Paylaş
“Ama diğer yandan haksız ve yanlış olduğu apaçık ortada olan herhangi bir konuşma, yazı veya uygulama karşısında bile ilgili kişiye duyduğumuz ‘saygı’dan, onunla olan duygusal ilişkimizden, ortak aidiyetimizden vb sebeplerden dolayı ses çıkarmak istemiyoruz, bunun saygısızlık olacağını düşünüyoruz.”
Buna cesaret edenlere karşı da “hizaya getirici” tavırlar takınılmasını eleştiriyordu. (Karar 9 Ağustos)
Çağrıcı Hocamız, tarihte mesela İmam-ı Azam’ın talebelerinin ona uymayan görüşler geliştirdiği, bunun zenginlik olduğunu hatırlatıyordu.
SUSKUN VE PASİF
Aylardır Milli Mücadele belgeseline çalışıyorum, Meclis zabıtlarını tekrar okuyorum. Batum Mebusu Ahmet Fevzi Efendi’nin 30 Temmuz 1920 günü Meclis kürsüsündeki şu sözlerini not aldım:
“Bizim medreseler talebeye serbestlik vermiyor, bunun için söz söylemeye alışmamışımdır. Binaenaleyh, benden sadır olan hata konusunda affınıza sığınarak birkaç söz söylemek istiyorum.”
Bu, Osmanlı’dan da önce İslam dünyasına yerleşerek felsefi nitelikli “hikmet” düşüncesini yok eden skolastiğin asırlar içinde ağırlaşarak nasıl bir insan tipi yetiştirdiğine dair güzel bir örnektir.
Abdülhamid de sadrazama yazdığı “tezkere”lerde mesela nüfus sayımları sırasında Müslüman memurların ve ahalinin pasif, Hıristiyanların ise aktif ve dinamik olmasından yakınırdı.
MEDRESE ZİHNİYETİ
Matbaa sayesinde modern eğitim ve milliyetçilik Hıristiyanlarda daha erken geliştiği için 19. yüzyılda kendi skolastiklerinden çıkmışlar, zihin olarak da sosyal ve siyasi olarak da dinamik hale gelmişlerdi.
Artık Osmanlı otoritesi altında tutmak mümkün olamayacaktı.
Osmanlı’nın dağılmasında “hainler, ajanlar, casuslar”dan daha önemlidir bu faktör.
Bilim tarihçisi Prof. Bekir Karlığa’nın “İslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri” adlı mükemmel kitabında okumuştum: Rasyonalist İslam Filozofu İbn Rüşd’ün ünlü “Tehafüt” adlı eseri 16. yüzyılda Avrupa’da matbaalarda, evet matbaalarda 17 defa basılmıştı, bütün Osmanlı kütüphanelerinde ise sadece 4 tane elyazması vardı!
Medrese belirli ”büyüklerimiz”in belirli eserlerine şerhler yazmakla yetinmiş, farklı olanı, değişik olanı merak etmemişti.
Merak modern okulların açılmasıyla başlayacaktı.
21. YÜZYILDA
Abdülhamid de medreseyi kendi halinde bırakıp modern okullar açmıştı. Buralardan çıkanlar da artık padişaha geleneksel “âlempenah efendimiz” diye bakmayacaktı.
Hürriyet ve Meşrutiyet kültürü böyle filizlenecekti.
Fikir tarihimizde saygın yerleri olan “İkinci Meşrutiyet İslamcıları”nın geniş ufukları ve medreseyi çok aşan donanımları modern kaynaklardan geliyordu.
Sorun din değil, dini de etkileyen otoriter düşünce tarzıdır. Laik otoriter düşünce de aynı sonucu doğurur. 1930’ların basını da üniversitesi de bunun örneğidir.
Bugün artık “bizim liderimiz”e duyduğumuz saygı ondan farklı düşünmeye engel olmamalıdır; onu uyarmak, farklı önerilerle “partimiz”de zihni zenginlik sağlamak “bizim” görevimiz değil midir?
Artık “âlempenah efendilerimiz”i zihinlerimizden tarihteki yerlerine tevdi etmeliyiz.
Artık “bizim” düşünürlerimizden, “bizden” olanlardan farklı kitapları okumalıyız, seviyeli eleştirilere kulak vermeliyiz.
21. yüzyıldayız biliyorsunuz.
Paylaş