2016 dip noktasıydı. 2017’de ise bir büyüme varmış gibi görünüyor. Ancak gelirlerde büyük düşüş yaşanıyor. Bunu sene sonunda çok daha fazla hissedeceğiz... Geçen yıla gelecek 2 yıl da dahil edilince turizmde 30 milyar dolarlık kayıp bekleniyor!”
Oya Narin durumu düzeltmek için plan hazırladıklarını, hükümete sunacaklarını söylüyor.
Mutlaka yararlı olacaktır ama sadece “plan” meselesi mi?
Sadece turizmi değil, dış politikada verimliliğimizi artırmak için de Türkiye’nin dış dünyadaki algılanma tarzını gözden geçirmemiz ve iyileştirmemiz şarttır.
AİHM üyesi yargıçlar hükümetlerin gönderdiği aday listelerinin içinden seçildiği için konu önemli.
Daha önemlisi, Türkiye önümüzdeki dönemde AİHM’de ciddi davalarla karşılaşacak. İktidar tarafından “casus” ve “terörist” diye suçlanan tutuklu gazetecilerin davaları ne kadar önemlidir, anlatmaya gerek var mı?
Anayasa Mahkemesi “yetkim yok” diyerek bu davalara bakmayı reddetti.
AİHM ise kabul etti, Adalet Bakanlığı’ndan ekim ayına kadar savunma göndermesini istedi. Ekimden sonra süreç hızlanacak.
LİYAKAT KISTASI
AİHM’deki Türk Yargıç Prof. Işıl Karakaş’ın görev süresi doluyor. Onun yerine hükümetin önerdiği üçer kişilik iki liste, ön incelemeyi yapan “alt komite” tarafından kabul edilmedi.
Hükümetin biri kadın olmak üzere üç kişilik üçüncü bir aday listesi daha göndermesi gerekiyor.
Bütün hükümetlerde tabii
“Ama diğer yandan haksız ve yanlış olduğu apaçık ortada olan herhangi bir konuşma, yazı veya uygulama karşısında bile ilgili kişiye duyduğumuz ‘saygı’dan, onunla olan duygusal ilişkimizden, ortak aidiyetimizden vb sebeplerden dolayı ses çıkarmak istemiyoruz, bunun saygısızlık olacağını düşünüyoruz.”
Buna cesaret edenlere karşı da “hizaya getirici” tavırlar takınılmasını eleştiriyordu. (Karar 9 Ağustos)
Çağrıcı Hocamız, tarihte mesela İmam-ı Azam’ın talebelerinin ona uymayan görüşler geliştirdiği, bunun zenginlik olduğunu hatırlatıyordu.
SUSKUN VE PASİF
Aylardır Milli Mücadele belgeseline çalışıyorum, Meclis zabıtlarını tekrar okuyorum. Batum Mebusu Ahmet Fevzi Efendi’nin 30 Temmuz 1920 günü Meclis kürsüsündeki şu sözlerini not aldım:
“Bizim medreseler talebeye serbestlik vermiyor, bunun için söz söylemeye alışmamışımdır. Binaenaleyh, benden sadır olan hata konusunda affınıza sığınarak birkaç söz söylemek istiyorum.”
Bu, Osmanlı’dan da önce İslam dünyasına yerleşerek felsefi nitelikli “hikmet” düşüncesini yok eden skolastiğin asırlar içinde ağırlaşarak nasıl bir insan tipi yetiştirdiğine dair güzel bir örnektir.
Abdülhamid de sadrazama yazdığı
TRT’ye 500 milyon lira daha gelir sağlanacakmış.
Hemen bir soruyu sormamız lazım: TRT iktisaden verimli çalışan bir kurum mudur?
Yeterince denetleniyor mu? Yoksa ne kadar zarar ederse etsin salma gibi kaynaklarla mı finanse ediliyor?
Aslında TRT meselesi, sistemdeki genel “denetim eksikliği” sorununun bir örneğidir.
Ben bu sorun üzerinde durmak istiyorum. Bandrol zammıyla ilgili teknik ayrıntılar arkadaşımız Hacer Boyacıoğlu’nun dünkü haberinde vardır.
DENETİM SORUNU
Bir gazeteci olarak ben özel yayın organlarının yanında bir de “kamu yayını” olması gerektiğini kabul ederim. Bilhassa yurtdışına ve değişik dillerde yayın yaparak Türkiye’yi tanıtan bir TRT’nin bulunması lazımdır.
Özel yayınların olmadığı dönemde içeriye yayın yapıyordu; kanunda
Evvela şunu belirteyim, Osmanlı’nın neden battığı konusunda Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri doğrudur ve önemlidir. Zira “çağın gerisinde kalma” faktörünün tarihte nasıl tahripkâr sonuçlar doğurduğunu öğrenmek çok değerli bir tarih dersidir; 21. yüzyılda da çağın gerisinde kalmamak için.
