Gün olur, alır başımı giderim!..

Bugün kimin düşü değildir; günlük yaşamın telaşından, stresinden uzakta sessiz bir yaşam sürmek...

Dün farklı değildi; Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit (Yalçın), Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat (Işık), İstanbul’dan kaçıp Yeni Zelanda’da nasıl bir ortak yaşam kuracaklardı? Peki, bizim aydınımızın düşü yurtdışı olur da, yabancı edebiyatçının hayali Osmanlı toprakları olamaz mı? Fransız şair Alphonse de Lamartine’in isteği Aydın-Burgazova’da bir çiftlikte yaşamaktı.

YIL 1898... Dünya yeni bir yüzyıla hazırlanıyor... Osmanlı Devleti, gelen yüzyılın ne gibi siyasi-iktisadi ve kültürel gelişmelere sebep olacağının farkında bile değil...

Osmanlı münevverleri bıkkın, umutsuz...

İşte o günlerde beş Osmanlı aydını, heyecanlı bir macera için kolları sıvadı...

Tevfik Fikret... 31 yaşındaydı ve Robert Kolej’de Türkçe öğretmeniydi. Daha henüz "Rubab-ı Şikeste", "Haluk’un Defteri", "Doksan Beşe Doğru" gibi eserleri yazmamıştı.../images/100/0x0/55ea6a1bf018fbb8f87e5cd7

Mehmet Rauf... 23 yaşındaydı ve İstanbul Tarabya’da elçilik gemilerinin irtibat subaylığını yapıyordu. Henüz, edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olarak bilinen "Eylül"ü kaleme almamıştı...

Hüseyin Cahit (Yalçın)... 24 yaşındaydı ve Vefa Lisesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Henüz "Tanin" Gazetesi’ni çıkarmamış; polemikçi, sert siyasal makaleler yazmaya başlamamıştı...

Hüseyin Kazım Kadri... 28 yaşındaydı ve Maliye Nezareti Mektubi Kalemi’nde çalışıyordu. Henüz, "Şeyh Muhsin-i Fani" müstear adıyla, İslam’ın aydınlık yüzünü anlatan "Yirminci Asırda İslamiyet", "İstikbale Doğru", "Felaha Doğru" gibi eserleri yazmamıştı...

Dr. Esat (Işık)... 33 yaşındaydı ve göz doktorluğu yapıyordu. Henüz, İngilizler İstanbul’u işgal etmemiş ve onu Malta’ya sürgüne göndermemişti. Gün gelecek Dışişleri Bakanlığı yapacak oğlu Hasan Esat Işık daha dünyaya gelmemişti...

O yıllarda bu beş Osmanlı aydınının ortak özelliği, dönemin etkili edebiyat dergisi "Servet-i Fünun"da yazmaktı...

HEDEF YENİ ZELANDA

O yıllar Sultan II. Abdülhamid’in istibdat döneminin yoğun yaşandığı bir dönem...

Tevfik Fikret, babasının sahibi olduğu Aksaray’da Ağa Yokuşu’nun alt başındaki konakta oturuyordu. Konak haftada bir gün misafirlerini ağırlıyordu. Sohbet konusu genellikle edebiyat ve siyasetti. Ortak siyasi görüşleri şöyleydi; meşrutiyet taraftarıydılar ve Padişah’a muhaliftiler.

Özellikle Tevfik Fikret, bağıra bağıra II. Abdülhamid’i eleştiriyordu. Hafiyeler, jurnalciler duymasın diye kapılar, pencereler sıkıca kapatılıyordu. Ne evdekilerin ne de misafirlerin, Tevfik Fikret’e sesini alçaltmasını söyleyecek cesaretleri vardı.

Bir misafirlik günü...

Mehmet Rauf elinde tuttuğu bir broşürle geldi.

Bu broşür, konaktaki sohbetlerin seyrini değiştirecekti...

Broşür İngilizce’ydi. Mehmet Rauf hem okuyor hem de Türkçe’ye çeviriyordu:

"Londra’da bir dernek varmış, Yeni Zelanda adalarına göçmen götürüyormuş. Göçmenlere yüzlerce dönüm parasız toprak veriliyormuş..."

