Muhafazakârsanız “yüzyıllık parantez kapanacak” diye sevinebilirsiniz. Cumhuriyetçi iseniz “devrimlerin kazanımları kaybediliyor” diye üzülebilirsiniz.
Şerif Hoca’nın özelliği böyle ak-kara şablonlarını aşması, son derece karmaşık olan değişim süreçlerini bütün unsurlarıyla araştırmasıydı.
OSMANLI’DA ‘MAHALLE’
Değerli tarihçi Zafer Toprak, Şerif Mardin’in “dünya çapında bir bilim insanı” olduğunu, “Türkiye’deki kentlileşmenin sorunlarını”, mesela “mahalle baskısı”nı onun izah ettiğini belirterek şöyle diyor:
“Kanımca günümüz Türkiye’sinde ‘mahalle baskısı’ siyasetin ana eksenini oluşturmakta ve yeterince kentlileşemedikçe bu süreç böyle devam edecek.” (Pınar Kür, Haber Türk, 10 Eylül)
Şerif Hoca “Türk Modernleşmesi” adlı kitabında Osmanlı’da kentli burjuvazi bulunmadığını, toplumun “yöneten” ve “yönetilen” diye ikili bir yapıya dayandığını anlatır.
Özellikle batış devrinde yönetici elitler “alt sınıfların düşünce ve yaşayışlarına önem vermediler”.
Modernleşmenin ve uluslaşmanın en önemli dinamiklerinden biri olan siyasal katılmayı geliştirerek
Niye?.. Çünkü kalıpları kırarak düşünmüş, çeşitli alanlarda da “ilk” araştırmaları o yapmış, ilk tezleri o ileri sürmüştü; bilhassa Türk düşünce tarihi ve Türk modernleşmesi konularında.
Türkiye’de “mahalle baskısı” kavramıyla kitlelerce de tanındı. AK Parti’nin liberal reformlarla Avrupa’da alkış topladığı bir dönemde, 2007’de “mahalle baskısı”nın partiyi otoriterliğe sürüklemesi ihtimalinden bahsetmişti.
Ruşen Çakır’ın 2007’de Hoca’yla yaptığı bu mülakat çok büyük yankılar yarattı. Hoca’ya sıcak bakmayan Atatürkçü çevrelerde bile büyük kabul gördü.
MAHALLE BASKISI
Ruşen Çakır bu konudaki tartışmaları kitap olarak yayınladı. (Doğan Kitap)
Okuyanlar, otoriter devlet kadar “kendi mahallemiz”in de hür fikirleri engelleyen bir faktör olduğunu görür.
Bizde “mahalle” niye “toplum”dan güçlü oldu? Şerif Mardin’in en önemli konularından biri budur. Bunu çözümlemek için ak-kara gözlüklerini atmak, “ideoloji ve inançları katmanlı bir şekilde incelemek, bunların her yöne çekilebilecek tarafları olduğunu görmek” gerekir.
İslami katmanlara baktığında Hoca’nın övgüyle bahsettiği bir yüksek ve sofistike İslam kültürü, bir de “
Sağcımız solcumuz, inkılapçımız muhafazakârımız Milli Mücadele’yi samimiyetle benimser. Sadece öncelikleri farklıdır.
Tabii Milli Mücadele’yi küçümseyen hatta İngiltere ile danışıklı dövüş gibi göstermeye çabalayan cahil ve ideolojik marjinalleri saymıyorum.
Milli Mücadele öylesine üstün bir ortak değerimizdir ki vatan, bayrak, istiklal gibi değerlerimizin de en önemli zeminidir fakat Milli Mücadele konusunda bilgimiz maalesef çok azdır.
KAHRAMANLIK VE AKIL
Hamaset her alanda bilgi ve düşünce kapasitemizi daraltıyor. İşte “Yedi düvelle savaşmak” sözü bugün hâlâ politika meydanlarında kullanılıyor ve alkışlanıyor.
Halbuki Milli Mücadele destani bir kahramanlık olduğu kadar, düşmanların sayısını teker teker azaltarak akılcı diplomasiyle de kazanılmış büyük bir zaferdir.
İngiltere Başbakanı Lloyd George Ocak 1919’daki Paris Konferansı’nda “Türkiye öldü” diyordu...
Venizelos Sevr Antlaşması’nı
Aksini söylemesi beklenebilir mi? Siyasetçi bizde kendi iktidarını sadece över.
Son zamanlarda “Yargı hiç bu kadar bağımsız olmadı” şeklindeki beyanları yüksek yargıdan da duyuyoruz.
Bu siyasi ifadeler bir tarafa, çağımızda yargının bağımsız ve adil olmasının şartlarına bakmak lazım. Türkiye’de bu şartlar varsa, yargı da bağımsız ve adildir.
Bu şartlar yoksa, “yargımız bağımsız” sözleri siyasi söylemden öteye geçemez.
ADLİ YIL KONUŞMASI
Bu sene adli yıl açılış töreni, yürütme erkinin mekânı olan Beştepe’de değil, çok isabetli bir kararla öteden beri olduğu gibi Yargıtay’ın kendi salonunda yapıldı.
Geçen yıl “salonumuz müsait değildi” gerekçesinin geçersiz olduğu da anlaşıldı.
Daha önce kendisini eleştirdiğim Yargıtay Başkanı Sayın İsmail Rüştü Cirit’in bu yılki konuşmasının metnini dikkatle okudum.