Osmanlı’nın çöküş sebeplerini siyasi hurafeler uydurarak değil, belgelere dayalı tarih araştırmalarını okuyarak öğrenmek, benim de öteden beri vurguladığım çok önemli bir konudur.
MUHAFAZAKÂR ŞABLON
Fakat bizdeki klasik muhafazakâr refleks “Ama Cumhuriyet devrinde de şu sorunlar vardı” diye birtakım olguları sıralamak şeklindedir: Takrir-i Sükûn, radikal laiklik uygulamaları, otoriter parti devleti...
Fakat bu olguları sıralamak Osmanlı’nın “çağın gerisinde kaldığı için çöktüğü” gerçeğini ortadan kaldırmaz ki!
Muhafazakâr söylem Osmanlı’nın bu yüzden çöktüğü gerçeğini gündemine almıyor, “şanlı ecdadımız” ve “yüzyıllık parantez kapanıyor” türü hamasetle günlük siyaset yapılıyor...
Osmanlı’nın çöküşü geri kalmasına değil, “hainlere, ajanlara, sahte kahramanlara” bağlanarak izah edilince, günün siyaseti için tarih daha kullanışlı bir “araç” haline geliyor.
Halbuki mesela ordunun eğitimi için Almanya’dan subay getiren Abdülhamid değil miydi? Güçlü bir askeri geleneği olan Osmanlı kurumları 19. yüzyılda kendi birikimiyle subay yetiştiremez duruma düşmüştü.
Devletin ideolojisi ve temel kurumlarının personel yapısı değişiyor mu diye bakarsanız, evet değişiyor.
Fakat devletin ana kurumsal yapısı, Anayasa’da yazılı temel ilkeler, sınırlar, bayrak ve meşruiyet temeli değişiyor mu diye bakarsanız, hayır değişmiyor.
Onun için “söz” üzerinden sonuçsuz tartışmaların çok da anlamı yok.
Konunun niye bu kadar elektrikli olduğunu görmek daha önemli.
‘DEVLET’ KONUSUNDA BİLE
Oturmuş demokrasilerde ‘yeni devlet’ kavramı kimsenin aklına gelmez, birileri çıkıp böyle dese ciddiye alınmaz, bu çapta büyük tartışmalara konu olmaz.
Türkiye’de maalesef çok keskin bir kutuplaşma olduğu için, bir taraf açısından umut ve başarı ifade eden sözler, öbür taraf açısından endişe sebebi oluyor.
Nitekim
AİHM de OHAL Komisyonu’nu “iç hukuk yolu” saymıştır.
Fakat sorun, AYM’nin bu 70 bin küsur dosyayı yaklaşık bir yıl hiçbir emsal karar ortaya koymadan bekletmiş olmasıdır.
AYM’de OHAL işlemlerini yargısal denetime tabi tutma konusunda bir çekingenlik var maalesef.
‘İÇ HUKUK YOLLARI’ SORUNU
OHAL Komisyonu 23 Ocak’ta yayınlanan 685 Sayılı KHK ile kuruldu. AYM o tarihe kadar yapılan dosyaları bekletti.
Aslında bekletme süresi daha uzundur. Çünkü Komisyon, 17 Temmuz’dan itibaren başvuruları kabul etmeye başladı.
AYM içtihatlarındaki kavramlarla ifade edersek, Komisyon ancak 17 Temmuz’da “erişilebilir ve etkin” hale geldi, AYM bu tarihe kadar karar vermeden bekledi.
Hukuken daha sorunlu olan, AYM’nin sadece KHK işlemlerini değil,
Demokrasinin “seçim” ayağını 1950’den sonraki olumlu ve olumsuz tecrübelerle öğrendik. Artık yasama ve yürütme erklerinin “sandıktan” çıkması hem anayasal hem toplumsal olarak yerleşmiş bir meşruiyet ilkesidir. Aksi hayal bile edilemez.
Fakat demokrasinin öbür ayağı “denetim ve denge”dir. Bu olmadan da demokrasi olgunlaşmaz. Denetim ve denge ilkesinin de “sandık” gibi siyasi kültürümüzde esaslı bir unsur haline gelmesi için tecrübelerle, tartışmalarla korkarım uzun bir mesafe almamız gerekecek.
Konuyla ilgili olarak dünyadaki tecrübeleri izlemek de bu süreçte yararlı olur.
MACARİSTAN, POLONYA, ABD
Sandıktan çıkan iktidarların denetim ve denge kurumlarının zayıflığı yüzünden otoriterleşmesi konusunda Macaristan ve Polonya dersler alınması gereken iki örnektir.
Sandıktan çıkan iktidarın başarıyla denetlenmesi ve dengelenmesi konusunda ise Trump Amerika’sı bir laboratuvar değerindedir.
Trump seçimleri meşru olarak kazandı. Fakat bazı tasarruflarını yargı iptal ediyor.
Bazı yasama girişimlerini de Kongre engelliyor.