Önce Yeni Zelanda’nın nerede olduğunu konuştular. Ardından broşürün de yardımıyla, bu adanın iklimini, toprakların verimliliğini vs. öğrendiler.

Ve:

Tevfik Fikret, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitme teklifini ortaya attı. Heyecanlandılar. Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat teklife sıcak baktılar.

Yıllar sonra Hüseyin Cahit anılarında bu olay için şunu yazacaktı: "Bir sosyalist cemaati halinde yaşayacaktık. Aramızda mülkiyet prensibi değil, uhuvvet (kardeşlik) prensibi hüküm sürecekti. Birbirimize karşı hakikaten bu kardeşlik hissini kalbimizde duyuyorduk."

Hüseyin Cahit (Yalçın)
o günlerde Marksist’ti...

HAYAT-I MUHAYYEL

Yeni Zelanda’ya gitmek için planlar yapmaya başladılar. Öncelikli sorun şuydu; yol parası nereden bulunacaktı?

Göz doktoru Esat Bey, Ankara’da ailesinin büyük bir çiftliği olduğunu, bunu satarak gerekli parayı temin edeceğini söyledi.

Kabul ettiler.

Dr. Esat’ı Ankara’ya uğurladılar.

Tevfik Fikret’in konağında yeni yaşam üzerine sohbetler sürüp gitti.

Bu arada tartışmalar da çıkmıyor değildi:

Tevfik Fikret, bir daha dönmemek üzere gitme düşüncesindeydi. Hüseyin Cahit ise II. Abdülhamid ölür ve ülkeye meşrutiyet gelirse hemen döneceğini söylüyordu.

Tartışmaya noktayı Tevfik Fikret koydu: "Hele bir gidelim, o zaman düşünürüz!"

Ankara’dan, Dr. Esat’tan müjdeli haber beklenirken, Aksaray’daki konakta mutlu bir olay meydana geldi: Mehmet Rauf, Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet’e áşık oldu ve evlendiler.

O yıllar Mehmet Rauf’un bu evliliği "Eylül" romanında anlatacağı ve sık sık áşık olacağı pek bilinmiyordu...

Bu arada uzak diyarlarda yeni bir yaşam kurma hayali, o günlerde Hüseyin Cahit’in ilk hikáyesini yazmasına neden oldu: "Hayat-ı Muhayyel."

Yeni Zelanda hayali Dr. Esat Bey’in Ankara’dan dönüşüyle son buldu: Çiftlik satılamamıştı...

Moralleri bozuldu...

YENİ ÜTOPYA; MANİSA SARIÇAM

Hüseyin Kazım Kadri bir sabah Haydarpaşa’daki konağından sevinçle dışarı fırladı. Yolda giderken, "Neden olmasın" diye kendi kendine söyleniyordu.

Feribottan inip koşar adım Servet-i Fünun’a gitti ve "düş arkadaşlarına" projesini anlattı:

"Bizim ailenin, Manisa Sarıçam bölgesinde çok geniş toprakları var. Yeni Zelanda’ya gidemiyorsak, burada yeni bir köy kurabiliriz. Bütün giderleri ben karşılamaya hazırım."

Tevfik Fikret
bu projeyi duyunca hemen bir kurşunkalem buldu. Köy projesi yerine, büyük bir köşk planı çizdi: Binanın ortasında ortak yaşam alanı olacak büyük salon bulunacaktı.

Sohbetler burada yapılacak, yemekler burada yenilecekti. Ana binanın iki yanında iki katlı birer yatak odaları olacaktı.

Tevfik Fikret hızını alamamış, salon ve odaların nasıl döşeneceğini bile anlatmaya başlamıştı.

Ama birden durdu; sordu: Sarıçam denen bölge gerçekten güzel miydi?

Diğerleri göz göze geldiler, biliyorlardı ki Tevfik Fikret zor beğenen biriydi. Hüseyin Cahit’in gidip bölgeyi görmesine karar verildi.