Çünkü popülizm 21. yüzyılın siyasi hastalığı haline gelmek üzeredir.
Nasıl 1930’lar Avrupa’sında liberal demokrasinin “öldüğü” ilan edilerek halkın desteğiyle dikta rejimleri yükselmişse, bugün de demokrasinin çoğulculuk, özgürlük ve kuvvetler ayrılığı gibi temel değerlerine karşı fakat klasik anlamda diktatörlük olmayan otoriter popülist akımlar gelişiyor.
Batı’da bu konuda birçok akademik yayın var. Bizde dikkat çekici düzeyde akademik araştırmayı ben görmedim. Bazı Türk akademisyenlerin önemli makaleleri yurtdışındaki bilimsel dergilerde yayınlanmış.
POPÜLİZM ÜZERİNE 7 TEZ
Prof. Jean-Werner Müller’in “Popülizm Nedir” adlı kitabı geçen yıl Pensilvanya Üniversitesi tarafından yayınlandı. Kitabın sonunda “Popülizm Üzerine 7 Tez” başlıklı bir bölüm var. Çok özetle şöyle:
1. Popülizm her devirde görüldü. Zamanımızdaki popülizmin özelliği demokrasinin “temsil” ilkesini benimsemesi fakat halkın tek temsilcisinin kendileri olduğunu iddia etmesidir.
2. Popülizm kendi dışındaki akımları illegal görür. Popülizmin anti-elitist olması aslında anti-çoğulcu olmasındandır. Demokrasinin çoğulculuk prensibini benimsemezler.
3
Yürekten katılıyorum, “popülizmin gözü kör olsun”.
Popülizm 21. yüzyılın siyasi hastalığı haline gelmek üzere hakikaten.
Bu sütunda epey zamandır yazıyorum, Batı’da yükselen popülist akımlara karşı Ankara Batı’nın klasik merkez sol, merkez sağ, liberal ve yeşil siyasi çevreleriyle yakın ilişkiler kurmalı, onlarla ortak bir demokrasi ve diplomasi dili geliştirmeli diye...
POPÜLİST DİL
Bir yazımda şöyle diyordum:
“Türkiye’nin Avrupa’yla sorunları daha çok demokrasi tartışmalarından kaynaklanıyor.
Türkiye hamasi retorikle ihtilafları büyütmekten sakınmalı, klasik diplomasiye ve ortak siyasi değerlerin kavramlarıyla konuşmaya önem vermelidir. Batı’da yükselme eğilimindeki otoriter popülizme karşı klasik demokrasiye bağlı merkez sağ ve merkez sol partiler ve hükümetlerle Türkiye bu yolla “dostlarını artırmaya” önem vermelidir.” (8 Nisan)
Almanya’da Türkiye’ye karşı geliştirilen politikalar çok haksızdır fakat bunun
Bu mahalli ‘cemiyet’ler, Erzurum ve bilhassa Sivas kongreleriyle bütün ülkeyi kapsayan bir “Milli Hareket”e dönüşecek, Ankara’da açılan Meclis de meşruiyetini “temsil” kavramından alacaktı.
Günümüzdeki özgürlük ve demokrasi tartışmalarının tarihi zemini bakımından son derece önemlidir bu konu.
KONGRE KÜLTÜRÜ
Kurtuluş Savaşı’nın askeri tarafını orduda, sivil ve sosyolojik tarafını ise “kongreler”de görürüz. Merhum Prof. Bülent Tanör “Kongre İktidarları” adlı değerli eserinde çeşitli tarihlerde yapılmış tam 30 kongreyi anlatır.
Şu soru çok önemlidir: Milli Mücadele’nin temelindeki “kongre” ve “temsil” kültürü toplumda nasıl oluşmuştu?
Bu sorunun cevabı, “Meşrutiyet”tir.
Demokrasinin temel kavramları olan anayasa, temsil, seçim, milli irade, kongre, hürriyet, eşitlik, kuvvetler ayrılığı prensiplerini ilk defa Meşrutiyet devirlerinde öğrendik.
Temmuz 1919’da Balıkesir Kongresi’nde komutanların yetkilerini kötüye kullanması halinde ne yapılacağı tartışılırken Salihli Delegesi Zahid Molla
Bilhassa Kırımlı ve Kazanlılarla, çünkü onlar hem İslam’da hem Türk camiasında aydınlanmanın öncüleri olmuşlardı.
AYDINLANMA ÖNCÜLERİ
Aydınlanma hareketinin öncülerinden Kursavi, Şahabettin Mercani, Gaspiralı İsmail , Musa Carullah, Addürreşid İbrahim , Fatih Kerimi gibi âlim ve düşünürler üzerine Kazanlı ve Kırımlı Müslümanlarla sohbet etmek isterdim.
Bu öncüleri unutmuş olanlar çıkacaktı; ben bunun hüznünü yaşayacaktım...
Bu öncüleri çok iyi bilenler de çıkacak, onları heyecanla dinleyecektim.
19. yüzyılda “Ceditçiler” (Yenilikçiler) diye bilinen bu âlim ve düşünürler Türk dünyasında ve hatta İslam dünyasında, kendi deyişleriyle “milli ve medeni” bir uyanış hareketine, bir aydınlanmaya öncülük etmişlerdi.
Niye onlar?...
Çünkü Rus mekteplerinde okuyarak, medresenin daracık dünyasının dışında