Ancak, öyle kolay değildi o günlerde İstanbul’dan kalkıp Manisa’ya gitmek. Çalıştığınız kurumdan ve polisten, geçiş tezkeresi almanız gerekiyordu!

Hüseyin Cahit, ilkini kolay aldı. İkincisi için Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’nın huzuruna çıktı.

- Manisa’ya niçin gideceksin?

- Efendim, orada bir çiftlik var, bakacağım, eğer oturulabilecek bir yerse ailelerimizle yerleşeceğiz.

Nazır Şefik Paşa, tepeden tırnağa Hüseyin Cahit’i süzdükten sonra, "Sen çiftçilik yapacak adama benzemiyorsun. Doğru söyle amacın ne?" dedi ve sonra ekledi: "Kadın işi mi var?"

Hüseyin Cahit derdini anlatamadı ve sonuçta geçiş belgesini alamadı!

Morali bozuk halde arkadaşlarının yanına döndü.

TEVFİK FİKRET SÜRPRİZİ

Tevfik Fikret yaz aylarında Anadoluhisarı’ndaki yazlığında oturuyordu.

Hepsi orada buluştu. Yeni durumu gözden geçirdiler. Durum ümitsizdi.

Fakat, Hüseyin Kazım Kadri’nin pes etmeye hiç niyeti yoktu, Hüseyin Cahit’e dönerek, "Benim geçiş tezkeremle gidersin!" dedi.

Bu yöntem o yıllarda çok tehlikeliydi. Hüseyin Cahit, yakalandığında sürgüne gönderilebilirdi.

Ama düşleri bu tehlikeyi göze almaya yetti.

Hüseyin Cahit birkaç gün sonra yola düştü. Zorlu yolları aştıktan sonra Manisa Sarıçam’ı gördü ve çok beğendi.

Sevinçle İstanbul’a döndü.

Ama...

Tevfik Fikret hiçbir zaman açıklamadığı sebeplerle Manisa’ya gitmekten vazgeçti...

Düş gezginlerinin lideri oydu...

Onun ödün vermez bir kişiliği vardı.

Ne yapsalar ikna edemeyeceklerini biliyorlardı.

Onlar da vazgeçti...

İçlerinden sadece Hüseyin Kazım Kadri, Sarıçam’a tek başına yerleşti. Özel merakı olan tarım konusunda bilgilerini geliştirmek için bir ara Almanya’ya bile gitti.

Tevfik Fikret, Yeni Zelanda ya da Manisa Sarıçam’a gidememişti ama 1901 yılında Servet-i Fünun’dan da ayrılarak "Aşiyan" adını verdiği Rumelihisarı’ndaki evinde inzivaya çekildi...

Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret’e küstü ve yazı yazmaya son verdi...

Aradan yıllar geçti...

Ve bu üç idealist adam, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, birlikte "Tanin" Gazetesi’ni çıkardı...

Son hayalleri, tüm Osmanlı tebaasının barış içinde yaşayacağı yeni bir dünya yaratmaktı...

Ve ne yazık ki yine hüsrana uğrayacaklardı...

FransIz Şaİr LamartIne’İn OsmanlI’dan özel rİcasI: Bana lütfen bİr çİftlİk verİr mİsİnİz?

TARİH 1 Temmuz 1850.

Fransız şair ve devlet adamı Alphonse de Lamartine, İstanbul’a geldi. Bu ilk gelişi değildi; 18 yıl önce yine gelmişti.

Fakat bu ziyareti öncesinden biraz farklıydı:

Düşünü gerçekleştirdiği için Sultan Abdülmecid’e teşekkür edecekti!

Şairin düşü neydi ve nasıl gerçekleşmişti?..

Hikáyeyi baştan anlatalım...

Lamartine, Fransa’da edebiyat alanında ünlenmişti. Bir ekol yaratmıştı. Ama onun asıl isteği, hedefi, politikayla uğraşmaktı. Ve bu emeline de kavuştu. 1832 yılında İstanbul’da iken Fransız parlamentosuna milletvekili olarak seçildiğini öğrendi. Apar topar ülkesine döndü.

Ama burada şaşırtıcı işler yaptı; Osmanlı Devleti hakkında meclis kürsüsünden olumsuz görüşler sarf etti. Öyle ki, Osmanlı Devleti’nin parçalanması gerektiğini iddia edecek kadar sert fikirler ileri sürdü.

1848 Fransız Devrimi, Lamartine’in yıldızını daha da parlattı. Geçici hükümetin dışişleri bakanı oldu.

Ancak devrim kısa sürdü.

Aynı yıl III. Napolyon’un karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıktı. Hezimete uğradı.

Lamartine’in edebiyatçı, politikacı kimliği yanında bir de işadamı kimliği vardı. Ama mali alanda da çok başarısızdı.

İşte bu zor günlerde imdadına Osmanlı yetişecekti...

BİNLERCE DÖNÜM

Fransız Lamartine, 1849 yılında Sadrazam Mustafa Reşid Paşa aracılığıyla Sultan Abdülmecid’e mektuplar gönderdi.

Artık Fransa’dan bıkmıştı; çok sevdiği Doğu insanıyla birlikte yaşamak istiyordu! Bu nedenle, modern yöntemlerle işleteceği bir çiftlik için imtiyaz verilmesini rica ediyordu!

Fransız Lamartine, zaman içinde görüşlerini mi değiştirmişti?

Riyakárlık mıydı yaptığı? Öyleydi kuşkusuz. Ama Osmanlı, Lamartine’in isteğini yerine getirecekti.

Burada da bir "Osmanlı kurnazlığı" karşımıza çıkıyor aslında: Babıáli’nin bir umudu vardı; belki ileride Lamartine, Fransa’da tekrar önemli makamlara gelebilirdi!

Öyle ya, Osmanlı’da durum böyleydi; sadrazamlar, vezirler, şeyhülislamlar giderler gelirlerdi...

Bu "umutla" Osmanlı yönetimi, Aydın Burgazova’da toplam 38 bin 500 dönümlük araziyi 25 yıllığına Lamartine’e verdi.

50 FRANSIZ AİLE

İşte yazının girişinde yazdığımız tarihte, Fransız şair, topraklarını görmek, işletme projeleri yapmak, mukavelesini imzalamak ve Sultan’a teşekkür etmek İstanbul’a gelmişti...

İstanbul Ihlamur Kasrı’nda Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkarak, teşekkür etti. Ve topraklarını görmek üzere Aydın’a gitti.

Lamartine kendisine verilen geniş topraklara hayran oldu.

Bu kadar geniş bir arazi verileceğini kendisi de tahmin etmemişti. Hemen projeler yapmaya başladı.

Burgazova’da bağcılık yapıp üzüm yetiştirecek, pamuk ekecek ve Fransa’dan getireceği koyunlarla hayvancılık yapacaktı.

Bu arada doğduğu Fransa-Maçon’dan 50 bağcı aileyi de Aydın’a getirecekti.

PARA ARIYOR

Tüm bu yatırımlar için paraya ihtiyacı vardı.

Fransa’ya gitti, para aradı. Ama Fransa piyasasından para bulamadı. Şansını İngiltere’de denedi. Londra’da tahviller çıkardı ama satamadı.

İmdadına yine Osmanlı Devleti yetişti. Lamartine’e bir öneri sundu: Siz hiç yorulmayın, toprakların gelirlerini biz toplayalım, size de senede 80 bin kuruş verelim!

Şaka gibi...

Rüşvet de diyebilir miyiz?

Neyse...

Fransız Lamartine, bu teklif karşısında düşlerini erteledi.

Osmanlı’nın vereceği rantı kabul etti. Ve belki inanamayacaksınız ama 1869 yılına kadar, yani ölene kadar bu parayı aldı...

Kim bilir belki de bu yüzden; siyasi ve ticari alandaki başarısızlığı, edebiyat dünyasına yansımış, hak ettiği takdiri bir türlü görememiştir...
Yazarın Tüm Yazıları